“Nefrete inat yaşasın hayat”
Bir trans kadın gazetecinin kaleminden bir türlü temizlenemeyen” toplumumuzun yakın geçmişine bakışlar…

01.01.2015
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana her zaman temiz toplum özlemiyle yandık durduk ama ne temiz bir toplum olabildik ne de şeffaf politikalar üretebildik.
Katliamlar, faili meçhul cinayetler, darbeler, haksız gözaltılar, kıyımlar, kırımlar, ötekileştirmeler, ayrımcılıklar, baskılar ve daha pek çokları temiz toplum olabilmeyi engelledi. Bu coğrafyada ortak geçmişe ve kültüre sahip halkların ortak arzusuydu temiz ve eşit bir toplum olmak.
“Habitat II ile temizlendik yenilendik paklandık”
Uluslararası platformlarda aklanamadık ve tarih kara harflerle yazdı bizi. Temiz toplum görüntüsü için utanmadan sıkılmadan yaktık yıktık yok ettik.
3-14 haziran 1996 tarihinde İstanbul’da gerçekleşen Habitat II Konferansı (United Nations Conference on Human Settlements) için özellikle Beyoğlu ve Şişli ilçelerinde hummalı bir temizlik ve çevre düzenlemesi yapıldı. Kötü olan çirkin olan ne varsa süpürüldü ve şehre çehresinde gayet eğreti duran göstermelik bir makyaj yapıldı. Habitat II Konferansı’nın ilki Kanada’nın Vancouver şehrinde düzenlenmişti. Böylesi modern ve temiz bir şehrin ardından İstanbul’da yapılacak olması kaçırılmaz büyük bir fırsattı. Almancayı çok iyi konuşan dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, İstanbul şehrinin yöneticilerine tertemiz bir İstanbul görmek istiyorum dedi. Emir büyük yerden bir kere ve yabancılar İstanbul’a gelecek konu çok önemli. Dış mihraklara karşı şehrimizi en güzel şekilde göstermeliydik.
“Pisliğin özneleri arasında trans kadınlar da vardı”
Benim bildiğim temizlik su ve sabunla yapılır ancak bu temizlik başkaydı. Önce Beyoğlu ve Şişli ilçeleri arasında bir alan belirlendi; bu alan içerisinde kalan her pislik temizlenecekti. Bu pisliğin özneleri sırasıyla, siyahiler, kapkaççılar, gaspçılar, dilenciler, sokak çocukları, hayat kadınları, korsan taksiler, uyuşturucu satıcıları, tombalacılar, midye satıcıları, ayakkabı boyacıları, sokak hayvanları, kadın satıcıları ve daha pek çokları. Öznelerden birisi de sokaklarda zorunlu seks işçiliği yapan trans kadınlardı.
Translar konusu incelikliydi ve önemliydi. Bu sebeple transları yakından tanıyan uzman birine bu görev verilmeliydi. Kamuoyunda “hortum” lakabıyla tanınan Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürü Süleyman Ulusoy, sokaklardan trans kadınların temizlenmesinde tek uzman isimdi. Bu arada ülkenin seçkin gazeteleri Habitat II’yi anlatan ve hazırlıkları öve öve bitiremeyen haberleri peşin sıra vermeye başladılar ama trans kadınların sokaklarda dövülerek gözaltına alınmaları ve götürüldükleri polis merkezlerinde inanılmaz işkencelere maruz kalmaları hiçbir zaman haber olmadı. Bu kanunsuz gözaltılar polis tutanaklarına hiçbir zaman geçmedi. Çünkü bu vatan millet meselesiydi ve ‘Şehr-i İstanbul’un muntazam ve kusursuz tanıtılması gerekiyordu.
“Küçük Bayram Sokak bir gece yakıldı”
O kadar ileri gidildi ki Beyoğlu’nun en meşhur sokaklarından olan Küçük Bayram Sokak’ta trans kadınların yaşadığı binalar bir gece kimliği asla belirlenemeyen ve haklarında soruşturma açılamayan kişi ve kişiler tarafından yakıldı. Kısa zamanda müdahale edilmeseydi o binalarda yaşayan trans kadınlar canlı canlı yanacaklardı. Dönemin İçişleri Bakanı Ülke Güney yaşananları fark etmedi bile. Evleri yakılmak istenen trans kadınlardan M.A., anlatırken gözyaşlarını tutamadığı buruk bir acıyla andığı o yangından sonra ne sol partiler, ne İnsan Hakları Derneği ne de İstanbul Barosu’ndan kendilerine destek verildiğini anlattı.
