Özde, sözde, közde…

… bu zihniyet sağlıklı, işleyen bir demokrasi ile sözcüğün en genel ve gerçek manasında toplumsal barışın önündeki en büyük engeldir.

CAFER SOLGUN

01.12.2023

Şaşırmadım, hatta bekliyordum. MHP lideri Devlet Bahçeli partisinin grup konuşmasında Özgür Özel’in opera sanatçısı Pervin Çakar’ı elini öpüp çiçek vererek tebrik etmesi konusunu atlamaz; atlamadı da nitekim. Dedi ki: “Türk milleti onuruna düşkün bir millettir. Sözde ve bölücü bir sanatçının hürmetle elini öpüp ardından ‘onurum, gururum’ diyen CHP Genel Başkanı’na hatırlatırım ki, bizim onurumuz da, gururumuz da Türk milletidir ve ona mensubiyet duygusuna sahip herkestir.” (28 Kasım 2023. Konuşmasının tamamı burada.

Mevzunun siyasi polemik boyutuyla çok da ilgili değilim açıkçası. Ama bir sanatçının “sözde” ve “bölücü” olarak yaftalanması için çok şey söylenebilir.

Konuştuğunda barıştan, kardeşlikten, eşitlikten bahseden biri nasıl ve neden “bölücü” olmakla itham edilir? Yoksa sorun, ana diliyle şarkılar söylemekteki ısrar ve duyarlılığı mı? Öyle görünüyor ki “sorun” bu. Türklüğe “mensubiyet” duygusunu boşuna vurgulamamıştır yani.

Diğer vurguladığı husus,“sözde”. Sayın “ünlü ölçer” Kübra Par’ın “Ne demek dünyaca ünlü soprano? Kürtçe opera söyleyecek ve ünlü olacak, öyle mi? İlk defa duyuyorum” mealindeki hayret, şaşkınlık ve ırkçı ayrımcılık içeren çıkışının arka planında da bu vardı galiba; “sözde ünlü.” (Atlamayalım: Hanfendi sonradan sözlerinin onun Kürt oluşuyla alakası olmadığını, yanlış anlaşıldığını filan açıkladı, özür de diledi hatta.)

Kürt olunca “sözde vatandaş” oluyorsun, sanatçı isen, “sözde sanatçı” oluyorsun. Pervin Hanım yaptığı işin mekteplerini okumuş, dünyada konser vermediği salon kalmamış neredeyse, ödüller kazanmış… Ama işte Bahçeli ve onunla aynı kafadaki “özde” Türklerin nezdinde bunların bir kıymet-i harbiyesi yok. Sanatçı olmak için bu “özde” muhteremlerin olurunu almak lazım demek. Ya da daha kestirme bir yolu var; Kürt olmaktan vazgeçeceksin…

2011 yılında yüzlerce insanın hayatını kaybettiği Van depreminin haberini veren Duygu Canbaş isimli bir spiker de Kübra Par gibi bilinç altından yükselen sözlerle gündem olmuştu: “Deprem her ne kadar Van’da da olsa hepimiz üzüldük.”

Müge Anlı isimli bir “ünlü” TV programcısı da “Hem polise, askere taş atıyorlar, hem de deprem olduğunda yardım istiyorlar” diyerek ve “Bunları kuş gibi dağlarda avlıyoruz” sözleriyle ava merakını da ekleyerek hissiyatını dile getirmişti o zaman. Öyle ya, “sözde vatandaşlar” için tepkisi başka nasıl olabilirdi ki; kurtarmaya ne gerek var, ölsün hepsi!

Malum, bu “sözde” tabiri bir tür devlet dili olarak hayli yaygın biçimde kullanılmaktadır; en çok da savcıların iddianamelerinde, mahkemelerin kararlarında, güvenlikle ilgili açıklamalarda ve egemen medyanın haberlerinde. Mesela “terör örgütünün sözde yöneticisi” denir. Ama neticede mahkemelerin bu iddiayla yargılanan kişiler hakkında verdiği kararlar hiç de “sözde” değildir. Cezayı alan savunma olarak “Bir yanlışlık olmasın? Ben sözde yöneticiyim, o bakımdan” dese yeridir… “Sözde Ermeni soykırımı” lafını zaten hepimiz biliriz. Hatta daha sert vurgulamak için, “sözde Ermeni soykırımı iddiaları” denir, daha “özde” olsun diye “…iddiaları” yerine “palavraları, yalanları” gibi sözcükleri tercih edenler de az değildir.

Bayrak provokasyonu

“Özde ve sözde” mevzusuna girince hatırlamamak mümkün değil. 2005 Newrozunda Mersin’de bir “bayrağımızı yaktılar!” olayı yaşanmış, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün Kürtleri “sözde vatandaş” ilan eden açıklamasının ardından yurt sathında linç eylemleri baş göstermişti. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a göre bu linç gösterileri “vatandaşların hassasiyeti” idi. “Hassas vatandaşların” saldırılarında çok sayıda kişi yaralandı, Bolu’da bir vatandaş hayatını kaybetti…

