Fotoğraf: Flickr

“Engelliliğin” Dünü ve Bugünü

“…devletlerin aynı zamanda ayrımcılığın dolaylı biçimlerini önlemeleri ve eşitliği sağlamak üzere başka önlemler de almaları gerekir.”

MESUT VARLIK - SÜLEYMAN AKBULUT

04.12.2023

Türkiye’de engellilerin tarihini yazmak imkansız derecesinde zordur. Elde ne yeterli çalışmalar mevcuttur, ne de o çalışmaların yapılmasına izin verecek arşiv söz konusudur. İğneyle kuyu kazsanız da devletin unutmakla veya kayıtsızlıkla karşılayacağı arşivlerinden pek bir verim alamazsınız. Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği’nin (TOHAD) 2013-2021 yılları arasında düzenli olarak hazırladığı “Engelli Hakları İzleme Rapor”ları bu boşluğun tadilatı için literatürün önemli kaynaklarından biri.

Son rapor, “Yoksulluk Ekseninde, Mevzuattan Uygulamaya Engelli Hakları İzleme Raporu – 2021” Türkiye’de engellilerin nereden nereye geldiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Engelliler, toplumun diğer kesimleriyle karşılaştırıldığında, haklara erişim konusunda “eşit olamama” sorunu sebebiyle yaşamın ekonomik, sosyal, kültürel alanlarında dezavantajlı durumlar yaşamaktalar. Bu sorunlar, onların yaşamına bağımsız yaşayamama, kamusal hizmetlere erişememe ve “ekonomik bağımsızlığını sağlayamayan” büyük bir çoğunluğu bakımından insan onuruna yakışır koşullarda yeterli yaşam standartları içerisinde yaşayamama sorunu olarak yansıyor.

Bu durum, engellilik sorununun bedene indirgenecek bir “fonksiyon kaybı” (sakatlık) sorunu olmadığını; tam aksine onun dışındaki dünya tarafından yaratılan koşulların yansımasının bir sonucu olduğunu ortaya koyuyor. Engellilik hali, aynı zamanda sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bir durumun da yansıması. Böylece genel anlamda, engelli bireyin içinde bulunduğu dünyadaki konumlanış koşulları onun engellilik içeriğini de belirliyor.

Şüphesiz ki engellinin dünyadaki konumlanış koşullarını belirleyen birçok faktör söz konusu. Bunlar; toplumsal önyargı ve tutumlar, ülkenin hukuk ve demokrasi bakımından sahip olduğu seviye gibi birçok faktöre bağlılar. Ancak bu faktörlerin içinde biri var ki diğer bütün faktörlerle doğrudan doğruya, bağımsız bir biçimde etkileşime girmesi ve onu etkilemesi bakımından stratejik öneme sahip. Yoksulluk-varsıllık faktörü olarak tanımlayacağımız bu faktör, hem engellinin mikro ölçekteki dünyanın koşullarını hem dahil olduğu makro ölçekteki dünyanın koşullarını belirlemekte ve bu iki dünyadaki olumlu-olumsuz bütün koşullar, yaşamın her alanındaki standartları belirlemekte.

Nitekim, ülke geneline yayılmış bir yoksulluğun olduğu ortamda, yasalar bir hak olarak tanımlanmış olsa bile engelli bireylerin istedikleri kişisel hareketlilik cihazlarına erişememesi, rehabilitasyon hizmetlerini alamaması, istediği konutta istediği koşullarda yaşayamaması, asistanlık destekleri alamaması, kaliteli içme suyuna, gıda ve giyim malzemelerine ulaşamaması sonucunu doğuracaktır.

Dolayısıyla yoksulluk, engelli bireylerin sorunlarının neredeyse tamamını –tıpkı erişilebilirlik teknoloji ve uygulamaları gibi– yatayda kesen bir unsurdur. Ancak, en azından şimdilik, hak temelli çalışan 22 engelli hak alanında çalışan STK, bugün artık Türkiye’deki engelli haklarının İnsan Hakları ve Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi kapsamında hak alanlarının halihazırdaki durumlarının takibini, saptamasını, hak savunusunu yapmak üzere bir araya gelen ve bileşenleri arasında bir hiyerarşi bulunmayan ve STK’ların kendi eylemlerini bağlamayan, yatay yapılanmış bir STK Platformu olarak Türkiye’de yaşayan tüm engellilerin yaşam haklarını savunmak ve yaşam kalitelerini yükseltmek için birlikte çalışmaya karar vermişlerdir.

Engellilerin ekonomik, sosyal ve kültürel yaşama katılımı; toplumun ya da kamu idarelerinin “ebeveynlik” hiyerarşisi içerisinde ele alınamayacak, “yardım” ya da “dayanışma” modelleriyle çözülemeyecek, sadece ve sadece hak ekseninden ele alınabilecek bir insan hakkı alanıdır.

Aralarında engelliliğin de bulunduğu, toplumun diğer kesimlerinin, politik, sosyolojik, ekonomik eğilimlerinin etkisiyle, çoğu zaman kamu gücü üzerinden ötelenen, ayrımcılığa uğrayan tüm dezavantajlı kesimlerin maruz bırakıldığı ayrımcılık ve diğer kesimlerle “eşit olamamaktan” kaynaklanan hak kayıpları; politik olarak inşa edilen bir süreç olduğu için çözümlerin de ancak ve ancak hak temelli bir perspektifle çözülebileceği açıktır.

