İstediğin rüyayı gör, hakikat hep kabusun olur

İyi haber, boynu bükülmemiş haber, gururlu ve onurludur; hep başı dik durur arşivlerde ve tarihte

P24

12.02.2014

Habertürk /  12 Şubat 2014

12 Ekim akşamıydı.

Milliyet Gazetesi Yazı işleri ve Haber Mekezi Beyoğlu’nda bir “mekân”da hararetli bir kutlama yapıyordu.

Doğum günü? Değil. Askere yolcu etme? Değil. Evlilik? Değil. Ödül alan birisi? Değil. Hoş geldin? Değil. Güle güle? Değil. Yok, belki!

O kadar neşenin tek sebebi vardı:

Bir sansür kâbusu ardından; önemli bir haberin, kimsenin veremediği, verilmesi istenmeyen bir haberin ve fotoğrafın gazeteye girmesi!

Kısacası, bir haber gazeteye konduğu için kutlama yapılıyordu!

 

***

 

Ne olursa olsun, damarında gazetecilik akan, ruhu gazeteci kalan, kalbi haber için çarpan herkes; fikri, ideolojisi ne olursa olsun, iyi bir haberin, önemli bir manşetin, doğru ve çarpıcı bir olayı vermenin, haber atlatmanın, engelleri aşmanın sevincini, mutluluğunu hisseder.

Ve bu mesleğin en güzel, en temiz, en insan yanı budur.

Özellikle de duvar delen haberler.

Bir denizyıldızını daha denize bırakanlar da.

 

***

 

Girişteki olay 2000 yılından.

Al bugüne, hemen her gazeteye taşı.

O yüzden, aktörleri adsız, olay adsız, hepsi bence artık anonim. Oradaki herkes, herkes!

Şundan bugün de anlatıyorum:

Medyanın, gazeteciliğin, gazetecilerin ve halkın ihtiyacı olan budur.

Sansür gündelik huzur ve istikbal verse bile, azabı ve günahı kalıcı olur.

Yanıltıcı, yalancı, hain, sahtekâr ve utandırıcıdır çünkü.

En kalın deri bile kızarır için için; en kaba kalp bile arada sıkışır; en vurdumduymaz rüyaya bile bir kâbus karışır.

 

***

 

O günün ve gecenin özelliği şuydu:

Günlerdir, “Bir işadamından 1 milyon dolar alan gazeteci” olayı patlamıştı.

Daha doğrusu, Emin Çölaşan olaydaki kişiyi isimsiz yazıyor, isim ortada dolaşıyor, ama kendi de gazetesi Hürriyet de adını koyamıyordu. Hürriyet o yazıdan haber de yapamıyordu tabii.

Çünkü o ünlü gazeteci-köşe yazarı, olabilir, patronun da yakınıydı.

Aynı patronun diğer gazetesi Milliyet’te, eski bir yönetmen bir günlüğüne gazeteyi emanet aldığı 11 Ekim’de, iyi bir muhabiri onunla konuşturarak, bin tür soru sordurarak, o gazetecinin adını, cevaplarını ve olayın ayrıntılarını sürmanşetten koymuştu.

Fakat gazetenin hazırlanması sadece öğleden sonraya kadar emanet olduğu için de, emaneti teslim ettiği esas yöneticiye, o başkentten döndüğünde bu sürmanşet haberi ve hazır birinci sayfayı devredip gitti.

Esas yönetici de elbet haberden yanaydı; ama o kadar baskı geldi ki. Zaten, o ünlü köşe yazarı da kendisini konuşturan muhabire, “Bunları soruyorsun ama bu haber gazetenize girmez” diye uyarmıştı!

Nitekim haber akşama doğru sayfadan kazındı ve baskıya giremedi.

Yazı işleri, genç gazeteciler, muhabirler moral olarak çökmüştü.

Çünkü haberi seven, sansüre katlanamaz!

Aynı gün, burası Türkiye ya, Cumhurbaşkanı yeğeninin banka skandalında yeni patlamalar olmuştu.

Bankaya el konmadan hemen önceki kamera görüntüleri ortaya çıkmıştı.

Grubun iki kanalından biri, üç saniye gösterip bir daha yayınlayamadı; diğer büyük gazete ve TV’ler de.

Çünkü hepsi o bankadan nemalanmıştı.

Köşe yazarları banka reklamında oynamış; büyük reklam bütçesi masada kat kat düğün pastası gibi paylaşılmıştı.

Bir fotoğraf vardı o günlerden:

Bankacı yeğen ile büyük reklamcı oturuyor, etraflarında büyük medya yönetmenleri toplanmış, kartel-dantel aile pozu veriyorlardı.

Son yılları çok zorlu, sıkıntılı, elinden alınmış geçen, o günlerin önemli TV yöneticisi ve köşe yazarına, “Neden sansürlediniz?” diye sordum akşam; “çok baskı oldu” dedi.

Hoş, bizim gazetede de sürmanşet uçmuştu!

 

***

 

Ertesi gün şu oldu:

Gazeteye, o bankacı ile onu yakından tanımadığını söyleyen reklamcının çok yakın fotoğrafı ile yazışması gelmiş, aslında her büyük gazeteye gitmiş ama ötekiler kafadan sansürlemişti.

Cumhurbaşkanı’nın Azerbaycan Başkanı’na yeğeni için Cumhurbaşkanlığı antetli kağıda yazdığı “kıyak yapın” mektubu da sansürlenmişti.

