Geriye kalan

Hakikati nerede bulacağız? Devletlerin çok amaçlı resmî anlatılarında değil elbette. Hakikat, insan hikâyesidir. Devreden değerler mirasındadır.

KARİN KARAKAŞLI

08.01.2024

Kimi fiillerin birbiriyle sarkaç ilişkisi var. Giden biri ya da bir şey olduğunda beri tarafta biri ya da bir şey kalır. Zaman geçer, tortusu kalır. O kalış, kocaman dalgaların çarptığı kıyılarda biriken yosun, taş, kabuk ve canlılardır. Ömürden geriye kalan anlar, hafızamızın pürtüklü haritasıdır.

Geçmeyi de kalmayı da zamandan öğreniriz. Sıkıysa öğrenme zaten. Aynı müfredat kerelerce karşına gelir, ta ki ayana kadar. Artık kaç yanılgı, kaç hayal kırıklığı, kaç ihanet, kaç hezimet gerekiyorsa o kadarını toplarsın. Sonra bir gün o muhteşem meşguliyetlerin, vazgeçilmez sandığın rutinlerin dindiğinde, böyle hayatın dışarlıklısı olarak bakabildiğinde etrafına ve kendine, dank eder. Kocaman bir desen var karşında.

Desen dediğin elbette bir elindeki ipliklerle örülmüyor. Hatta Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yaşadığım Gibi eserinden sıklıkla alıntılanna ve artık damga yerine kullanılabilecek “Coğrafya kaderdir” sözünü temel alırsak, ana hatlar gıyabımızda oluşuyor. Tanpınar’ın II. Dünya Savaşı Almanyasına odaklanan metninden zaman ve mekân yani tarih ve coğrafyaya dair şu tespitleri buluşturayım ben de:

“Savaş silahın zaferiyle bitti. Barış aklın temiz duygunun zaferiyle kazanılabilir. İyi bir barış yapmak için bu zaferi insanlığın kendi nefsine karşı kazanması ilk şarttır. Demokrasiler gibi yerleşmiş gelişmiş rejimlerle diktatörlükler arasındaki fark şuradadır: Birinciler zaman faktörünü en tabii bir iş arkadaşı olarak kabul ederler. Zaman içinde kurulduğundan zaman içinde devam etmek kendilerine yeter. Gelecek nesillerin iş ve sorum payını ayırırlar. Diktatörlükler ise her şeyin kendi ömürlerinde olup bitmesini isterler… Coğrafya bir kaderdir. Bu demektir ki bunun gereklerini kabul etmek ona ayak uydurmak şartıyle onunla iyi kötü uzlaşılabilir. Fakat bu şartları büsbütün unutanlar için perişanlık mukadderdir.”

Daha ne olması lazım?

Kader denilen aslında farklı yolu denemek yerine ısrarla düz duvara toslama inadı. Kişisel ve ona bağlı olarak toplumsal hayatta en zoru, alışkanlıkları değiştirmek. Bir şeye alışınca, onun sağlıksız hatta basbayağı zararlı olduğunu bilsen de yerine başka bir şeyi yerleştirmek küçük bir devrime dönüşüyor. Alışkanlığın salgıladığı uyuşturucu gücün etkisi bu. Başka türlüsü mümkün hatta hayrına olacak ama yarın da bir gün sayılır. Sonra denersin, olur biter. O sonra, erteleme sanatının başladığı ve bittiği yerdir.

Toplumsal ataletin öğretilmiş çaresizlikle evrildiği kayıtsızlık en acıklı eşik. Hiçbir yere vardırmayan, geri dönmeyi bile beceremediğin bir sabit nokta. Dur durabildiğin kadar. Sen oraya getirildiğinde artık erk istediğini yapabilir. O ki artık şaşma, isyan etme ve en önemlisi karşı harekete geçme reflekslerin tükenmiştir. Kurumlar çöker, sen öyle bakarsın.

Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay hakkında verdiği “hak ihlali” kararına ikinci kez uyulmamasına hükmettiğinde olan da buydu. Yargıtay 3. Ceza Dairesi, bir kez daha “hak ihlali” kararının hukuki değeri olmadığını ilan ederken,

aslında Anayasa Mahkemesi’ni yeniden hükümsüz kıldı. Özünde herkesi ve her kurumu bağladığı varsayılan anayasayı da.

Gezi Parkı davasından 18 yıl hapis cezası alarak tutuklanan ve 14 Mayıs Genel Seçimleri’nde TİP’ten Hatay milletvekili seçilen Atalay’a reva görülen hukuksuzluk Yargıtay Başkanlığı açıklamasında bir de AYM’nin “hukuk sistemini kaosa sürükleyen kararlar aldığı” iddiasıyla taçlandı. Ha istendiği kadar Anayasa’nın 148. maddesinde güvence altına alınan bireysel başvuru hakkının, 67. maddesinde güvence altına alınan “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı”nın ve 19. maddesinde güvence altına alınan “kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı”nın ihlal edildiğine karar verilmiş olsun, vardığımız nokta en yüksek yargı organının hukuka aykırı davranmakla suçlanması ve geçersiz kılınması.