Ancak diğer yandan, dezavantajlı grupların haklarının kazanımı yönünde yapılacak savunuculuk çalışmalarının en temel sorunu; öncelikle içinde bulundukları toplumu, sonrasında kamu idaresini “ikna etme” sorunudur. Zira tarih boyunca, çeşitli ayrımcılık türlerine karşı verilen mücadelelerde de görüleceği üzere, ayrımcılığın toplum ve kamu idareleri tarafından kabul ve bertaraf edilmesi konusunda ciddi bir dirençle karşılaşılmıştır. Bu yüzden dönüşümler de zaman almış, uzun uğraşlar gerektirmiştir.

XX. yüzyıl, insan hakları konusunda verilen hak temelli mücadeleler bakımından önemli değişiklikleri içermiştir. Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB) vb. uluslararası örgütlerin oluşması, bu örgütlerin uluslararası sözleşmeler, bildirgeler vb. evrensel hukuk metinleri oluşturarak gelişen evrensel hukuk kavramlarını devletlerin daha çabuk benimsemesini sağlamıştır.

BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, BM Ekonomik ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) gibi sözleşmeler yukarıda ifade edilen konuya yönelik tipik örneklerdir. Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi (BM EHS), XXI. yüzyılın ilk sözleşmesi olması ve hazırlanış sürecinde engelliler ve engelliler konusunda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının (STK) etkin rol alması bakımından, örnek verilen sözleşmeler içerisinde en özgün sözleşme olarak evrensel insan hakları mücadelesi tarihinde yerini almıştır. BM EHS, engellilerin hayatına (yaşadığı ülkenin koşullarına göre) değişen oranlarda olumlu anlamda katkı sağlamıştır.

Ancak kabul edileceği üzere, engellilerin maruz kaldığı ayrımcılık ve eşitsizliğin tek kaynağı politik ve sosyolojik koşullar değildir. Özellikle küreselleşme ile daha da keskinleşen, dijitalleşme ile hassaslaşan ekonomik ilişkilerin ülke, bölge ya da küresel ölçekte ürettiği ekonomik krizler, aralarında engellilerin de bulunduğu dezavantajlı grupların yaşamlarını daha belirgin ve şiddetli bir şekilde etkilemektedir. Gerçekten de engelliler, bir ülkede yaşanan ekonomik krizlerden hem engellilik nedeniyle katlanmak zorunda oldukları ekstra maliyetler, hem de eğitim, istihdam, ulaşım gibi alanlardaki dezavantajları yüzünden daha fazla etkilenmekteler.

Kuramsal Çerçeve

İnsanlık tarihi boyunca sakat bireylerin toplum yaşamı içerisinde konumlandırılışı döneme, toplumsal örgütlenmeye, sosyopolitik duruma göre değişim gösterdi. Özellikle son 80 yılda, olumlu anlamda değişim göstererek sakat bireylerin sorunlarını ele alış biçimi özelleşti ve spesifik kategorideki insan hakları merkezine çekildi.

Bu bağlamda tarih kayıtları incelendiğinde, tarihte ne kadar geriye gidilirse, sakat bireylerin konumunun o kadar kötüleştiğinin ipuçlarına rastlanmakta. Bu bağlamda sakatlığa dair ilk ayrıştırıcı yaklaşımların izlerine M.Ö. 1300’lü yıllarda yazıldığı düşünülen Tevrat’ta yer alıyor:

(16) RAB Musa’ya şöyle dedi: (17) “Harun’a de ki, ‘Soyundan gelecek kuşaklar boyunca kusurlu olan hiç kimse yiyecek sunusu sunmak üzere Tanrısı’na yaklaşmasın. (18) Kusurlu olan, sunağa yaklaşamaz: Kör, topal, yüzü arızalı, organlarından biri aşırı büyümüş, (19) kolu veya ayağı kırık, (20) kambur, cüce, gözü özürlü, uyuz, yarası kabuk bağlamış ya da hadım. (21) Kâhin, Harun’un soyundan bu kusurlara sahip hiç kimse RAB için yakılan sunuyu sunmak üzere sunağa yaklaşmayacak. Çünkü kusurludur. Tanrısı’na yiyecek sunusu sunmak üzere sunağa yaklaşamaz. (22) Böyle bir adam Tanrısı’na sunulan kutsal ve en kutsal yiyecekleri yiyebilir.

Tevrat’ın “Levililer” isimli bölümündeki 16-22 kısımlarında geçen bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, sakatların –kusurlu oldukları için– yiyecek sunuları yapmak üzere tapınağa giremeyecekleri ifade ediliyor. Günümüzden yaklaşık 3 bin 300 yıl öncesine uzanan bu metin, bir anlamda, sakatlığın kusurluluk durumu olarak değerlendirildiğini ortaya koyuyor. Ancak, sakat bireylerin sakatlıkları sebebiyle, dışlanma ya da ötekileştirilmenin ötesinde uygulamalara muhatap oldukları da biliniyor.

Tarihsel Açıdan Sakatlık

Antik Yunan uygarlığındaki Sparta toplumu askerliğin, bedensel bütünlüğün, sağlıklı ve kusursuz olmanın yüceltildiği bir toplumdur. Bedeninde sayrılığı, yani eksiklik ya da hastalık bulunan çocuklar toplumdan dışlanmıştır. Zira Sparta toplumuna göre “Spartalı yurttaşın tek işi, doğuştan başlayarak, alıştırıldığı savaştı. Sayrılı çocuklar, oymak başlarının denetlemesinden sonra, korunmasız, savunmasız olarak bir köşeye atılırdı. Ancak sağlam olduğuna karar verilenlerin yetişmesine izin verilirdi.”

Sparta toplumundaki bu uygulama, Spartalıların yendiği topumun bir ferdi olan Platon’un düşüncelerini etkilemiş ve onun devlet kuramında, sakat bireylerin toplum yaşamından dışlanmasını içeren bir perspektif oluşturmuştur. Bu bağlamda, sakat bireylere farklı yaklaşım sergilenmesi doktrinde yer alır hale gelir.

