Gazete ve tv’lerin yazı işleri açıkhava hapishanesine dönüştü
Otosansür, gazetecinin kendisini hapsetmesinden başka bir şey değildir
26.02.2015
Cenevre İnsan Hakları Zirvesi her sene BM İnsan Hakları Konseyi toplantısına öncülük eden bir sivil toplum buluşması.
20 kadar insan hakları örgütü tarafından destekleniyor, diplomasi, akademi camiası ve medya tarafından da dikkatle izlenip not ediliyor.
Bu yıl 7. buluşma gerçekleşti.
Davetliler arasında P24 de yer aldı.
Platformumuz adına burada medya özgürlük ve bağımsızlığının Türkiye'de karşılaştığı ciddi ve gitgide derinleşen sorunlarla ilgili olarak burada ayrıntılı bir konuşma yaptım.
Aslına bakılırsa, konuşmacıların çoğunun serbest seçimlere, en temel hak ve özgürlüklere önem vermeyen Kuzey Kore, İran, Küba veya Çin gibi ülkelerdeki insan hakları aktivistleri arasından seçildiği bir kapsamlı zirvede Türkiye'nin de yer alıyor olması, Türkiye'deki 12 yıllık AKP tecrübesinin gelip, dönüp dolaşıp en köklü sorunlara saplanıp kalması yüzünden üzücü, kaygı verici olduğu kadar anlamlı da.
P24'ün davet edilmesinin altında yatan neden – zirveyi düzenleyen ekibin bana açıkça anlattığı üzere – demokratikleşme süreçlerinde ana hayat damarını oluşturan medya özgürlükleri ile bağımsız haberciliğin, gazeteciliğin ta kendisinin, ev sahiplerinden birinin son derece isabetle vutguladığı gibi 'ölüm döşeğinde' olması.
Öyle anladım ki, bu tespit Türkiye'nin hikâyesini yakından izleyen demokratik ülkelerin sivil toplum kesimlerinde kesin kabul görmüş durumda.
İran'da kadın hakları mücadelesinin anlatıldığı, Nijerya'da Boko Haram'ın DAİŞ'den de fazla insan katlettiğinin hatırlatıldığı; Çin, Venezuela, Rusya ve Kuzey Kore'den yürek paralayıcı eziyet ve zulüm anlatımlarının paylaşıldığı zirvede, Türkiye'de gazeteciliğin bir meslek olarak hiçleştirilmeye çalışılmasının hikâyesi, belki size şaşırtıcı gelebilir, aynı ölçüde ilgi ve dikkatle izlendi.
Zirvenin ana oturumunda kürsüden yaklaşık 500 kişinin oturduğu salona seslenirken, şu noktaların altını çizdim:
– AB ile hâlâ üyelik müzakere eden, NATO başta en az 30 Batı kurumuna üyeliği sürdüren, sosyal dokusu kıpır kıpır olan Türkiye iç karartan birçok otoriter yönetimden çok başka bir yerde, halen sürmekte olan, ilgi çekici, adeta bir gerilim filmi gibi bir hikâye üretiyor. Bu hikâye son derece önemli, çünkü nasıl bir sonuca ulaşırsa ulaşsın, etkileri aynı ölçüde büyük olacak.
– Ancak, şu anda bu hikâyenin bir drama dönüştüğü bir noktadayız. En azından henüz tek kişinin tahakkümü altına sürüklenmiş, otoriter veya diktatörlük ile yönetilmiyor olsa bile, bu zirveye katılan kapkaranlık diktatörlüklerden farklı bir kategoride olsa bile, 12 yıldır heyecanla izlenen macera, bize o tür bir 'güzergâha' yönelmenin tüm alarm işaretlerini veriyor.
– Türkiye bir demokrasiye geçiş sürecinde güçlü beklentilerin, ama özellikle son birkaç yıldır sönen hayallerin ve hüsranın merkezine oturdu. Topluma başta vaat edilen demokratik bir anayasaya dair bırakın hamleyi, niyetten dahi eser yok.
– Aksi yöndeki gelişmeler, demokratik arayışlardan bir nevi U dönüşünü, kazanımların bile bile kaybedilmesini gösteriyor. Bunun en güçlü örneği, Meclis zeminine kan dökülmesine yol açan, orayı bir savaş alanına çeviren İç Güvenlik Yasası, kimilerine göre bir polis devletine, kimilerine göre bir tek parti devletine gidişi işaret ediyor. Ve kimse, bu gidiş böyle mi sürecek yoksa aklı selim galip gelerek demokrasiye doğru yeniden dümen mi kırılacak, kestiremiyor.
– İktidarın tek bir kişi etrafında tahkim edilmesi gayretleri hız kazanırken, ülkede iki meslek üzerindeki siyasi baskı artık dayanılmaz boyutlara erişti. Varlık nedeni açıkça hedef alınan ve esasen çekirdeğini 'bağımsızlık' vasfının oluşturduğu bu gruplar, başta yargıçlar olmak üzere yargı mensupları ile gazetecilerdir. Yani, bir demokrasinin dörtlü temel sacayağı olan Üçüncü Kuvvet (Yargı) ve Dördüncü Kuvvet (Medya), lafı hiç dolandırmayalım, 'açık ve yakın tehlike' altındadır.
