Ölümlü hayatta ölümsüz bir an
Başka birine el verebileceğimi hatırladım yeniden. Ölümlü hayatımızın ölümsüz bir ânı. Dünyalara bedel küçücük bir ayrıntı.
31.10.2023
İnsan hayatının hiç sayıldığı zamanlarda ister istemez sözün anlamını sorgularım. Ne desen denk gelmez, ne etsen çare olmaz. Deli bir anlam kaybı. Bir yandan da durmayan zaman hakkını ister. Kaydedeceksin, gördüğünü söyleyeceksin, insan hikâyelerine sahip çıkacak ve öte türlüsünü düşleyeceksin.
Yıllardır açık hava hapishanesine dönüşmüş Gazze’de haftalardır gözümüzün önünde soykırım işleniyor. Hamas’ın saldırısıyla başlayan yeni dönem, insanlığı toptan canlı yayında naklen yıkımın izleyicisi konumuna getirdi. Ve elbette bütün insanlık dışı eylemlerin olağan, gündelik hayat pratiği gibi dayatıldığı zamanlarda olduğu üzere her şeyi kristal parlaklığına ulaştı. Göz acıtan, sivri yanı böğre saplanan devasa bir taş bu. Maç taraftarı gibi konumlananları mı istersiniz, fırsattan istifade ırkçılık köpürtenleri mi, tarihi bağlamından koparıp tek günden başlatanları mı, haber niyetine propaganda yayanları mı… Liste uzar gider. Allahtan infial hâlinde sokağa dökülen halklar var halen. Devletlerinin İsrail politikasına koşulsuz desteğini unufak eden insanlar. Her milletten müteşekkil devasa bir “bizler” halkı. Kaybı, acıyı, yası, zulmü, direnişi bilenler topluluğu. Güneş sistemindeki dertli yaşlı gezegenin birbirine uzanan, birbirine tutunan elleri.
Filisin Sağlık Bakanlığı sayısı sürekli artan ve kahredici çoğunluğu çocuklardan oluşan binlerce insanın can kaybını ilan ediyor, zulmü kaydeden gazeteci ve kameramanlar öldürülüyor. Çocukların bir gün önce bahçesinde kendince oyun tutturmaya çalıştıkları ve herkesin “Buraya saldırmazlar” diye sığındığı hastane bombalanmış, yine Filistin Sağlık Bakanlığı yetkilileri dünya kendilerine inansın diye ölüler arasında basın açıklaması yapmış. Çünkü ölmen yetmiyor, bir de hakikate ikna etmen gerekiyor.
İnsan hakları adına sapır sapır dökülen bir tablo. O aczi saklamaya bile gerek duymayan bir umursamazlık. Gözden çıkarılıyor ve üstüne suçlu ilan ediliyorsun. Önemsiz ve vazgeçilir. Böyle bir toplu yalan döneminde geri kalan her şeyin her zamanki gibi devam edebileceği yanılsaması da cabası. Ama böyle bir çelişki hayatın doğasına aykırı. Bu sakilliğin domino taşları bütün sınırlara gelip dayanacak er geç. Geriye mili saniyede bilgi yaymakla övünen günümüzün bilinçli cehalet ve azimli inkâr performansı kalacak.
Ben her yanımı uyuşturan öfkenin ve ağrının orta yerinde, dilimi, sözümü kaybetmiş öylece dururken bir söyleşiye sığındım. Coğrafyasının ve tarihinin sesi olan bir kadına. Genetiğe kaydedilmiş hakikati on dört yıl boyunca boğuştuğu, yükte hafif pahada ağır bir kitaba sığdıran Filistinli yazar Adania Shibli’nin Yasemin Çongar’la söyleşisine. Çongar, Shibli’nin Türkçesi 2021’de Can Yayınları tarafından, Mehmet Hakkı Suçin’in çevirisiyle yayımlanan Küçük Bir Ayrıntı romanı üzerine tadına doyum olmayan bir de yazı yazmıştı. Söyleşiyi de yazı da romanın ve yazarının dünyasına girmek için kerelerce okunası.
Küçük Bir Ayrıntı’nın 2023 LiBeraturpreis ödülüne değer görülmesinin ardından ödülü veren Litprom e. V. kurumunun, Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki töreni “Hamas tarafından başlatılan savaş” nedeniyle iptal etmesi sansür tartışmalarını ve karşı tepkileri beraberinde getirdi. Bu vesileyle 2 Kasım 2022 akşamı, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde yapılan söyleşi de öne çekilerek yayınlandı ve bu sayede ben adeta iç sesimle söyleşen o insanı karşımda buluverdim.