“Savaş Ay haber yaptıkça, trans kadınlar öldürüldü”
Bir gazeteci ısrarla trans haberleri yapmaktan vaz geçmiyordu. Nedenini hiçbir zaman anlayamadığımız bir nefreti vardı rahmetli Savaş Ay'ın trans kadınlara karşı. 90'lı yıllarda polisin trans kadınlara karşı uyguladığı şiddeti, katliamları ve faili polislerin olduğu nefret cinayetleri haber olarak gazetesinin sayfalarına taşımayan Savaş Ay, trans kadınları hastalıklı, sapkın ve ahlaksız olarak gösteriyordu. Hatta o dönem çoğunlukta gece kulüplerinde ve Merter’de otobanda çalışan kadınlara karşı gazeteci Ay, sanki bir görev üstlenmiş gibi kamuda bir transfobi yaratmanın çabasındaydı. Başarılı da olmuştu çünkü Savaş Ay ne zaman haber yapsa en az iki trans kadın nefret cinayetlerinde hayatını kaybetti. Hele seks işçisi bir trans kılığına giren Savaş Ay’ın o görüntüsünü hiç unutmadım.
“Trans kadınlar Savaş Ay’a saldırdı”
Savaş Ay çıtayı yükseltmiş, ilgi odağı olabilmek adına trans kadınların küçük yaştaki erkek çocuklarıyla seks yaptıklarını bile duyurmuştu. Trans kadınların sokakta yaşayan küçük yaştaki erkek çocuklarıyla cinsel ilişki yaşadıklarını iddia eden gazeteci Ay, Devlet Bakanı Hasan Gemici ile birlikte sözde trans kadınlar tarafından tecavüze maruz kalan erkek çocuklarını Taksim ve çevresinde ziyaret etti. O sırada trans kadınlar Savaş Ay’a saldırdı. Olaya adı karışan trans kadınlardan biriyle sonradan görüştüğümde bana şiddet yanlısı olmadıklarını ama Savaş Ay'ın yaptığı haberler yüzünden toplumda açık hedef haline geldiklerini ve şiddete maruz kaldıklarını hatta öldürüldüklerini söylemişti.
Nefret cinayetlerinde azmettirici olarak bir meslektaşımın adının anılması ne kadar utanç verici bir durum. Savaş Ay’ı her zaman Türkiyeli LGBTİ bireylere basın üzerinden uyguladığı şiddetle hatırlayacağım. Kötü bir hastalık onu zamansız aldı hayattan. Bir yandan “Allah rahmet eylesin” diyorum ama bir yandan da hafızamda bıraktığı bu izler değişmiyor.
Peki, bu nefret, bu homofobi ve transfobi ne zaman bu toplumda var olmaya başladı? 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle beraber nefretin tohumları da atılmıştı.
“12 Eylül 1980”
Eski zamanların en etkili medya iletişim aracı olan radyo, Türkiye’yi 30 yıl karanlığa boğacak olan bir anonsla tarihteki yerini alır. Yaşı tutanlar tabii hiç unutmadı, unutamadı ama biz tutmayanlar için hatırlatalım. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi 12 Eylül 1980 günü sabah saat 03:00 civarı radyodan şöyle bir anons yapar: “Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.”
“Atatürk yolunda devam”
İstanbul’dan Anadolu’nun en ücra köşesine kadar herkes radyodan öğrenmişti askerî darbe olduğunu. Gelecek 30 yıl içinde ülkeyi büyük bir kargaşa ve karanlığa gömecek olan darbe bir gecede gelmişti. Ertesi gün logosunda bugün hâlâ “Türkiye Türklerindir” yazan Hürriyet Gazetesi “Ordu Yönetime El Koydu” başlığıyla duyurmuştu darbe haberini. Sanki darbeyi övüyordu gazeteler. Ve darbeci hükümet ülke genelinde basın sektörünü temelden yıkarak yeniden yapılandırmaya girişecekti. Ülke genelindeki gazeteler yaklaşık 300 gün yayın yapamadı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 3 gazeteci silahla öldürüldü.