Antik Yunan’da ortaya atılan devlet kuramlarından en önde geleni olan Platon’un Devlet isimli eserinde, bu durumun izlerine rastlarız. Platon, Devlet kuramında, kadın-erkek eşitliğine neredeyse modern çağdaki yaklaşımlara yakın sayılabilecek bir perspektifle bakarken, sakat bireyleri toplumdan dışlanması gereken insanlar olarak tanımlar.

İnsanların besledikleri hayvanların en gürbüz ve güçlülerinin çiftleştirilmesi metaforundan hareket ederek, toplumdaki en seçkin kadın ve erkeklerin çiftleştirilmesini savunan Platon bu durumu: “Her iki cinsin de en iyilerinden en fazla, en kötülerinden de en az çiftleşmek gerekir. Ayrıca en kötülerin değil, en iyilerin çocuklarını büyütmeliyiz ki sürünün cinsi bozulmasın” diyerek özetler. Ancak Platon, her ne yapılırsa yapılsın, sakat bireylerin doğumlarının engellenemeyeceğinin da farkında gibidir. Bu bağlamda, toplum içerisinde hangi çocuğun korunup özel olarak bakılması gerektiğini, hangi çocuğun dışlanıp yok sayılması gerektiğini belirleyecek bir sistem de öngörür. Buna göre ideal devlette bir kurul oluşturulmalıdır. Sonrasında ise “Kurul, en seçkin yurttaşların çocuklarını bir yuvaya yerleştirir, onları şehrin belli bir semtinde oturacak bakıcı kadınlara teslim eder. Seçkin olmayan yurttaşların ve daha başkalarının doğuştan bir eksikliği olan çocukları da gözden uzak uygun bir yerde bakılır.”

Sakatlara yönelik ayrımcılığın ya da toplumun diğer kesimleriyle eşit olamama halinin, insanlık tarihinin en ücra dönemlerine kadar dayandığı, sakatlığın kölelikle birlikte insanlığın yarattığı ilk ayrımcılık türlerinden biri olduğu açıkça ortada. Diğer yandan, uygulamada kölelerin özgürlüklerini alabilme hakları korunurken engellilerin, Sparta örneğinde olduğu gibi, ölüme terk edilmesi, sakat bireylerin durumunun kimi hallerde kölelerden daha ağır koşullar içerdiğini ortaya koyuyor. Bu değerlendirmenin bir sonucu olarak da, engellilere yönelik ayrımcılığın (kölelik kurumu ile birlikte) diğer ayrımcılıkların atası olduğu, diğer ayrımcılıklara kuluçkalık ettiğini söylemek de yanlış olmayacak.

Sakatlara yönelik bu politik tutum –Platon’un Devlet’i üzerinde yapılacak irdelemede görüleceği üzere– hayatın sağlam insanlara göre planlanması ve tasarlanması, beraberinde ideolojik bir kimlik inşasını da getirmiştir. Yani “sakat olmayan kişileri kollayan bir ideoloji ve buna eşlik eden bir yaşam düzeni olarak ‘sağlamcılık’ da sakatların maruz kaldığı bir ayrımcılık biçimi olarak yeniden tanımlanmıştır.” Bu kimlik inşasında öncelikle, normal olan-olmayan ya da sağlam olan-olmayan üzerinden bir hiyerarşik ilişki geliştirilmiş, zamanla bu hiyerarşik ilişki ideolojik düzlemde akıldışı noktalara varmıştır.

Siyaset, antropoloji ve sosyoloji bilimleri bu durumu “öjeni” olarak tanımlar: “Öjeni (eugenics), kelime kökeni itibariyle Yunanca’dan gelmektedir. Yunanca ‘iyi’ anlamına gelen ‘eu’ ve ‘doğum’ anlamına gelen ‘genes’ kelimelerinden türetilmiştir.” Kavram ilk olarak Darwin’in kuzeni, İngiliz bilimci Francis Galton tarafından kullanılmış. Her ne kadar kavram olarak Galton tarafından gündeme getirilse de, ideolojik kuramı, şüphesiz çok daha eskilere dayanıyor. Zira görüleceği üzere öjeni aslında binlerce yıllık geçmişe dayanan süreçte, kendi içinde de evrim geçirerek oluşan bir yaklaşım. Bu bağlamda, öjeni kavramı, önce sosyal Darwinistlerin, ardından ırkçı-faşist ideolojilerin elinde, bilinen anlamıyla karşılık bulmuştur.

Bu noktada temel varsayım, gelişen modern devlet-bilim ve hukuk-sağlık ve sosyal koruma politikalarının, evrim kuramıyla ortaya konulan doğanın zayıf olanı elimine etme özelliğini ortadan kaldırdığı yönündedir. Galton ile ortaya çıkan öjeni tanımı, takipçileri tarafından ideolojik bir anlayışa dönüştü. Zira onlara göre, modern, medeni dünyanın ortadan kaldırdığı evrimsel tasviyeden doğan boşluğu ortadan kaldıracak bir müdahaleye ihtiyaç vardır.

Sosyal Darwinci görüşlerin bir tezahürü, sakat ve hasta insanların, zeka seviyesi düşük kişilerin zorunlu kısırlaştırma ya da izole etme yoluyla ayıklanması ve sağlıklı bireylerin çoğaltılması yoluyla insan ırkını “ıslah etme”yi, genetik niteliğini iyileştirmeyi öngören öjeni akımıydı. Öjenizmin modern kurucusu Francis Galton’a göre kalıtım, insanların hem bedensel hem de zihinsel özelliklerini belirleyen en önemli faktördü. XX. yüzyılın başında öjenizm ABD’den Kanada’ya, Japonya’dan Brezilya’ya birçok ülkede taraftar topladı, devlet politikalarını etkiledi.

