Durum gerçeküstü ve göz korkutucu, ama…
Demokratik olmayan bir sistemin tehditlerinden ötürü yazma ve tweet atma biçimimi değiştirmek mi? Olacak şey değil!

09.01.2015
Hafta başında Diyarbakır Terörle Mücadele ekipleri tarafından göz altına alınmamın ardından bir arkadaşım, nasıl olduğumu sormak için aradı. Ona, kapıyı açıp da karşımda terörle mücadele ekiplerini görünce afalladığımı ve sinirlendiğimi söyledim, ama hayır, korkmamıştım, ve hâlâ da korkmuyorum. Güldüm ve şöyle dedim: “Yani beni uzun süre hapse atacak halleri yok ya, bunu yapamazlar.”
Peki, yapamazlar mı?
Daha iki ay önce, “Türkiye’deki medyanın durumundan tiksiniyorum, ama yabancı bir gazeteci olarak yazdığımdan ötürü hapse atılma ya da gözaltına alınma tehlikesi olmadan özgürce çalışabiliyorum” diye yazmıştım. Bu artık geçerli değil. Adli soruşturma devam ediyor ve bir davaya dönüşebilir. Hollandalı olduğumdan ötürü hep korunduğumu hissederdim, Erdoğan’ın akredite bir gazeteci üzerinden bir AB ülkesiyle büyük bir kavgayı göze almayacağına ve bir şey olması durumunda Hollanda ya da AB baskısının bana yardımcı olacağına inanırdım. Öyle mi? Erdoğan hâlâ AB’nin ne düşündüğünü önemsiyor mu? Yoksa bu artık beni koruyamayacak bir seviyeye mi indi?
Şimdi terörle mücadele ekiplerince evden alınınca, ki hafta başına kadar söz konusu olmayacağını düşündüğüm bir seçenekti bu, belki “beni hapse atamazlar” fikrinin de bir yanılgı olduğunun farkına varmalıyım.
Fakat bunun farkına varmak dahi beni korkutmuyor. Devleti daha çok korkutmalı. Gözaltına alınmamın, büyük uluslararası medya kuruluşlarında dahi yarattığı etkiye bakar mısınız! Türkiye’nin imajı için çok kötü. Belki belli bir noktaya kadar bu Erdoğan’ın o kadar da umurunda değil, ne de olsa tüm siyaseti ile dış politikası yurtiçi tüketime dayalı. Ancak uzun vadede bu, Türkiye’nin gerçekten rol oynamak istediği, hâlihazırda zayıflamış olan uluslararası pozisyonunu etkileyecektir.
Beni bu şekilde taciz etmek, Kürt meselesine daha fazla dikkat çekmekten başka bir işe yaramıyor. Geçen yıl Hollanda’da yayımlanan ve Roboski katliamını konu alan kitabımın Türkçesi, gelecek ay İletişim Yayınları’ndan çıkacak. Devlet bütün dikkatleri benim ve çalışmalarım üzerine çekince bu kitabın daha fazla insana ulaşacağının farkına varmıyor mu? Daha çok insan katliamın arkaplanından, hükümetin bunu örtbas etmeye çalışmasından haberdar olacak ve bu katliamın geçen yüzyılda Türkiye’de Kürtlere yapılan muameleyi nasıl çarpıcı ve kusursuz biçimde gösterdiğini görecekler.
Korkmuyorum, hatta çok endişeli bile değilim. Biraz tuhaf gelebilir, ama Hollanda’daki ailem ve arkadaşlarımla aramızdaki farkı açıkça görebiliyorum. Meraklanıyorlar ve kapımda terörle mücadele ekiplerini gördüğümde hissettiğimden daha fazla panik haldeler. Bazıları ağladı bile, benim gözümdense bir damla yaş bile gelmedi.
Görünen o ki, Türkiye’de sekiz yıl yaşayınca, bu ülkenin nasıl işlediğine alışmışım. Bir gün imkânsız gibi görünen, ertesi gün gerçek oluyor, bir hafta sonra haber değerini kaybediyor. Benim durumumda, küçük ölçekte böyle oldu: Kapıyı açarken şoke oldum, ama bir saat sonra, kapının kenarına yaslanmış TEM’in dolabımı aramasını izliyordum. Saklayacak hiçbir şeyim yok, hiçbir sırrım yok, durmayın, arayın. “Bu işlerin nasıl yapıldığını görmek, ilginçmiş” diye düşündüm.
Fakat korkmuyor olmak aynı zamanda muhtemelen kendimi koruma biçimim. Durum gerçekötesi ve göz korkutucu, ama hiç de tam öyle hissetmiyorum. Süreç benim açımdan böyle işlediğ için mutluyum. Eğer kişisel sistemim farklı tepki verseydi, geriye sadece gazeteciliği yekten bırakma seçeneği kalırdı, fakat gazetecilik benim hayatım olduğundan, bu da sorun olurdu. İşimi hizaya getirmem mümkün değil. Neden mi? Çünkü o zaman tam olarak neyi hizaya getireceğimi bilemem de ondan. Devleti ne tetikler? Neyi aleyhimde kullanırlar, neyi kullanmazlar? Eğer ille de beni alacaklarsa, alırlar. Aralarından seçebilecekleri binlerce tweet ve onlarca köşe yazım var.
Bu, Kürt hareketinin başına gelenlerle ilginç bir benzerlik taşıyor. Dosyama konan tweetlerden biri, Kobani sınırında bir Kürt gencinin PKK ve Öcalan bayraklarını sallarken çekilmiş fotoğrafıydı. Öcalan bayraklarını açıkça yasaklayan bir kanun yok, sadece kapsamı bir hayli geniş terörle mücadele kanunu var, dolayısıyla eğer bayrağı sallarsanız “terörist örgüt propagandası yapıyorsunuz” demektir. Ama bu her zaman uygulanmıyor. Diyarbakır’daki birçok gösterinin haberini yaptım. Öcalan bayrağı her zaman oradadır ve polis bunu, gösterileri yasaklama ya da göstericilere bibergazı sıkmanın gerekçesi olarak kullanır. “Uyarıyoruz, bayrağı indirin.” Tabii insanlar indirmez ve ardından gaz gelir. Ama her zaman değil. Bazen polislerin bir gösteriye müdahale etmemek için nedenleri vardır ve o zaman da bir anda Öcalan bayrakları hiç sorun teşkil etmez hale gelir.
Bu gelişigüzellik çok önemli. Tıpkı Kürt hareketi gibi ben de gelişigüzelliğe uyum sağlayamam. Benim için yapabilecek tek şey, yaptığım ve inandığım şeyi yapmaya devam etmek. Fakat uyum sağlayamayacağım tek şey gelişigüzellik değil. Tıpkı Kürt hareketi gibi, haksızlığa da uyum sağlayamam. Demokratik olmayan bir sistemin tehditlerinden ötürü yazma ve tweet atma biçimimi değiştirmek mi? Olacak şey değil! Bir terör örgütünün propagandasını yapmıyorum, evrensel ifade özgürlüğü hakkını kullanan bir gazeteciyim. Beni susturmak, ne denerlerse denesinler imkansız olacak – sözüme kulak verin.
Çeviren: Zeynep Nuhoğlu