Tablo bu kadar acı ve utanç vericiyken, ilerleyen yıllarda demokrasiye yeniden geçişin ardından utanmayan sıkılmayan arsız gazeteciler ve gazeteler darbeci askerlerden birer vatansever yarattılar. Yıllarca baş sayfalarında haber yaptılar. Darbeci askerler, bazı gazetecileri telefonla aradıklarında bile hazır ola kalkan, saygıda asla kusur etmeyen gönülden bağlı meslektaşlarımın olduğu da yadsınamayacak bir gerçektir. Bu durum her zaman midemi bulandırmıştı.
“Cumartesi Anneleri”
Darbe sadece medya sektörünü yok etmekle kalmadı muhalefette olan her şeyi ve herkesi kılıçtan geçirdi. O dönem gözaltına alınan ve bir daha kendilerinden haber alınamayan binlerce yurttaş faili meçhul cinayetlerin kurbanı oldu. Daha sonraki yıllarda darbeci hükümetin gözaltına alıp yok ettiği yurttaşların yakınları başta anneleri olmak üzere kayıp yakınlarını aramaya başlayacak ve “Cumartesi Anneleri” adıyla her cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda adalet nöbeti tutacaklardı.
“Askerler daha 17 yaşında bir çocuğu asarlar”
Henüz 16 yaşında olan Ankara Yapı Meslek Lisesi öğrencilerinden Erdal Eren, askerî darbe öncesinde katıldığı bir öğrenci eyleminde gözaltına alınır. Üzerine atılı olan suç ağırdır. Bir askeri öldürmekle suçlanır o güzel bakışlı çocuk. Darbenin ardından kurulan mahkemelerde yargılanır ve hakkında idam kararı verilir. 13 Aralık 1980 tarihinde ardından şarkılar yazılan o kara bakışlı çocuk mahkeme tarafından yaşı büyütülerek Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde idam edilir.
Erdal Eren daha 17 yaşındaydı ve o son bakışı kaldı bize.
Trans kadınları ve eşcinselleri kariyeri boyunca asla sevmeyen Savaş Ay ve Emin Çölaşan adlı iki meslektaşım idamdan 16 saat önce Erdal Eren’le görüşürler. Eren gazetecilere darbecilerin kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını söyler. Savaş Ay’ın çektiği o son fotoğraftaki o son bakış şarkıcı Sezen Aksu ve söz yazarı Aysel Gürel’i derinden etkiler. “Son Bakış” adlı şarkıda Erdal Eren anlatılır gizliden gizliye.
“Genç şarkıcı sahnede memelerini açar”
Ağustos 1980’de İzmir Enternasyonal Fuarı alanı içinde yer alan Göl Gazinosu'nda sahne alan genç trans kadın şarkıcı Bülent Ersoy, kendisini izlemeye gelen yüzlerce hayranının yoğun ısrarlarına dayanamayarak henüz yeni yaptırdığı silikon memelerini açar ve mekânda alkış kıyamet kopar. Genç şarkıcı Bülent Ersoy’un memelerini görenlerin yüzündeki şaşkınlık ve sevinç yeni bir kıtanın keşfinde yaşanan şaşkınlık ve sevinç gibidir adeta. Tabii bu durumdan rahatsız olanlar da olur. Dönemin İzmir Adliyesi’nde görevli bir savcı, meme hadisesini ciddiye alır ve toplumun ahlâkı elden gidiyor endişesiyle hemen bir soruşturma başlatır.
“Ahlâklı ve cinsiyetçi Savcı”
Savcı beyin endişesi bana pek manasız geldi. Çünkü Fuar alanının hemen yanı başında yani 9 Eylül Kapısı’nın hemen karşı sırasında ve biraz ilerisinde yani Basmane Mahallesi’nde pavyonlar ve küçük küçük evcikler bulunuyordu. Burada Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden kaçırılarak getirilen ve seks işçiliğine zorlanan çocuk yaşta kadınlar ve eşcinseller vardı. Bütün bu kişilerin yaşam haklarını güvence altına almak adına bir girişimde bulunarak onları maruz kaldıkları işkenceden kurtarmak yerine sahnede memelerini açan bir trans kadınla uğraşmak sanırım daha renkli geldi sayın savcımıza. Aynı dönemde çeşitli bulvar gazetelerinin pornografik yayınları da hak getire. Yani ahlâk elden gidiyor endişesiyle üzülen ve telaşlanan savcımız kör sağır olmuş etrafında yaşananlara.