Küçük Bir Ayrıntı romanının ilk bölümünde okuru Necef Çölü’nün orta yerinde askerî bir kampta, Mısır sınırından sızmaları önlemekle görevli ekibin başındaki komutanın gözünden ve günlük notlarından 1949’un Ağustos ayına götüren yazar; yerlerinden edilen 800 bin insanın dramını komutanın ve diğer askerlerin kampa getirilen Bedevî bir genç kıza tecavüz etmesi ve öldürmesi üzerinden anlatıyor, baş karakteri kendi rahatsızlıkları içinden gösteren mesafeli üslupla okuru da şiddetin doğrudan tanığı ve parçası kılıyordu. Romanın ikinci bölümünde ise elli yıl sonrasında askerî kontrol noktalarıyla bölünmüş coğrafyada tek başına ve takıntıları eşliğinde her gün ölüm-kalım savaşı veren kekeme bir genç kadının, “felaketin küçük bir ayrıntısı”na dönüşmüş bu tecavüz hikâyesinin peşine düşüşüne eşlik ettiriyordu herkesi.
Bize kalan
Tarihinde kaybolma, gününde kendini bulmaya çalışma mücadelesinin orta yerinde hafızanın kendi doğal referans noktalarından yoksun kalışını çocukluğunun anılarıyla paylaşıyor söyleşide Shibli: “Bir yerleşim var, o yerleşimin İbranice bir adı var, o köyün eski Arapça adının hikâyesini ise kimse size anlatmıyor. Size de çocuk aklınızda birtakım fanteziler kurmak kalıyor. Anne babanızı bu konuda soru yağmuruna tutsanız da, onlar sessiz kalmayı tercih ediyorlar, sanki konuştukları anda o köyü terk etmeye zorlananların kaderinin sizin de kaderiniz olmasından korkuyorlarmış gibi. Siz de bu sessizliğin içine, anlatıların olmadığı bir ortama doğuyordunuz. Dilin olmadığı, ya da en azından dilin ayrıntılı anlatımlar için kullanılmadığı bir yerdesiniz, o zaman size ne kalıyor?”
Yanıt hiç şaşırtıcı olmadı üzere yazmak. Yazmak tam da böyle hayatî bir anlama denk geldiği için, susulanların duyulmasını sağladığı için bu denli vazgeçilmez. Bu can havliyle yazıldığı için ortaya çıkan eser de sadece bir coğrafya ya da tarihin değil insanlığın ortak hikâyesinin ifadesi olabilecek denli kudretli.
Doğuştan iki dilli ve hayatını edebiyattan çok önce dil üzerine kuran biri olarak Shibli’nin dili yaşayışı ve yaşatışı beni çarptı. Ev içi ve sokak dili diye bölünen hayatı, aile büyüklerinin ısrarla sustuğu, ders kitaplarınınsa inkâr ederek yeniden kurduğu kayıp tarihi, havada kalan soruları, hep el yordamıyla bulunan yanıtları andım: “Annemle babam bizi köylere yollarlardı, gidip birtakım otlar ve meyveler toplamamızı isterlerdi. Bunlar yıkılmış, boşaltılmış köylerdi ama oralarda hâlâ bazı bitkilerle ağaçlar yaşıyordu. Adeta o köylere gitmemiz ve o ağaçlara bakmamız, ihtimam göstermemiz gerekiyordu; sahipsiz kalmış zeytin ağaçları, üzüm bağları, incir ağaçları vardı. Ve şunu bilirdik: ‘Mültecilerin bağları bunlar…’ Ama mülteci olmanın ne demek olduğunu bilmiyor, anlamıyorduk. Gittiğimiz bu köylerin adları El-Şecere, Lubya ve Beisan’dı. Oysa yoldaki tabelalarda bu isimleri hiç görmezdik, köylerin girişinde başka kelimeler yazardı. Tam bir kayıp olgusu söz konusuydu. Dolayısıyla, dille aramızda ters bir ilişki kuruluyordu. Bize dilin işlevi, malum imleyenle imlenenin ilişkisi üzerinden öğretilir, fakat o zamanlar karşılaştığımız bu yeni isimlerin neyi imlediğini anlamak mümkün değildi. Neden bu isimlerin değiştirildiği de anlatılmıyordu çocukken. Bu boşluğu hayal gücümüzle doldurmak kalıyordu bize.”
‘Sevdiğiniz insanı kullanmazsınız’
O boşluğu dille dolduran bir insanın, edebiyata kendi varlığı dışında ayrı bir işlev, bir misyon yüklemesi beklenemez. Hikâyelerin varlığı, dille oynanan bitmek bilmeyen saklambaç oyunu, kurgunun hayatla yarıştırdığı olasılıklar zaten hayatın ta kendisidir. “Her sevgi ilişkisinde olduğu gibi aslında: Sevdiğiniz insanı kullanmazsınız, sevdiğim insanı ‘şöyle kullanıyorum’ demezsiniz, bu bir suçtur. Benim dille böyle bir ilişkim yok, dili araçsallaştıran bir ilişkim yok, Arap dilini bir şeyin aracı olarak kullanmıyorum, hayır; başlı başına bir varlık olarak geliyor bana ve içinde benim eksiklerimi, başarısızlıklarımı da barındırıyor.”
