Zulüm çeperleri, şefkat çemberleri

“Havada asılı kalan sözün, dile gelmeyen tacizin, bilmezden gelinen sırrın, bakışla yaşanan aşkın anlatıcısı Ahmet Tulgar…”

KARİN KARAKAŞLI

15.11.2023

Dünya üzerinden ayrılışının birinci yılını dolduran Ahmet Tulgar artık geniş zaman insanı. Hiç olmadığı kadar yazılı mirasıyla baş başayız. Denemeleri, köşe yazıları, tadına doyulmaz portreleri ve elbette edebiyatıyla. Havada asılı kalan sözün, dile gelmeyen tacizin, bilmezden gelinen sırrın, bakışla yaşanan aşkın anlatıcısı Ahmet Tulgar, dünyanın zıvanadan çıktığı bu nefes alması ağır zamanlarımıza da eşlik etsin.*

Bir alt metin okuyucusu, dil içi çevirmeni, hakikat emekçisi o. Hayata dair ne varsa, var oluşu nasıl inkâr edilmiş, görmezden duymazdan gelinmişse onun aracısına dönüşür. Hoyrat gerçekleri önümüze sererken kahramanlarına da okurlarına da alabildiğine şefkatlidir üstelik. Tıpkı hem güngörmüş hüznü hem çocuksu neşeyi içinde barındıran gülüşünde olduğu gibi.

Her mahallenin sürgünü olmayı iliğinden anlar o. En ağır siyasi ve toplumsal meseleleri ele alırken dahi bir kez bile edebiyat diline ihanet etmez. Bilâkis, okuru peşi sıra kapıp götüren alternatif dünyalar yaratırken atmosferi özenle kurar, bütün duyuların ayrıntılarından yararlanır. Onu okumak her defasında yeni bir yere seyahattir. Ve bilirsiniz ki hakkını veren bir yol arkadaşı olursanız, oralardan asla eli boş dönmezsiniz.

Hikâye sevdalısı

Kalıplara sığdırmaya çalıştığınız anda haksızlık etmiş olursunuz ona. Ama yine de tanımlamaya çalışmaktan kendinizi alıkoyamayacaksınız. Çünkü handiyse kendinden akarcasına ilerleyen dil de siz hikâyenin büyüleyiciliğine kapılmışken ilk bakışta yakalamakta zorlandığınız kurgusal yapı da büyük emek ürünüdür. “Burada değilim. Hikâyelerimdeki olayların geçtiği yerlerdeyim” diyen bir hikâye sevdalısı var karşınızda. Dünyalarını önce kendisi sakini olsun diye kuran biri. “Türkiye’den Türkçeye sığınmış biriyim ben. Burası iyi” diyerek sürgünlerini paylaşan koca bir kalp.

Âşık olduğu gazetecilik mesleği yıllarında biriktirdiği her şeyi, hayatının her anında gözlemlediklerini analitik zihninden ve küt küt atan kalbinden geçirdikten sonra yazıya döken bir edebiyat ustası. Meramından ötesi için kalem sallamayı zül sayan bir adanmış. Ve malûm buralar bitmek bilmez bir meramlar ülkesi.

Aşikâr olanla oyalanmaz Ahmet Tulgar. Hep bir alt katmana geçer. Tabulara değin inen zorlu bir yoldur bu. Ona sıkı sıkıya tutunmanız gerekir. Ve elbette güvenmeniz. Göz alırsanız, limana ulaşacaksınız yeniden. Değişmiş, dönüşmüş hâlinizle artık yaman kasırgaların ve anaforun dibindeki bulanık suların varlığını da iliğinizden bilecekseniz hem de. Misal, hiyerarşi denilenin her yerde geçerli olduğunu öğreneceksiniz. Baskı rejimleri sadece siyaseti değil toplumsal hayatı da zehirler zira. Kurtarılmış köşeler, her pisliğe karşın masum kalabilmişler yok. Herkesin herkese her şeyi edebildiği bir kara orman burası.

Sınıfsal öfke, için için taşma noktasına gelen bir volkandır. Patlayana kadar varlığı görmezden gelinir. Oysa taştığında önüne kattığı her şeyi, herkesi yakıp yıkacaktır lavları. Tıpkı olanca gerçekçiliği içinde sürreele göz kırpan ‘Servis’ öyküsünde üniversite harçlarını çıkarmaya çalışan hizmet sektörü emekçisi gençlerin dilinden anlatıldığı gibi: “Bizden farklı şeyler de istesinler isteriz. Hep aynı şeyleri isterler ama. Margarita. Rizotto.

Gözlerini gözlerimizin ta içine dikenler, bizi nihayet çağırana kadar; kadını, erkeği, çıtırı, yeniyetmesi, olgunu, moruğu bin bir cilve yapanlar, umurlarında değilmişiz, pas vermiyorlarmış gibi durup da ikide bir bakışlarını isteyerek ya da istem dışı bize kaydıranlar, diplerinde bitince biz: dört peynirli pizza, Bordeux, Cabarnet Sauvignon.

Sonra biri çıkar, telefon numarasını verir, sabaha karşı kendini karısıyla onun arasında koca bir yatakta debelenirken bulursun. İkisine de pompa yani. Ama çağırılana kadar jumbo karides, White Port.”

Aşk ve şiddet çok yakın durur birbirine. Çırılçıplak insan gerçeğini gösterdiği için ikisi de.