“Kadın kıyafetleri giyen erkeklerin sahneye çıkması yasaktır”
Tabii, darbe eşcinselleri ve transları da etkileyecekti. Özellikle de sahnede memelerini açarak geleneksel aile yapısı ve ahlâk kurallarına karşı gelen tavrıyla hakkında soruşturma açılan “ahlak-sız” trans kadın şarkıcı Bülent Ersoy. Ersoy, darbe hükümetinin mahkemesine askerler tarafından tutuklanarak çıkartıldı.
Darbe hükümeti yeni bir yasayla eşcinsel ve trans bireylerin sahne yapmasını yasaklamıştı. Dönemin İçişleri Bakanı Emekli Korgeneral Selahattin Çetiner, 19 Mart 1981 tarihinde "içkili yerlerde kadın kıyafetleri giymiş erkeklerin çalışması yasaktır" genelgesi yayınladı ve artık yasaklı yıllar resmen başladı. Çıkartılan yasa ise oldukça cinsiyetçi ve aşağılayıcıydı.
“Transseksüalite vatana ihanettir”
Darbeci askerler Evren ve Şahinkaya genç şarkıcı Bülent Ersoy’u mahkemede yargılar. Ersoy, ürkek, şaşkın ve ağlayan gözlerle “suçum nedir” diye sorar mahkeme heyetine ve aldığı cevap karşısında şaşkına döner. Mahkeme, Bülent Ersoy’u “transseksüalite” nedeniyle vatan haini ilan etmiş ve vatandaşlıktan çıkarmıştı. Ancak benim kahramanım olan Bülent Ersoy, darbeci faşist askerlere karşı asla boyun eğmemiştir. Ülkesini ve milletini çok sevmesine rağmen uzun yıllar vatanından uzakta kalmak zorundadır Türkiye’nin ilk transseksüel kadını.
“O bizim iç meselemiz sizi ilgilendirmez”
Bülent Ersoy 1981 yılında Londra'ya giderek cinsiyet değişikliği için gerekli operasyonları geçirir ve Avustralya’dan Amerika’ya kadar hemen hemen her şehirde konserler verir. Bu arada Türkiye Cumhuriyeti Devleti TC vatandaşı bir erkeğin operasyon geçirerek kadın olmasını hazmedemiş olacak ki, sözde tanık ifadeleri ile Bülent Ersoy’un yurtdışına çıkarken evrakta sahtecilik yaptığı iddiasıyla da yargılar onu.
O artık dünyaca tanınan bir şöhrettir. Ülkesinden kovulan vatansız bir şöhret. Vatanını ve milletini hiçbir zaman terk etmeyen Bülent Ersoy, uzun yıllar sonra yurtdışında katıldığı bir televizyon programında kendisine yöneltilen, “neden vatandaşlıktan çıkartıldınız” sorusuna gayet kendinden emin ve net bir sesle “o bizim iç meselemiz sizi ilgilendirmez” diyerek ülkesini koruma altına alır.
“Devrimci Bülent Ersoy”
Bülent Ersoy, Türkiye tarihinin büyük devrimcilerinden birisidir bana göre. O dönem faşist askerlere karşı sözünü sakınmadı asla ve asla boyun eğmedi. 1 Mayıs alanlarında sol düşüncenin özneleri tarihe geçen diğer devrimci figürlerin ikonlarının yer aldığı koca koca pankartların yanında Bülent Ersoy'un ikonları asla taşınmadı. Çünkü sistemin erkek olması gibi devrimci figürlerin tamamı da erkekti. Kadın, erkeğin berisinde bir yere sahipken bir trans kadına devrimci sıfatı asla verilemezdi. Ancak devrimcilerin arkasından ağlayanlar ve ağıt yakanlar yine kadınlar oldu. Şimdilerde ise o kendini devrimci ve solcu olarak tanımlayanların hâlâ homofobik ve transfobik olması da kaygı verici.
“Remziye’yi Remzi yaptılar”
Peki askerî darbeyle birlikte başlayan bu kıyımlar, kırımlar ve katliamlar yanıbaşımızda yaşanırken askerî vesayet altındaki Türkiye medyası nasıl görüyordu bütün bunları? Darbeli yıllarda temeli atılan homofobi ve transfobi medyada nefret söylemleriyle yeşertilecek ve yaşatılacaktı. Hatta bu nefret söylemleri zamanla medyada nefret suçuna da dönüştü.