Bilindiği gibi, Adolf Hitler de bu görüşü benimseyip uygulamaya koydu. Alman ırkının evrimsel ilerleyişine zarar veren “parazitler” olarak kurgulanan (Yahudilerin ve eşcinsellerin yanı sıra, pek bilinmeyen) akıl hastaları, sakatlar, doğuştan körler ve kalıtsal hastalıklara sahip olanlar, özel sterilizasyon merkezlerinde toplanıp kısırlaştırıldılar veya öldürüldüler.

Yukarıda kısaca özetlenen olgular da gösteriyor ki sakat bireylerle sakat olmayan bireyler arasında kimi zaman ekonomik-sosyal hayata katılım aşamasında ortaya çıkan, kimi zaman ırkçılık benzeri bir şekilde barbarlık boyutlarına varan ideolojik bir kimlik ayrım süreci söz konusudur. Her ne kadar literatürde bu süreç “sakatlığın inşası” olarak ortaya konsa da terminoloji bakımından (özgün bir tanım olarak) “Engelliliğin” (Disability) inşası olarak tanımlamak mümkündür. Ve yine bunun bir uzantısı olarak, engellilik hali politik bir durumdur ve sağlamcılık üzerinden inşa edilen bir ayrıştırma halidir.

“Engelli” / “Sakat” Ayrımı ve Döngüsü

Okurun buraya kadarki kısımda dikkatini çekeceği üzere, gündelik hayatta kullanılan “engelli” kelimesi yerine “sakat birey” ifadesi kullanılmakta. Bu bağlamda, kuramsal çerçevede “sakat” ve “engelli” kelimeleri arasındaki farkın ele alınması yararlı olacak. Genel kanı; bu iki kelimenin birbirini ikame eden kelimeler olduğu yönünde. Ancak özünde bu kelimeler terminolojik anlamda birbirinden ciddi farklılıklar içermekte.

İnsanlar el, ayak gibi uzuvlarını, göz, kulak, beyin gibi organlarını ve duyularını kullanarak yetilerini açığa çıkarırlar. “Yeti” kelimesi Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “1- isim, felsefe. İnsanda bulunan, bir şey yapabilme yeteneği, kuvve, meleke; 2. isim, ruh bilimi. Bellek, usa vurma, algılama veya imgeleme gibi insanın doğuştan gelen zihin güçlerinden herhangi biri, meleke” olarak tanımlanmakta. Hareket etmek, görmek, duymak, bir sayısal ya da sosyal ilişkiyi çözebilecek şekilde akıl yürütmek… bu yetilerin bazıları. İnsan yaşamı bu bakımdan binlerce yeti örüntüsüyle bütünlenmiştir. Yapabildiğimiz, becerebildiğimiz her şey bir yeteneğin ürünüdür.

Organın ya da uzvun kaybedilmesi, “sakatlık” halini yaratıyor. İngilizcede bu durum “impairment” kelimesiyle karşılanıyor. “Impairment” kelimesi “sakatlık, eksiklik, zarar, ziyan, noksan, kusur” olarak tarif ediliyor. Buna karşılık “engellilik”, sakatlığın dışında ve ötesinde bir durumdur. Zira engellilik, sadece bir fonksiyon kaybı değil, yeti/yetenek kaybedilmesi halidir. O halde bu noktada soru şudur: Bir birey, fonksiyonlarını kaybettiği için mi, yoksa daha başka faktörler yüzünden mi engelli olur, yani yetenek kaybına uğrar?

Bu soruya tarihsel süreçte, yakın bir zamana kadar “medikal model” dediğimiz yaklaşım çerçevesinde yanıt verilmekteydi. Medikal yaklaşım, engelli bireyin fonksiyonlarını kaybetmesi sebebiyle yeteneklerini de kaybedeceği varsayımı üzerine kurgulanmıştı:

Buradaki temel varsayım, biyolojik olarak (ve tıbben) ‘normal’ bir bedensel varoluştan söz edebileceğimizdir. Bu varoluş ancak tamlığı varsayılan, eksiksiz addedilen bir bedene eşlik edebilecektir. Böylece, bedensel farklılıklar skalasının önemli bir kısmı normal varoluştan dışlanmış olur. Bu tür (eksiğe işaret eden) farklar birer sapma, birer anomali olarak tarif edilir ve tedavileri hedeflenir.

Bu durumun doğurduğu sonuç, sakatlığın bir “eksiklik” olarak değerlendirilmesidir. Tıbbi yaklaşım, bu kavrayışın üzerine en son ve radikal varsayımına ulaşır. Buna göre, eksik olan birey, yani fonksiyonlarını kaybetmiş birey, yeteneklerini de kaybetmiştir ve buna bağlı olarak gündelik hayatta bazı fiilleri, eylemleri –örneğin bazı meslekleri icra edebilme– imkanlarını da kaybetmiştir.

Şüphesiz bir organda ya da uzuvda fonksiyon kaybının olması o uzuv ya da organı kullanarak açığa çıkan yetenek açısından bir dezavantaj yaratacaktır. Ancak yaygın düşünüşün aksine, uzuv/organ-yetenek ilişkisi birebir birbirine bağlı, koşullu bir ilişki değildir. Özellikle bilimsel, teknolojik, politik ve kültürel gelişmeler sayesinde fonksiyon kaybı ile yetenek kaybı arasındaki ilişki zayıflamış, hatta kimi hallerde tamamen kopmuştur.