Herkes gelir kendi sınırına dayanır, en olmazdan medet umar. Anlatıcı karakterin pasaport kontrolünde yaşadığı kabûs sırasında yardımcı olmaya çalışmış polisin sonradan görüşmek istediğinde paylaştığı itiraf ve yardım çığlığıdır:  “ ‘Kardeşim’ diyor. ‘Suruç’tan sınırı geçmiş. Bütün o gençler gibi o da gitmiş. Savaşmaya. Kırk gün önce. Annem, babam, ben de tabii, sadece yaşadığını öğrenmek istiyoruz. Öğrenebilir misiniz?’ diyor.”

Bir ayrılık bir ölüm

İç ihanetlerin muhasebe defteridir biraz da bu öyküler. Zalimin zulmüne hazırlarsın kendin. Çünkü zaten hayat mücadeleni ona karşı koymak üzerinde inşa etmişsindir. Peki ya bu uğruda yola düştüğün dostlarından, şu yoldaşlarından darbe yersen ne olacak?

Pir Sultan Abdal’a atfedilen hikâyeyi anmanın tam sırası Ahmet Tulgar’ın talip olduğu hissi ve deneyimi tanımlamak için. Pir Sultan Abdal idam edileceği darağacına doğru yürürken Hızır Paşa emir verir: “Herkes Pir Sultan’ı taşlasın, taş atmayanın boynu uçurulacak, bilinsin.” Halk can korkusuyla Pir Sultan’ı taşlamaya girişir. Ancak taşlar her seferinde Pir Sultan’a değmeden yere düşer. Pir’in can yoldaşı Ali Baba da Pir’e bir gül atar. İşe o gül, Pir’e değer ve yaralar. Pir’in dudaklarından da şu nefes dökülür:

Şu kanlı zalimin ettiği işler

Garip bülbül gibi zareler beni

Yağmur gibi yağar başıma taşlar

Dostun bir fiskesi pareler beni

Dar günümde dost düşmanım bell’oldu

On derdim var ise şimdi ell’oldu

Ecel fermanı boynuma takıldı

Gerek asa gerek vuralar beni

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz

Hak’tan emrolmazsa ırahmet yağmaz

Şu illerin taşı hiç bana değmez

İlle dostun gülü yaralar beni

‘Zulüm Haritası’ öyküsünün anlatıcısı, bir dernek çalışması için yirmi yıl önce işkenceye uğradığı yeri gösterir ve bir yandan da seksenlerin insanlık dışı koşullarına geri giderken örgüt içi şifreleri taşıyan ama alıcısına ulaşamayan bir montu da kendi zulüm haritasının raptiyesi yapmıştır yıllar içinde. “Örgütümüzün lideri örgüt feshedilene kadar cezaevinde konu ne zaman operasyona gelse lafı bana getirir, ‘Ben size söylemiştim, eşcinseller zayıf olur, örgütte barındırmamalıydık’ dermiş. Oysa mont hâlâ dolabımda asılı. Benim hayatıma ilişkin bir şey artık. Zulüm haritamdan bir anı. Doküman değeri de yok zaten. Örgüt yok. Dokümanter değeri ise belki. Geçmişin o efsanevi örgütünün tarihine dair. Şifreler çözülürse.” Burada bahsedilen zulüm, artık o geçit altı odadaki fiziksel şiddet değildir. Durur ve kendi zulüm haritalarımıza doğru yol alırız usul usul.

Aynı öykünün bir de unutulmaz mesajı vardır hepimize: “Zulüm görmüş olmak bırakın övünmeyi, kişinin kendini suçlu hissetmesine neden olur. Bir nebze de utanmasına. Katlanmış olması, katlanıp yaşamaya devam etmiş, intikam peşinde de koşmamış olması hasebiyle. Yani birisi zulüm gördüğünü söylüyorsa, inanın ona. Siz de.”

Soğan katmanı yalnızlıkların cücüğünü çıkarır önümüze koyar o. Gecenin sessizliğinde ruhunuzun uğultusunu işittiğiniz saatleri. Kendinizin dikizcisisiniz o noktada. Kaçacak delik yok. Sığınılacak bahane de. İnsana mahsus her şeyin öznesi ve tanığısınız artık. Yolun sonundaysa inanmazsınız ama hâlâ umut var. Kanla, gözyaşıyla yıkanmışınız. Bel altından vurmuşlar ayakta kalmışsınız. En önemlisi nice ihanetin sonrasında zerre acılaşmamışsınız. ‘Halk Mahkemesi’ öyküsünde âşık olduğu bir mahkûm uğruna koğuş değiştiren, yoldaşları tarafından dışlanan, firarda arkada bırakılan ve âşık olduğu insanın muhbirliğiyle sarsılan kahraman o umudun dile getiricisidir: “Devrime de aşka da dair önemli emareler gördüm ben. Duydum da. Sadece kitaplardan edinmedim bu işaretleri. Kendi hayatımda da var. İstedim mi bulurum. Ben devrimin ve aşkın mümkün olduğunu biliyorum.”

İsteyin ve bulun der gibidir Ahmet Tulgar. Başkası vermeyecek size o umudu. Aşkın ve devrimin peşine düşün. Yani hayatı yaşamanın derdinde olun. Bir hikâyeniz olsun sizin de. Bir tek sizin yaşayabileceğiniz. Bir tek sizin yazabileceğiniz bir hakikatiniz. Daha ne desin? Daha ne etsin?

Varlığına ve anısına şükranla…

*Bütün alıntılar Ahmet Tulgar’ın Duygusal Anatomi öykü kitabından alınmıştır. (Can Yayınları, Mayıs 2015, İstanbul)