Dönemin gazetelerinden Tan, Beyoğlu İlçe Emniyet Amirliği'nin çok sıkça yaptığı fuhuş operasyonlarından birini sayfalarına taşıyor. 22 Mart 1986 tarihli haber Tayfun Hopalı imzasını taşıyor. Şimdilerde Vatan Gazetesi Yayın Koordinatörü olarak tanıdığımız gazeteci Tayfun Hopalı, devletin LGBTİ bireylere karşı uyguladığı şiddeti meşrulaştırmıştı. Tayfun Hopalı, Tan'da yer alan haberinde "Remziye'nin saçlarına 2 makas atıp Remzi yaptılar" manşetini kullandı. Haberin tamamında kullandığı cinsiyetçi ifadeler gazetecilik tarihine “skandal” olarak geçti. Bu haber LGBTİ bireyleri açık hedef olarak göstermişti.
“Emel Sayın gerçek bir kadın”
Nefret söylemi sadece medya ile sınırlı kalmamıştı. Sahnelere de taşınacaktı. Darbe öncesi sahnelerin assolistleri iki trans kadındı. Birisi Zeki Müren, diğeri de Bülent Ersoy. “Gerçek kadınlar” assolist olamıyor bu iki trans kadının altında ancak sahneye çıkabiliyordu. Bülent Ersoy’un vatandaşlıktan çıkartılmasının ardından İzmir Enternasyonal Fuarı, Göl Gazinosu’nda sahneye çıkan şarkıcı Emel Sayın, iddiaya göre eline mikrofonu alır ve “Şimdi gerçek bir kadın izleyeceksiniz” der ve gazinoda alkış kıyamet kopar. Temiz toplum olamadık ama ikiyüzlü toplum olduk. Düne kadar aynı sahnede Zeki Müren ve Bülent Ersoy’u alkışlayan o toplum nefret söylemini de alkışlayarak maskesini düşürmüş oldu.
80'li yıllardaki gazetelerde yer alan nefret söylemi 90'lı yıllarda da devam etti. 80 darbesiyle filizlenen homofobik ve transfobik nefret 2000’li yıllarda derecesi giderek artmış nefret suçlarına dönüşmüştü. LGBTİ derneklerinin sayısının giderek artması sebebiyle bir nebze en temel yaşam haklarını arayabilen eşcinsel ve trans bireyler için nefret yaşayan bir kâbus halindeydi. Medya maalesef ki her dönem bu nefreti tetiklemiş ve dilini değiştirmeye gayret etmemiştir.
“Transfobik sosyal medya”
Sosyal medyada ise nefret daha bir dozu artmış şekliyle karşımıza çıkıyor. Hele tanınmış kişilerin nefret söylemleri geniş kitleler tarafından fazlasıyla hızlı şekilde kabul görüyor ve destek buluyor.
Örneğin, 2013 yılında internet üzerinden yayın yapan Tayfa TV adlı yayın kuruluşunda Halil Söyletmez adlı twitter fenomeni canlı yayın konuklarıyla beraber bir telefon şakası yapıyor ki nefret söylemlerinin rekorunu kırıyor.
Halil Söyletmez’in o günkü canlı yayın konukları arasında oyuncu Halil İlter ve Eylül Öztürk de yer alıyordu. Program sırasında bir eskort trans kadın telefonla aranıyor ve canlı yayında o trans kadınla beraber kadın kimliği aşağılanıyor ve gündeme bomba gibi düşüyor. Tabii bizim pek kıymetli basın kuruluşlarımız yine sahneye çıkıyor ve suçu suçluyu aklarcasına koruma altına alıyor.
Habertürk Gazetesi internet editörü Denizhan Koçdemir, 24 Haziran 2014 tarihinde Halil Söyletmez ile bir söyleşi yaparak aslında twitter fenomenin ne kadar da sempatik olduğunu ispatlama çabasında.
Bu konu ben ve benim gibi bazı kadın gazeteciler ve LGBTİ aktivistler sayesinde yeniden gündeme taşındığı sırada CNNTürk ekranlarında gece geç saatte yayımlanan “Burada Laf Çok” adlı programda deneyimli sunucu Mesut Yar, oyuncu Anıl İlter’i konuk ederek yine bizlerin karşısında durduğu bir yanlışı meşrulaştırmış oldu. Oyuncu İlter “Burada Laf Çok” programında “benim de gey arkadaşlarım var” diyecek kadar düşmüştü.