Bu durumu gündelik hayattan verilebilecek bazı örneklerle ortaya koymak mümkün. Örneğin, ayakları fonksiyonlarını kaybetmiş bireyler, ayakların fonksiyonlarını kullanarak açığa çıkardıkları hareket etme yeteneğini kaybetmezler. Zira bu bireyler, tekerlekli sandalye, baston, koltuk değneği kullanarak hareket etmeye devam ederler. Hatta bugün merdiven çıkan, engebeli arazide ilerleyebilen tekerlekli sandalyeler sayesinde, mimari çevrenin çıkaracağı engeller dahi minimize edilebilmekte. Gözün fonksiyonlarını kullanarak çevremizi algılar, bulunulan mekanın bilgilerini elde eder, okuma yeteneğini açığa çıkarır, hareket yeteneğinin açığa çıkarılmasında ayaklara yardım edilir. Ancak artık körler, beyaz baston kullanarak cep telefonlarına yüklenen navigasyon yazılımları ve kılavuz (kabartma zemin uygulama yapılmış) yollar sayesinde hareket edebilirler. Yine benzer şekilde mobil telefonlara yüklenen ve içinde bulunulan mekanı her yönüyle betimleyen yapay zeka tabanlı programlar sayesinde içinde bulundukları mekanları, hatta karşılarına çıkan bir bireyin fiziksel özelliklerini, üstündeki kıyafetleri dahi program betimlemesi yoluyla kavrayabilmektedirler. Bilgisayar ortamındaki bütün metinleri, programlar tarafından seslendirilmekte. Braille kabartma yazı sayesinde her türlü metin körler tarafından okunabilmekte.

Ancak sakat bireylere teknolojinin sağladığı olanaklar, içinde bulunduğu toplum tarafından bir insan hakkı olarak temin edilmezse, yani verilen örneklerden hareketle; tekerlekli sandalye temin edilmezse, kentsel mekanlar ve toplu taşıma araçları tekerlekli sandalyeyle harekete imkan vermeyecek şekilde tasarlanırsa, körler için hazırlanan yazılımlara erişim sağlanmazsa, sağırlara işaret dili öğretilmezse ya da onların bulundukları mekanlarda işaret dili bilen kişiler bulunmazsa; sakat bireyler yeteneklerini açığa çıkaramaz ve yeti yitimine uğrarlar.

Başka bir deyişle; sakat bireyden engelli bireye dönüşürler. Bu yeti yitimi hayatın her alanında yansımasını bulmakta. Nitekim gerekli tedbirler ve destekleyici uygulamalar alınmazsa sakat bireyler eğitim hayatına dahil olamazlar, formasyonlarını geliştiremedikleri için ve önyargılar yüzünden istihdam olanağı bulamazlar. Bağımsız bireyler olarak ekonomik, sosyal ve kültürel yaşama dahil olamazlar.

Yukarıdaki tanımlardan hareket edildiğinde “sakatlığı” bir fonksiyon-işlev kaybı hali; “engelliliği” ise yeti kaybı hali olarak tanımlamak mümkündür. Sakatlıktan engelliliğe geçişte belirleyici olan, kişinin dışındaki dünyadan kaynaklanan fiziksel ve tutumsal engellerdir. Yani ona sağlanan medikal malzeme ve rehabilitasyon desteğinden başlayıp, yaşamının her alanında, bağımsızlığını sağlayacak erişim uygulamaları geliştirilmesine, önyargı, etiketleme ve kalıp yargılardan arındırılmış bir sosyal çevreye, bütün bunları teminat altına alacak bir hukuk sistemine kadar uzanan çok geniş bir evreni içermektedir.

Kelimelerin etimolojik irdelemesi de bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Nitekim İngilizcedeki “disabled” kelimesi yukarıdaki tespiti doğrular nitelikte. “Disabled” kelimesi sözlüklerde “özürlü”, “sakat” anlamlarında çevrilmekle birlikte, kelimenin kökü olan “abled” kelimesinin bir şeyi başarmak, yapma yeteneğine sahip olmak, yapabilmek olduğu görülmekte. Bu kelime anlamı ise Türkçedeki yeti ve yetenek kelimelerine karşılık geliyor. “Disabled” kelimesinin önündeki “dis” takısının karşıt anlama gönderme yaptığı düşünüldüğünde, “disabled” kelimesinin “bir şeyi yapma yeteneğini kaybetmek”, “yapamamak” anlamlarını taşıdığı açıktır.


Şekil 1: Sakatlık-engellilik döngüsü.

Şekil 1 üzerinde yapılacak okumayla da görüleceği üzere, dış koşulların sakat bireyin karşısına çıkardığı bariyerlere bağlı olarak kişi bir engelliye dönüşmekte ya da yeteneklerini gerçekleştirmeye devam etmektedir. Bu iki kavram arasındaki döngüsel ilişkide belirleyici olan orta sütunda yer alan fiziksel ve tutumsal engeller vb. negatif ya da teknolojik, politik, sosyal gelişimlere bağlı pozitif faktörlerdir.

Bütün bu açıklamalardan çıkan bir diğer sonuç: Engellilik tarihsel olarak kurulan bir yapıdır. Sakatlık olgusu her çağda sabit, değişmeyen bir içeriğe sahipken, engellilik olgusu, zamana, teknolojik gelişmelerle demokrasinin gelişmişliğine, katılımcılığa, ekonomik refaha, sosyal gelişmişlik düzeyine, coğrafya ve ülkeye göre değişiklik gösterir. Bu bağlamda sakatlık, kişinin bedeninde gerçekleşen bir durumken; engellilik, kişinin dışındaki dünya tarafından yaratılan fiziksel ve tutumsal engeller eşliğinde, ona yeti kaybettirecek şekilde “inşa” edilen politik bir durumdur.