– Ben buraya, mesleğimin içine sürüklendiği varoluş kavgasını sizlere anlatmaya geldim. Buraya gelen katılımcıların tüm mücadelesini yüce buluyorum. Ama ben bir gazetecinin bir alan hariç aktivist olmaması gerektiğini, halkın haber alma hakkına hizmetten sapmaması gerektiğini savunageldim. Bir alan hariç. O da mesleğimizin bağımsızlık ve özgürlüğünün, anayasalara dayalı haklarının kısıtlandığı, çeşitli metodlarla diz çöktürülmeye çalışıldığı süreçlerde, her gazeteci sadece mesleğin bekası ve selameti adına aktivizmi benimsemelidir. Bugün Türkiye'de yaşanan, gazetecileri giderek bir varoluş kavgası çevresinde toplayan da budur.
– Medya özgürlüğü elbette ki ifade özgürlüğünün geniş nehir yatağı üzerinden akar. Ama ikisi, birbirlerini kısmen kapsasa dahi, aynı şeyler değildir. Bugün bu salonda herkes potansiyel bir blogcu olabilir. Kanaat ve yorum kolaydır, ama habercilik, haber hazırlayıp vermek, kamuyu haberle bilgilendirmek zordur. Biz medya özgürlüğü dediğimiz vakit, esas olarak bunu anlamalıyız. Bunu mutlaka bir yere not edin. Çünkü bugün diktatörlüklerle otoriterleşen rejimler, esas olarak halka gerçeklerle ilgili haberlerin önünü kesmeye öncelik veriyorlar. Bilgiye karartma uyguluyorlar.
– Bu zirvenin afişinde 'Türkiye: Gazeteci hapsetmede dünya şampiyonu' ibaresini gördüm. Bu, 2015 itibarıyla geçerliliğini yitirmiş bir ifade. Klişelere kendimizi kaptırmayalım. Evet, 2008-2014 arasında Türkiye gerçekten de öyleydi, ama iki uluslararası gazetecilik örgütü, Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) ve Gazetecileri Koruma Örgütü (CPJ) son verilerinde, bir zamanlar 100'ü aşmış olan sayının şimdi 0 ile 7 arasında bir yerde olduğunu ilan ettiler.
– Bunu doğru veri olarak kabul etsek bile, Türkiye'de mesleki varoluş şartlarının bırakın düzelmesini, tam tersine çok daha ağırlaştığını görüyoruz. Gerçekten de, RSF, ülkenin özgürlük endeksindeki yerini 154'ten 149'a yükseltmiş olsa da, hapiste gazeteciler dışında her kriterde durumun daha kötüleştiğini duyurdu.
– Bu, şu demek: Türkiye'de medyayı iyice ezen, yokoluşa doğru adım adım iten sebepler çok daha derinde. Ben ve bazı meslektaşlarım yıllardır şunu anlatmaya çalıştık: Bu ülkede bir gün hapiste hiç gazeteci kalmadığında problem de kalmadı diyebilecek miyiz? Asla.
– Peki, olan nedir? Olan şudur: Türkiye gibi, Macaristan gibi serbest seçimleri sürdüren, ama iktidarları hızla otoriterliğe meyleden ülkelerde yöneticiler, gazeteciyi hapse atmanın müzmin başağrısı yaratttığını artık anladılar, bu yüzden de çok daha sinsice, kurnazca yöntemleri geliştirdiler. Bunun ustaları oldular. Onlar için önemli olan, bireysel olarak şu veya bu gazeteciyi cezalandırma yoluyla caydırmak yerine, kurumların bağımsız habercilik yapmasının önünü kesmek. Olan da budur.
– Gezi Park protestoları ile başlayıp 81 ilin 79'una yayılan olaylar sırasında bu uygulamanın ne kadar başarılı olduğu görüldü. İktidardan aldıkları kabarık kamu ihaleleri, kendilerine havuç olarak sunulan milyarlık iş sözleşmeleri ile açgözlülükleri tavan yapan medya patronları, ister bu hükümete siyaseten yakın olsunlar ister sempati duymasınlar, sahip oldukları kurumlarda haberciliğin bağımsızlığını yok etme amacında iktidarla mutlak bir işbirliği kurdular. Bunun sonucu, ülke tarihinde eşine rastlanmayan yaygınlıkta, korku ile beslenen bir otosansür dalgası oldu.
– Otosansür bugün medyanın gündelik normal uygulaması, ve çalışma kültürü olmuştur. Haberin halka ulaşamadığı, gerçeklere adeta 'sokağa çıkma yasağı' konduğu bir süreç, Türkiye'deki demokrasi arayışlarının önüne set çekmiştir. Bir başka deyişle, hem halkın anayasal haber alma hakkı hem de basının anayasal haber verme hakkı yok edilme noktasına gelmiştir.
– Bugün, sektörün yüzde 80'ini oluşturan merkez medyada her gazete ve kanalın yazı işleri, yani mutfakları, birer açık hava hapishanesidir. Hapiste mesleği nedeniyle bir gazeteci bulsak da elbette üzülüyoruz, ama ujnutmayın: Otosansür, meslek haysiyetine önem veren herhangi bir gazeteci için 'kendi kendini hapse atmak'tan başka bir şey değildir.
– Buna bir de sansürü ekleyin. Haberlere getirilen yasaklar, gazetecilerin haber toplamasına çıkarılan engeller ve hapis ile sonuçlanmayacak olsa dahi, mesleki icraattan soğutmak ve caydırmak amacı taşıyan soruşturmalar, iddianameler…
– Resmî sansürle de beslenen, ama en vahimi otosansürle iyice felç olan bir gazetecilik, Türkiye örneğinde bize şunu gayet açık anlatıyor: Gözlerimizin önünce bir kilit mesleğin DNA'sı ve bir kilit sektörün genleriyle pervasızca oynanıyor. Bunun sonu, her türlü demokratik arayışa veda ile biter. En kaygı verici olan da budur.