Dillerin hiyerarşisine de yer yoktur böyle bir aşkta. Ötekinin ya da failin dili değildir söz konusu olan. Senin kurduğun bağ ve hak teslimidir esas olan. Onsuz kendi tarihinin eksik kalacağı bilinci: “Yazarken Arapça konuşma dilimi kullanmak zorunda değilim, konuşurken de klasik Arapçayla konuşamam. İki ayrı varoluş bu. Aralarında bir ilişki var elbette. Önemli bir bağ var. Ancak bu dillerden biri sessizliğin içinde, edebiyatta var olmayı seçer, diğeri hayatın içinde yer alır… İbraniceyi bu dili de konuşabilelim diye öğrenmedik biz. Adeta Arapçayı öğrendiğimiz gibi, Eski Ahit’i okuyarak, kitaptan öğrendik. İbranicenin güzelliğini ve Arapçayla yakınlığını da keşfettik, ikisi de Sâmi diller malum ve Aramiceden geliyorlar. Şimdi bu iki dili, tek bir varlığı ortadan ikiye ayırırcasına birbirinden ayrı tutuyorlar ama aradaki ilişkiyi linguistik açıdan düşünmenin önemine inanıyorum. Bir dile âşık olduğunuzda, onun akrabalarını da keşfediyorsunuz.”
Peki zulmün günlük hayat gerçeğine dönüştüğü bir coğrafyada, tarihin ve bugünün silinmeye çalışılırken, gelecek insan olarak sana hak görülmezken, daha doğrusu sen dosdoğru insan bile sayılmazken edebiyat nereye denk düşer? Yazmak ve okumak geniş zaman işi midir sahi? Shibli’nin yanıtı alışılageldik bakış açısını yerle bir edecek güçte ve sahicilikte: “Öfkeden ziyade bir kırıklık, bir bozukluk hali içinde olduğumu düşünüyorum. Çünkü öfke bir duygudur ve burada aslında duygular değil söz konusu olan, içinde bulunduğunuz sistem bir insan olarak sizi deforme ediyor, bozuyor. Böyle durumlarda sanatın ve yazmanın çok daha elzem bir şey haline geldiğine inanıyorum. Bir sergiyi gezip ya da bir kitabı okuyup duygusal bir öfke duyup sonra rahat hayatınıza döndüğünüz bir burjuva faaliyeti olmaktan çıkıyor sanat. O denli elzem bir hal alıyor ki, ancak yazarak, yazma ediminin içinden ya da başka sanatsal ifade biçimlerini kullanarak kendinize başka bir varoluş ihtimali yatabiliyorsunuz. Bu açıdan yazmak benim için varoluşsal bir edim. Yararını, işlevini düşündüğüm bir şey değil, işlev ötesi bir yeri var. Size var olmayı öğretiyor.”
Shibli’nin dile duyduğu aşka, aşka kattığı anlama vurulmamak elde değil. Orada yazmayı yaşamakla bir tutan bir damar var. Aşka hakiki anlamını iade eden bir kavrayış. Şah damar. “Edebiyatı gerçekten bir araç olarak görmüyorum. Tabii insanlar edebiyatı bir direniş aracı, başkalarına erişme aracı gibi görebilir, buna bir şey diyemem ama ben meseleye böyle bakmıyorum. Bazı terimlerin manipülasyonundan da çekiniyorum doğrusu. Çünkü bunlar özünde aşktan yoksun olan yaklaşımlar. Aşk derken de, yine bu sınırlandırılmış burjuva anlamından, aile sevgisinden ya da birine âşık olmaktan söz etmiyorum. Aşktan politik ve edebi bir eylem olarak söz ediyorum. Bir metinle ilişkinizden, o metnin değişme ve değiştirme potansiyelinden söz ediyorum… Ama edebiyatın şaşırtıcı tehlikesi de burada, yapabileceklerindedir.”
O ihtimale sığınmak iyi geldi. Bir şeyleri kıpırdattı içimde. Parmaklarımın yeniden ağır aksak da olsa klavyede kaymasına vesile oldu. Kabuslarım bile bir bağlama oturdu. Elde kalem kâğıt bir şeyleri not edebilmeye başladım. Ne oldu derseniz, elbette ne öldürenleri durdurabildim ne ölenleri. Zamana ve tükenişe direnen farklı bir süreklilik buldum sadece. Uzak bir tanış. Ötelerden bir can dost. Bir ele tutundum. Başka birine el verebileceğimi hatırladım yeniden. Ölümlü hayatımızın ölümsüz bir ânı. Dünyalara bedel küçücük bir ayrıntı.
(2) : https://www.k24kitap.org/kritik/dolgusuz-edebiyat-3355