Bu devirde hiçbir şey gizli-saklı kalmıyor işte… Kısa zamanda olayın bir “provokasyon” olduğu ortaya çıktı: Newroz kutlamalarına katılan birkaç çocuğun eline takım elbiseli bir şahıs Türk bayrağı veriyor ve yakmalarını istiyor. Çocuklar bayrağı yakmıyor ama muhtemelen o esrarengiz takım elbiselinin yönlendirmesiyle yırtmaya çalışıyorlar.  Bu sahnelerin yer aldığı görüntüler, fotoğraflar ortaya çıkınca tutuklanan çocuklar iki ay sonra serbest bırakıldı. Olay sonradan Ergenekon davasıyla ilişkilendirildi, “takım elbiseli” kişinin kim olduğu da tespit edildi: Vatansever Kuvvetler Güç Birliği isimli yapının üyesi Ali Kutlu. Çocuklar tahliye edildi ama bu kişiye ne olduğunu bilmiyoruz…

Aynı yıl içinde, Şemdinli’de halk tarafından suç üstü yakalanana değin bir JİTEM ekibi, Hakkari, Şırnak, Batman, Mardin ve ilçelerinde bombalama eylemleri yapmaktaydı. Şemdinli’de Umut Kitabevine attıkları bomba sonrasında halk tarafından yakalanıp güvenlik güçlerine teslim edildiler. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt, eylemci ekibin sorumlusu (Ali Kaya) için, “Tanırım, iyi çocuktur” dedi. Neticede “iyi çocukların” davası beraatle sonuçlandı. (Davanın seyrini merak edenler bu yazıma bakabilir.

“Ne mutlu Türküm demeyenler düşmandır”

Yaşar Büyükanıt ismi herhalde çok tanıdık gelmiştir. Uzatmadan özetleyeyim. 2007 yılında “rejime sözde değil özde bağlı” birinin cumhurbaşkanı seçilmesi, dönemin Genelkurmay Karargahının en önemli gündemiydi. 12 Nisan tarihinde bu sözleri sarf ettiği bir basın toplantısı düzenleyerek parlamento gündemindeki cumhurbaşkanı seçimine doğrudan müdahale eden kişi, Yaşar Büyükanıt idi. Nisan ayı boyunca “cumhuriyet mitingleri” düzenlenmiş, Perinçek türü gruplar bu mitinglerde “Ordu göreve!” pankartları açmıştı. Yeni bir darbenin eli kulağındaydı…

27 Nisan günü siyasi tarihimize “E muhtıra” olarak geçen bir gelişme yaşandı. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt imzasıyla gecenin bir yarısı bir bildiri yayınlanmış ve dönemin hükümeti açık açık darbe ile tehdit edilmişti. Tehdit edilen sadece hükümet de değildi tabii ki. Bildirinin sonunda “Ne mutlu Türküm” demeyen herkes açıkça “düşman” ilan ediliyordu:

“…Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.”

Muhtıra bazı kesimlerde heyecan yaratmıştı. Mesela, 2009 yılında “Dersim’de analar ağlamasın denildi mi!” sözleriyle Kürt sorununda Dersim 38 kırımını “model” olarak öneren dönemin CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, heyecanını, “Genelkurmay’ın tespitleri bizim tespitlerimizden farklı değildir. Altına imzamızı atarız. ‘Ne mutlu ‘Türk’üm’ diyene!’ sözünü kimse küçümseyemez ve bunu küçümseyenleri devletin düşmanı sayarız” sözleriyle dile getirmişti. “Ünlü” gazeteci Yılmaz Özdil de, “Hâlâ deniyor ki bundan sonraki adım ne olur? Bundan sonraki adım, tank olur. Gücüm var diye dayatırsan, gücü olan sana dayatır” demişti. Muhtıradan bir gün sonra Çağlayan’daki Cumhuriyet Mitinginde konuşan Nur Serter, coşkusundan yerinde duramayanlardandı: “…Türk Silahlı Kuvvetlerinin önünde, şanlı ordumuzun önünde saygıyla eğiliyoruz. Türk ordusu çok yaşa. Türk ordusu, 27 Nisan’da bizim sesimizi duymuş, bizim sesimize sahip çıkmış, demokrasiye sahip çıkmıştır. 27 Nisan’da Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek iradesine sahip çıkmıştır.”

Muhtıradan sonrasını da hatırlayalım yeri gelmişken. Muhtıradan bir hafta sonra, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, Başbakanlık Dolmabahçe ofisinde 135 dakika süren “gizli” bir görüşme yaptılar (5 Mayıs 2007). Taraflar görüşmenin içeriğine ilişkin herhangi bir açıklama yapmadılar.

Yaşar Büyükanıt, ne hükümeti tehdit ettiği için yargılandı ne de “Ne mutlu Türküm demeyen herkes düşmandır” sözleri nedeniyle… Oysa bu sözler hiçbir şey değilse bile TCK’daki halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu idi…

***

Özde ve sözde vatandaş” ayrımcılığı yapmak, etnik, dini, kültürel çeşitliliğiyle anlamlı Anadolu coğrafyasında yaşayan Türkiye halklarını baskın bir etnik kimlik üzerinden tehdit etmek,  özgünlüğü olmayan, dünyanın herhangi bir ülkesinde de karşılaşabileceğimiz türden bir ırkçı ayrımcılıktır; bu zihniyet sağlıklı, işleyen bir demokrasi ile sözcüğün en genel ve gerçek manasında toplumsal barışın önündeki en büyük engeldir.

—Başlıktaki “közde” lafının mevzuyla bir alakası yok; kafiyeli duruyor diye koydum. 🙂