Ancak Twitter üzerinden özür dileyen oyuncu Anıl İlter’e şarkıcı Arto da destek çıktı. Arto, “70 milyonun önünde özür dileyen bir adam var ve bunun bir anlamı olmalı” yazarak transfobinin yanında durmuştur bence.
http://www.haberturk.com/medya/haber/961625-ya-ayakkabilarim-cok-tatlisko-degil-mi
“Basketbol vs LGBTİ”
Bütün bu nefret söylemleri sosyal medyada akıp giderken bir milli basketbol oyuncusunun yazdığı bir twit LGBTİ bireylerle basketbol camiasını karşı karşıya getirdi.
“Miss Turkey kızları”
Her yıl düzenlenen güzellik yarışması “Miss Turkey” finaline katılan ve dereceye giren güzeller hakkında sosyal medyada güzellikleriyle ilgili birbirinden ilginç paylaşımlar ve yorumlar yapılıyordu. Kraliçeler “travesti” lere benzetilerek negatif yönde eleştirilmeye başlanmıştı.
Bu olumsuz eleştirilerden fazlasıyla etkilenen, psikolojisi bozulan ve fazlasıyla üzüntü duyan milli basketbol oyuncusu Engin Emre Bayav, 28 Mayıs 2014 günü Trabzon’da oynanan bir maç sonrası İstanbul’a dönerken uçakta yazdığı twit ile kafaları karıştırdı.
“Beğenmek zorunda değilsin eleştirebilirsin de ama #missturkey kızlarına travesti derken hiç düşündün mü onlarında bir ailesi olduğunu”
Yani ben bu twiti ilk okuduğumda bir milli basketbol oyuncusu nasıl böyle bir hataya düşer hiç anlayamadım. Basketbola şimdilerde ırkçılık bulaştıranlar cinsiyetçiliği ve transfobiyi de katmış oldular.
“Üç buçuk saat süren telefon görüşmesi”
Bu tepkilerin ardından gecenin bir saatinde ünlü basketçi beni telefonla arayarak ne kadar üzgün olduğunu ama yanlış anlaşıldığını anlatmaya çabaladı üç buçuk saat süren telefon görüşmemizde. Kendisine yaptığının ne kadar yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım ancak ortak bir paydada buluşamamıştık.
Engin Emre Bayav, “Ben nasıl ötekileştirme yaparım ki. Maslak’ta bulunan gay club’e her haftasonu gidiyorum. Benim çok ‘travesti’ arkadaşım var” dedi. O an camı açıp 8. kattan atlamak istemiştim ama sonra sert bir kahve içmeyi tercih ettim.
Yani darbe ile beraber yeşeren nefret, yıllar içerisinde filizlendi ve şimdi köklerini bu topraklara yaymış kuvvetli bir güç haline geldi. Ne dilimizdeki nefret söylemleri değişti ne medyanın eril dili değişti. Ne sokaklarda yaşanan nefret suçları ne de geleneksel aile yapısı ve ahlak adına işlenen cinayetler azaldı. Devlet eliyle beslenen bir nefret bugün önlenemez bir yükseliş kaydetmekte. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın bir hücreye konularak en ağır şekilde ömür boyu hapsedilmesini diliyorum. Bugün hayatlarımızdan 30 yılımızı, kayıplarımızı, sevdiklerimizi, yakınlarımızı, hayallerimizi, umutlarımızı, geleceğimizi çalan bu iki asker yaşananların sorumlusudur.
Yine de, her şeye rağmen 12 Eylül 1980 askerî darbesinden bugünlere, artık “kadın-erkek eşit değildir, fıtratına ters” düşüncesi ile yönetilen bir ülkede, 500 hafta boyunca yakınlarını bıkmadan usanmadan arayan meydanlarda her cumartesi adalet nöbeti tutan hesap soran “cumartesi insanları” nın umutları gibi bizim de umudumuz var yarınlardan.
“Nefrete inat yaşasın hayat”
Bu yazımı 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında yakınlarını kaybeden ve her cumartesi alanlarda adalet nöbeti tutan “cumartesi insanları” na adıyorum.