Tıbbi Yaklaşımdan İnsan Hakları Modeline

Tıbbi yaklaşımın bu noktadaki hatası, “sakatlık deneyimine damgasını vuran olumsuz koşulların toplumsal boyutunun tümüyle göz ardı edilmesidir.” Gerçekten de, kişinin yeti yitiminin derecesini ve boyutunu ölçmek, tıbbi yaklaşım açısından mümkün de değildir.

Diğer yandan, tıbbi yaklaşım, sakatlığı “normal” insan bedeninden bir sapma olarak ele aldığında başka açmazlarla da karşılaşılmakta. Bu noktada meselenin bir hukuki boyutu, bir de ideolojik boyutu ortaya çıkıyor. Her şeyden önce “Yalnızca bedende bir eksiklik veya işlevsizlik olarak düşünüldüğü sürece sakatlık, tıbbın görüş ve müdahale alanında kalmış; sakatların eğitim, istihdam gibi imkânlardan faydalanamaması da bu durumun doğal bir sonucu olarak anlaşılmıştır.” Zira bu durumun, hukukun alanını daraltan bir yansıması bulunuyor:

Sorunun tıp tarafından teşhis edilmesi, çözümün de tıp tarafından ortaya koyulmasını beraberinde getirmektedir. Kişinin beden ve zihnine ilişkin bilgilerin tıp biliminin tekelinde olması, tıbbın ortaya koyduğu verilerin yakın zamanlara kadar hiçbir şekilde sorgulanmamasına ve sorunların tıbbın çizdiği çerçeve içerisinde algılanarak hukuki düzenlemeye bağlanmasına neden olmuştur.

Meselenin ideolojik bakımdan yarattığı etki ise daha köklü, sarsıcı ve yıkıcı olmuştur. Zira özellikle kapitalizm ve kentleşme süreciyle ciddi bir değişim içeren bu süreçte, “normal olmayan” ya da başka deyişle “standart olmayan” bu insan olma hali, tamamıyla “normal” olan insanlara göre dizayn edilmiş üretim süreçlerinden dışlanmış ve kentsel tasarımlarında yok sayılmıştır. Bunun bir sonucu olarak sakat birey, aktif yaşamın dışında, pasifleştirilmiş ve bağımsızlığı yok edilmiş bireylere dönüştürülmüştür:

Ücretli emek ilişkisi İngiltere’de on sekizinci yüzyıl sonundan itibaren büyük sanayinin ayrılmaz parçası haline gelince, yeti yitimleri olan kişiler ekonomik faaliyete doğrudan katılımdan sistemli şekilde dışlanmaya başladılar. Fabrikalarda saatlerce çalışmak standart bir çalışma hızı, yoğunluğu ve mahareti gerektiriyordu. Yeti yitimi olan birçok insan bu tür koşullarda emek gücünü satamaz duruma geldi, bu insanlar toplumsal açıdan giderek bağımlı hale geldiler ve genelleşmiş meta üretimi ekonomisinden dışlandılar. On dokuzuncu yüzyılda büyük sanayi küçük imalatçıları ve küçük meta üreticilerini giderek mülksüzleştirdi, yeti yitimi olan insanların bağımlılığı perçinlendi ve neden oldukları “toplumsal sorunun” çözümüne yönelik politikalar, kurumsallaşma ve tıbbileşme de temellendi. (…) Sakat kişilerin yirminci yüzyılda yaşadıkları dışlanma ve bağımlılığın, istihdam, eğitim, sosyal hizmetler, konut, ulaşım, kültür ve boş vakit meşgalelerinde karşılarına çıkan –gerek kurumsal gerekse toplumsal– engellerin kökleri, yeti yitimleri olan kişilerin ekonomik açıdan ta o zaman “üretken olmayan ve bağımlı” kategorisine sokulmalarında bulunabilir.

Oysa kapitalistleşme-endüstriyelleşme öncesi feodal toplumlarda durum bunun tam tersidir. Özellikle küçük kentlerde, ev içlerinde ya da yanlarında bulunan küçük ölçekli atölyelerde sakat bireyler üretim süreçlerine katılmış, sosyal-kültürel hayattan görece dışlanmamışlardır. Ardından gelen yeni üretim-ilişki biçimi, sadece ekonomik yaşamda değil, sakat bireylerin yaşamlarında da köklü değişiklikler getirmiş, yeni ve daha olumsuz bir kimlik inşa süreci başlatmıştır.

Bugün için dünyada sakat bireylerin engellilik haline tıbbi modelden bakış ciddi bir şekilde terk edilmektedir. Bunun yerine öncelikle sosyal model benimsenmiş ve nihayetinde bugün, insan hakları temelli modele ulaşılmıştır. 1980’li yıllarla birlikte gelişen sosyal modelle birlikte, “sakat kişilere yönelik toplumsal kısıtlamaların, fiziksel bir disfonksiyonların sonucu olduğunu savunan tıbbi görüş, yeti yitimleri olan kişilerin topluma katılımlarının önüne duvarlar diken bir sosyal sistem nedeniyle engellendiklerini savunan bir hamleyle alt edildi.” Bir başka deyişle, sosyal modelde engellilik “kişinin doğuştan gelen bir özelliği olmasından ziyade, engellilere yönelik ayrımcılığa yol açan fiziksel yapı (bina yapıları, ulaşım sistemleri vb.), sosyal yapı ve inanışların dahil olduğu sosyal şartlar ve çevrenin bir ürünüdür.”

Şüphesiz ki sosyal model, tıbbi modele göre köklü bir değişim getirmiştir. Bu bağlamda yaptığı en büyük değişiklik, sakatlık meselesini politik bir boyuta taşımak olmuştur. Bunun bir uzantısı olarak da, sakat kişilerin sorunları, eşitlik ve ayrımcılık eksenine çekilmiştir. Modele göre toplum, sakat bireylere ayrımcılık yapmaktadır. Modelin getirdiği bir diğer yeni kavram da bağımsız yaşam anlayışıdır.