Tarihi temize çekmek

Tam buraya Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Kobanê Davası savunmasını koymanın ve sarkacı kurmanın da zamanı.  IŞİD’in Kobanê’ye yönelik saldırılarına karşılık 6-8 Ekim 2014 tarihinde gerçekleşen protesto eylemleri gerekçe gösterilerek, HDP eski Eş Genel Başkanları ve Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyelerinin de aralarında bulunduğu 18’i tutuklu 108 kişi hakkında açılan Kobanê Davası’nda Demirtaş’ın günlere yayılan savunması, yakın tarihin temize çekilmiş yazımı olarak okunabilir. Nitekim davanın siyasi anlamına değin saptaması da bunun işareti zaten: “İkinci Cumhuriyetin ideolojik hattı bu dava üzerinden kurulmaya çalışıyor. Bu dava ile Kürtler üzerinden, Gezi Davası ile de sosyalistler üzerinden İkinci Cumhuriyetin ideolojik hattı kurulmaya çalışılıyor. Bu dava uzatılmaya çalışıyor ama aslında iki cümledir. Türk’sen övün, değilsen itaat et”. Yüzyılın özeti budur. Siz Türk olarak övünüyor musunuz bilmiyorum ama biz Kürtler olarak itaat etmiyoruz. Birlikte yaşamaya varız ama bu zihniyete karşı sonuna kadar direneceğiz.”

Savunmasını 31 Aralık’ta kaybettiği babasına ithaf eden, rehin siyasi tutsaklara zulüm olarak dayatılan vedaları da sırtlayarak cenazeyi; acıyı ve yası bilenlere emanet eden Demirtaş’ın yasaların da ötesinde vurguladığı etik değerler ve erdemlilik sözleşmesi felsefi ağırlığıyla da ele alınmayı hak ediyor. Elbette bu sözlerle uzun uzun ve muhasebe ederek baş başa kalmaya hazır olanlar için.

Hendek operasyonlarıyla 15 Temmuz darbe girişimine nasıl zemin hazırlandığını gösteren, 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin çizgisinin kazandığı başarının nasıl tehdit olarak görüldüğünü ve sonraki AKP-MHP ittifakının harç malzemesine dönüştürüldüğünü anlatan Demirtaş, Paul Auster’in, “Yalanı geri alamazsın, gerçek bile yetmez bile buna” sözlerine atıfta bulunurken esası gösterdi bir kez daha:  “Bu kumpas davasında saf katışıksız bir yalan var. Biz yıllardır gerçekleri anlatarak yalanı anlatmaya çalışıyoruz. Yalanın geri alınamayacağını biliyoruz. Bu yalanın sahiplerinin mazoşistçe bir haz aldıklarını biliyoruz. Biz de boyun eğmeden, acılarımızı bal eyleyerek duruşumuzu koruyacağız. Tarihi yalanları bir kez daha ifşa edeceğiz.”

Yılın sonuna ve bir diğerinin başına denk gelen günlerde bende geriye kalan bunlardı. Ve yine aynı bağlamda hatırladığım Tarih-Coğrafya başlıklı eski bir şiirim:

Kimse ilk basmaz bir toprağa

Sırtlanırsın geçmiş ruhları

Tanrılar Tanrıçalar da bir

zaman sen gibi canlardı

İçinden geçer hepsinin gücü, zaafı

Aşağıda toprağın üzerinde

kafilelerce çoğaldı

ölü ölümlüler

Gıkları çıkmadı

Allah’ın unuttuğunu kimse anımsamadı

 Tarihimsin bir miktar kabul

ama coğrafyam değil

Yer kaplayanların adıdır coğrafya

ve kalmak yürek ister

Ölülerimle kaldım coğrafyamda

Sen kendini inkâr ettin

resmî oldun, hakikatinden boşaldıkça

 Hayatımla kaldım coğrafyamda

kendi tarihimi yazmaya

Hakikati nerede bulacağız? Devletlerin çok amaçlı resmî anlatılarında değil elbette. Hakikat, insan hikâyesidir. Devreden değerler mirasındadır. Hayatın absürt gerçekliğini kavramak üzere yaratılmış sözlü tarihtedir. Bir şarkıda, tarih kitaplarının kapsayamadığı bir halk ruhunu, coğrafya feryadını sunan damar damar bir romanda, bir destanda, bir masalda, gecenin karanlığında bebeklere usulca mırıldanılan bir ninnidedir. Hakikat, uğruna biriktirdiğimiz bütün deneyimlerle baktığımızda bize görünen şeydir. Daha azı değil.

Yaşlandıkça insanın zamanla ilişkisi de değişiyor. Ayların ismi, mevsimler, yılların son hanedeki rakamları göz kırpımlık bir anda değişirken kaydetmeye dolayısıyla da hatırlanmaya değer anların ne kadar az, nasıl da sayılı olduğunu fark ediyorsun. Rutinden kurtardığın, gözünün parladığı, hayatla bir hissettiğin anlar bir avuçluk kum gibi. Yani koca ömründen bir kum saati yapmaya kalksan işte akıp duracak olan hakkı verilmiş zaman oradaki kum taneleri kadardır.

Bir ömürden mekânlaşan zamanlar kalıyor geriye. İradeni hissettiğin, kendinden razı geldiğin zaman. Kimsenin dokunamayacağı bir öz. Kendine verebildiğin o söz. Hepsi bu kadar.