Bir gün önce sansür acısını yaşamış Milliyet Yazı işleri ile yayın yönetmeni, o fotoğrafı kullanmaya karar verdiler.

“Yenik bir ordu”, kaybettiğinin yine bir “muharebe” olduğunu, ama haber için savaşacağını beyan ediyordu bir bakıma.

O foto ve haber baskıya girdi.

Matem olan 11 Ekim günü ve 12 Ekim sabahı ardından, 12 Ekim akşamı ve 13 Ekim bayramdı adeta.

İşte, çok çok tuhaf ama, onca gazeteci “Bir haberin girebilmesini” kutluyordu!

O kutlama gecesi patronajdan sürekli “Haberi, fotoyu atın, kullanmayın” telefonları geldi.

Gazeteciler tek tek kalsalar belki kolay düşerlerdi ama o masadakiler, dayanışma ruhuyla, bir ötekinin varlığından, heyecanından, sevincinden ve haberden aldığı güçle direndi.

 

***

 

Çünkü çocuklarına, torunlarına, gençlere sansürü nasıl anlatır, neyiyle övünürsün; ama işte bunu hep gururla, neşeyle anlatırsın.

Bugüne kadar, sansür kutlamak için toplaşmış, “Yahu bugün de ne güzel sansür, oto-sansür yaptık, çak bi tane” diyen gazeteciler görmedim, duymadım.

En sansürcü protokoller bile, dandikten de olsa, “Sansürün kaldırılışının yıldönümü”nü kutlar!

Tamam, “Emret paşam… Emret patron… Emret Başbakanım… Emriniz olur efendim” diyenler hep vardır ama onlar bile bu naneyi aleni kutlayamaz; ancak tapelerde tepinir, şişinirler!

Sansür sinsi, gizli ve pisliktir; arşivde göremezsin.

Ancak ölü haberler, hayaletler, hortlaklar arasında, bir de sansürcülerin kirli ellerinde, paslı vicdanlarında, yamuk omurgalarında, kurumuş iliklerinde araman, ayıklaman lazım.

Ama iyi haber, boynu bükülmemiş haber gururlu ve onurludur; hep başı dik durur arşivlerde ve tarihte.

 

***

 

O haber için direnen yöneticiler ertesi gün yallah gitti. Daha sonra da hepten kazındı.

Olsun!.. Manşet haber hep orada kaldı.

Ne patron, ne iktidar, ne sermaye, ne de sansüre ve manipülasyona boyun eğmek, eğdirmek üzere getirilen, o zamanki iktidar ve komutanların cezaevi katliamından beyaz sermayenin hortum ekonomisine, sansür şartnamesinden şantaj medyasına yataklıkla görevli yöneticiler onu arşivden silebildi.

Haberi kovamadılar, işten çıkaramadılar, çıkışını tebliğ edemediler!

Yöneticiler değişiyor, patronlar değişiyor, hükümetler değişiyor, gazeteciler, yazarlar gidiyor, atılıyor; manşet hep orada, alınlarının tam ortasında!

Alınyazısı gibi hep peşlerinde.

 

***

 

Namuslu gazetecilik ve doğru haber sevilmeyi, sarılmayı, ne pahasına olursa olsun direnmeyi o gün de hak ediyordu, bugün daha da çok hak ediyor!

Burada da, orada ve şurada da.

Gazeteciyseniz, inanın hem öyle daha çok mutlu olursunuz.

Çocuklarınız da daha çok gurur duyar.

Hakikati gizlemek için boyun eğen iki büklüm biatçi, kalbini de sıkıştırıp boğar çünkü!

Kasan derin, masan büyük, ömrün uzun olsa bile, kokuşmuşsundur çoktan.

Haberleri gizlesen bile kokunu gizleyemezsin!

İstediğin rüyayı gör, hakikat hep kâbusun olur.

 

***

 

Diyorum ya hep:

Haber-yazı yazılmasını engellesen bile, günah yazılmasını nasıl engelleyeceksin?

Kanun mu koyacaksın, tehdit mi edeceksin, işten mi atacaksın, havuz mu kuracaksın!

Var mı öyle ilahi bir gücünüz, bu sirkte öyle bir şirkiniz!

 

***

 

O yüzden, gazetecilikte bir atasözü vardır:

Akıl Fas’ta değil, baştadır!

Vicdan da tam kalbinde işte:

İster onun sesini dinlersin, ister kendi sesini dinletirsin!

 

 

Not: Tanımayanlar ve zamanlamaları bilmeyenler, şaşıranlar için bu not. Bu yazıyı önce dün yazdım, bu sabahki gazetede yayınlandı; sonra, hemen her yazıda hep yaptığım gibi, bu sabah HT “internet baskısı” için biraz daha üzerinde durdum! Atarak değil, zenginleştirerek tabii. Başlıkta bile. Çünkü Habertürk’teki ilk yazımdan beri, internet için yazımı gazeteden aynen alıp kullanmalarını değil, ileteceğim yeni baskısını daha taze haliyle koymalarını rica ediyorum HT internet ekibinden. Ve hepsine, Gülin’den Selda’ya, Mesut’tan Özgür’e ve yıllarca bu yazılara titizlenmiş Buket’e, tüm çalışanlara müteşekkirim. Kabul ederlerse, buradaki her kelime; gazetede bu yazıların ilk yükünü üstlenen Recep, Handan ve diğerleriyle birlikte, ne olursa olsun titizlenen, sahip çıkan her kademeden herkesle birlikte, onların da emeğidir.