İnsan hakları temelli model, tam olarak bu eksiklik üzerinden gelişen bir modeldir. Bu model, tıpkı sosyal modelde olduğu üzere meseleyi bir eşitlik ve ayrımcılık sorunu olarak ele almakta. Ancak aynı zamanda, sakat bireyin bedeni ve onun ihtiyaçlarıyla ilgisini kesmez. Bu bağlamda insan hakları temelli modelde örneğin, erişim düzenlemeleri nasıl önemli bir sorunsa, rehabilitasyon-habilitasyon hakkı da bir o kadar önemli sorun olarak ele alınır.

İnsan hakları temelli modelde eşitlik ilkesi, önemli ve belirleyici düzeydedir. Zira eşitlik, şeklen eşitliğin ötesinde ele alınmakta ve maddi eşitliği yani haklardan yararlanma bakımından eşit olmayı önplana çıkarmaktadır. Şeklen eşitlik anlayışı, eşitliğin asgari ölçüsünü “kanun önünde eşitlik” ve “kanunların eşit koruma öngörmesi” şeklinde ifade eder: “Eşitlik kavramı ile devletin bireylere eşit mesafede olması, bireyleri keyfi ölçütlere dayanarak kayırmaması veya bireylerin aleyhlerinde farklı muamele yapmaması ifade edilmektedir.” Tanımdan da anlaşılacağı üzere, bu eşitlik anlayışı, özel ihtiyaçları ve farklılıkları dışarıda bırakır.

Bu bağlamda, sakat olan ile sakat olmayan bireyin, aynı durumda olduğu kabul edilerek, her iki bireye de eşit mesafede durulur. Buna karşın maddi eşitlikte “hedef, şekli eşitlik anlayışından farklı olarak, kişi ve kişi grupları arasındaki farklılıkların göz önünde bulundurulması ve onların eşit veya aynı varsayılmamasıdır.” Yani haklara erişim aşamasında, her farklı grubun farklı ihtiyaçları olacağı dikkate alınmakta, bu ihtiyaçların gerektirdiği düzenlemelerin yapılmasını öngörmektedir. Maddi eşitlik anlayışı, “eşitlik” ile “aynılığın” bir ve aynı şey olmadığının altını çizer. Eşitliğin, farklılıkları göz ardı etmek yerine, onları gözetmekle sağlanabileceği konusunda bir farkındalık üzerine inşa edilir. Bunun sadece doğrudan ayrımcılığın önlenmesiyle mümkün olmayacağı açıktır: “Eşitliği sağlamakla yükümlü devletlerin aynı zamanda ayrımcılığın dolaylı biçimlerini önlemeleri ve eşitliği sağlamak üzere başka önlemler de almaları gerekir.”

Sonsöz

Engelli bireylerin toplum yaşamına, insan onuruna yakışır koşullarda ve ayrımcılığa uğramadan katılımının temelinde, hukukun ve yasaların yeterliliği ön koşuldur. Ancak mevzuat kadar önemli bir diğer konu da o mevzuatın ne derece uygulamaya yansıdığıdır. Türkiye’de, genel olarak mevzuatın yeterliliği bakımından ve uygulama bakımından hâlâ ciddi sorunlar yaşanmaktadır.

Şüphesiz ki tarihsel süreç içerisinde engelli bireylerin haklarından yararlanma bakımından durumları, özellikle 2005 yılında çıkarılan 5378 sayılı EHK’dan önceki dönemlere göre çok daha iyi durumdadır. Ancak zaman içerisinde haklardan yararlanma koşul, kalite ve yaygınlık artışlarında yavaşlamalar, ekonomik ve/veya siyasal kriz dönemlerinde ise gerilemeler olabilmektedir.

İstatistikler, engelli bireylerin, eşit yurttaş olma hakkından yeterince yararlanamadıklarını, ayrımcılığa maruz bırakıldığını, münferiden yaşamın bir alanından değil, yıllara yayılan bir şekilde sürekli ve yaygın olarak yaşamın neredeyse tüm alanlarındaki haklarından mahrum bırakıldığını ortaya koymaktadır.

Gerek siyaset kurumunun gerek kamu idarelerinin engelli bireyi bir hak öznesi olarak değil, aile içinde bakımı üstlenilecek bir birey olarak kavraması, geliştirilen anaakım politikaların da engelliyi yaşama dâhil eden politikalar geliştirilmekten ziyade, sosyal yardımı temel alan, pragmatist bir yaklaşımın ürünü olmaktadır. Ancak yapılan bu “sosyal yardım-sosyal ödenti” uygulamaları da engelli bireylerin yaşamlarını insan onuru ve konforuna yakışır bir şekilde sürdürmekten de çok uzaktır.

Bunun sonucu olarak engelliler artık medikal malzemelerini alamamakta, derneklerin ya da hayırseverlerin yardımlarına muhtaç kılınmaktadır. Bu noktada çözüm için yasal düzenlemelerden önce, bir zihniyet dönüşümüne ihtiyaç olduğu açıktır. Zira engellilere yönelik ulusal ve uluslararası mevzuat, genel anlamda yüksek sayılabilecek bir standarda sahiptir. Bu noktada sorun, engelli bireylerin temel sorunlarının bir insan hakları sorunu olduğunun gerek kurumlar ve gerekse toplum nezdinde yeterince benimsenmemiş olması ve engelli hakları mevzuatına dair uygulamaların anaakımlaştırılamamış olmasıdır.

Yukarıda ifade edilen anaakımlaştırma sorununun çözümü için her şeyden önce, Türkiye’deki tüm kurum ve kuruluşların gerek Türkiye’nin taraf olduğu BM EHS’nin ve gerekse de 5378 Sayılı Engelliler Hakkında Kanun hükümlerinin bir gereği olarak engelli bireyleri bir hak öznesi olarak benimsenmesi sağlanmalıdır. Kamu kurum ve kuruluşluları engellere verilen hizmetlerin bir lütuf değil, bir hak olduğunu, bu hizmetleri vermenin onlar için bir görev olduğunu mutlak bir şekilde kabullenmek ve benimsemek zorundadırlar. Ancak daha da önemlisi engellilerin; aileleri ve engelliler konusunda savunuculuk faaliyetleri yürüten STK’ların tüm politika yapım süreçlerine ve karar alma süreçlerine dâhil edilmesidir.

Ve bütün bunların paralelinde kamuoyunun engelliler konusundaki farkındalığının arttırılması, toplumun tüm kesimlerinin engelli sorunlarını sahiplenmesi ve sorunların çözümü için çalışan STK hareketlerine destek olması gereklidir.
—–

Kaynakça: 

(1) Russel, B., Batı Felsefe Tarihi, Bilgi Yayınevi, Aralık 1972, 2. Baskı, s. 179.

(2) Platon, Devlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, 20. Baskı, 2010, s. 163.

(3) A.g.e., s. 164.

(4) Yardımcı, S., a.g.e.: s. 8.

(5) Akçiçek A., “Faşizmin Kültür Kodları ve Irkçılıkta Bir Uç Nokta: Öjeni”, Birikim Dergisi yayın tarihi 6 Eylül 2011, (erişim tarihi: 15 Mart 2022)

(6) Yumul, A., “Ötekiliği Bedenlerde Kaydetmek”, Ayrımcılık – Çok Boyutlu Yaklaşımlar (Derleyen: Kenan Çayır, Müge Ayan Ceyhan), İstanbul Bilgi Ünv. Yayınları, s. 121: (Son erişim tarihi: 05.01.2021)

(7) Türk Dil Kurumu Sözlüğü, (Son erişim tarihi: 05.01.2020)

(8) Camridge Dictionary, (Son erişim tarihi: 05.01.2020)

(9) Yardımcı, S, “Engelliler ve Ayrımcılık- Eğitmenler için Temel Metinler” (Der:Çayır, K., Soran M., Ergun M.), Karekök Yayınları, İst 2015, (erişim : 06.01.2021) s.10

(10) Camridge Dictionary, (Son erişim tarihi: 05.01.2020)

(11)  Camridge Dictionary, (Son erişim tarihi: 05.01.2020)

(12) Bkz. TDK Sözlüğü “yeti” maddesi: “İnsanda bulunan, bir şey yapabilme yeteneği, kuvve, meleke” (Son erişim tarihi: 07.01.2021)

(13)  Bkz. TDK Sözlüğü “yetenek” maddesi: “Bir kimsenin bir şeyi anlama veya yapabilme niteliği, istidat, kabiliyet, kudret” (Son erişim tarihi: 07.01.2021)

(14) Yardımcı, S., A.g.e., s. 10

(15) Gül, İ.I., “Engelliliğe dayalı ayrımcılıkla mücadelede hukukun rolü”, Engelliler ve Ayrımcılık – Eğitmenler için Temel Metinler (Der: Çayır, K., Soran M., Ergun M.), Karekök Yayınları, İst. 2015, s. 34: (Son erişim tarihi: 06.01.2021)

(16) Yardımcı, S., a.g.e, s. 8.

(17) Gül, İ.I., “Engelliliğe dayalı ayrımcılıkla mücadelede hukukun rolü” Engelliler ve Ayrımcılık – Eğitmenler için Temel Metinler” (Der: Çayır, K., Soran M., Ergun M.), Karekök Yayınları, İst. 2015, s.10:  (Son erişim tarihi: 06.01.2021) 

(18)  Hughes, B., Paterson,K., “Sakatlık Sosyal Modeli ve Kaybolan Beden: Bir Yeti Yitimi Sosyolojisine Doğru”, Sakatlık Çalışmaları-Sosyal Bilimlerden Bakmak, (Der: Bezmez, D., Yardımcı, S., Şentürk, Y.) Koç Ünv. Yay. İst., s. 63.

(19) Şüphesiz ortaçağda özellikle şizofren, zeka geriliği olan vb. sakat bireyler, “cadılık”, “iblislik” vb. gerekçelerle işkence ve ölüm cezalarına maruz kalmıştır. Ancak bu bahsedilen konunun dışında bir alanda ve faklı dinamiklere sahip olması sebebiyle ayrıca ele alınmalıdır.

(20)  Hughes, B., Paterson,K., a.g.e.: s. 66.

(21) Flanagan, S. R. vd., Mediacal Aspects of Disability, New York, Springer Publishing Company, 2011, s. 8

(22) Yardımcı, S., a.g.e.: s. 12.

(23) Çağlar, S., “Engelli Hakları Sözleşmesinde Ayrımcılık Yasağı ve Uyum Sorunu”, Ayrımcılık – Çok Boyutlu Yaklaşımlar (Derleyen: Kenan Çayır, Müge Ayan Ceyhan), İstanbul Bilgi Ünv. Yayınları, s. 151.

(24) Gül, İ.,I, Karan U., “Ayrımcılık Yasağı, Kavram, Hukuk, İzleme ve Belgeleme”, Ayrımcılık – Çok Boyutlu Yaklaşımlar (Derleyen: Kenan Çayır, Müge Ayan Ceyhan), İstanbul Bilgi Ünv. Yayınları, s. 5.

(25) A.g.e.: s. 6.

(26) A.g.e.: s. 6.