Tracy Chapman, 1988 tarihli "Fast Car" şarkısını, 04 Şubat 2024'te Los Angeles, Kaliforniya'da gerçekleşen 66. Grammy Ödülleri'nde söylüyor. Fotoğraf: Kevin Mazur via Getty Images.

Hızla giden bir arabada

Eskimeyen şarkının ve hikâyenin büyüsü nerededir diye sorsalar, sahiciliğinde derim. Zamanı ve mekânı, tarihi ve coğrafyayı, cümle kimlikleri aşan kapsayıcılığında. Hayatın sürekliliğine övgüdür bu kalıcılık

KARİN KARAKAŞLI

14.02.2024

Kendi tarihine ait kıldığın ve bir dönemin simgesine dönüşmüş şarkılar, on yıllara meydan okuyarak geri döndüğünde çok tuhaf bir hisse kapılıyorsun. Bir yanıyla artık neredeyse sahiplenemeyeceğin kadar geride kalan bir kişisel geçmiş yeniden hortluyor sanki, diğer yanıyla da o şarkı zamanı büsbütün siliyor. O şarkı heplik oluyor, durduran bir sabit. Bunun son örneğini Tracy Chapman’ın Fast Car’ıyla yaşadım. Bir an için zamansız kaldım.

Yıllardır şov dünyasından uzakta kendi mütevazı hayatını sürdüren Tracy Chapman’ı müzik endüstrisinin ta kendisi olan bir törende, 66. Grammy Müzik Ödülleri’nde sahnede görmek talihin tuhaf bir cilvesiydi. İnsanlığa 1988’de armağan ettiği Fast Car‘ı bu kez

şarkıyı yeniden düzenleyen country müzik yıldızı Luke Combs ile düet eşliğinde söyleyen Chapman, kendi başına bir hayat kategorisi oldu, öyle de çakılı kaldı belleğimde.

Varsın geceye en çok satanlar, yüksek rating hesaplı danışıklı dövüş güç dengeleri damga vursun. Bütün bu cafcaflı yüzeyselliğin orta yerinde Tracy Chapman’ı beyazlamış saçları ve o incecik gülümseyişiyle görmenin mutluluğu hiçbir şeyle kıyaslanacak gibi değildi. İnsan bu kadar mı güzel yaşlanır diye düşünmeden edemedim. Chapman, 1989’da kendisine En İyi Kadın Vokal dalında Grammy ödülünü kazandıran parçayı, aradan geçen zamanı da hissettiren bir yorumla sundu. Dingin bir tevekkülle.

Malûm, cover dediğin şey, özgün besteden farklılaştığı oranda kıymetlenen bir yorumdur. Düzenlemedeki incelikli dokunuşlar dışında country versiyon, Chapman’ın yorumuna büyük bir sadakatle bağlı kalmış. Ya da Combs’un kendi deyimiyle şarkının “mükemmeliyetini onurlandırmış.” Daha önce de sayısız sanatçı tarafından seslendirilen ve İsveçli DJ Tobtok ile İngiliz DJ Jonas Blue tarafından iki elektronik dans versiyonu da yapılan şarkı, Chapman’ı Country Müzik Derneği’nin yılın şarkısı ve şarkı sözü yazarı ödüllerini kazanan ilk siyah müzisyen kıldı. Anka kuşu misali küllerinden doğan Fast Car, zamana meydan okuyuşunu şüphesiz ki hikâyeli oluşundan alıyor. Chapman onun ilk seslendirdiğinden beri bize emanet o. Sanki her birimizin kulağına fısıldanmışçasına özel ve paylaşılan ortaklığı içinde güçlendirici.

‘Her yer buradan iyi’

Oysa kırık bir hikâyedir bu. Genç bir kadının, kapan misali kıstırıldığı koşullardan sevgilisinin hızlı arabasına atladığı gibi gideceği şehirde kurtulma umudu. “Her yer buradan daha iyi” derken Chapman’ın tonlaması kalbe işler. Kaybedecek ve kanıtlayacak hiçbir şeyi olmayanların sesidir bu. Mahalle bakkalında çalışarak biriktirilen iki kuruş parayla kurulan koca bir hayal.

Çok da uzağa sürmene gerek yok

Sadece sınırı geç, şehre gir

İkimiz de iş bulabiliriz

Nihayet yaşamak neymiş anlayabiliriz

Kader diye dayatılan sistem sömürüsünde, seni başka bir hayata, özgür, mutlu, insan onuruna yaraşır bir versiyona götürebilecek hızda bir araba olabilir mi? O ben anlatıcı, hayatının koşullarını en sade cümlelerle serer önümüze. Sadece durumu tanımlar, duygusunu paylaşmaz. Melodrama yer vermeyen buzul gerçekler. İçki şişesiyle yaşayan işsiz bir baba, onun verdikleriyle yetinemeyen ve evi terk eden bir anne, durumdan vazife çıkaran ve babasına bakmak için okulu bırakan bir çocuk. “Bir karar vermemiz lazım” der sevgilisine, “Ya bu gece yola çıkarız ya da bu şekilde yaşar ve ölürüz.”

Derken hikâyenin her yeni kavşağında yinelenecek, yinelendikçe daha da acılaşacak o nakarat kısmı gelir. Bir ömrün içerisinde özgür ve mutlu hissedilen kısacık bir ânın imgesi.

Arabanda nasıl yol aldığımızı hatırlıyorum

O kadar hızlı sürüyordun ki sarhoş olmuştum

Şehrin ışıkları önümüzde uzanıyordu

Ve omzuma sarılı kolların iyi hissettiriyordu

Ve aitmişim gibi bir his vardı içimde

Biri olabilirmişim gibi bir his

Sonrası daha geniş sınırlarda bir dolap beygiri gibi akacak oysa. Bakkal yerine markette kasiyerlik. İş bulmayan, çocukları yerine barda arkadaşlarıyla takılan sevgili. Bütün faturaları üstlenirken barınaktan banliyö toplu konutlarına geçmeyi dilemekle yetinen büzüşmüş hayaller… Ocean Vuong’un Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz romanındaki o unutulmaz metaforla belleğime kazınan görüntünün ta kendisi: “Yine özgürlüğü düşünüyorum, buzağının en özgür olduğu ânın kafes açılıp onu mezbahaya götürecek kamyona doğru yürütüldüğü an olmasını. Özgürlük tamamen görecelidir -sen bunu çok iyi biliyorsun- ve bazen hiçbir şekilde özgürlük değildir, sadece senden uzakta genişleyen kafestir, kafesin parmaklıkları mesafeden ötürü iyi seçilemese de hâlâ oradadır, nasıl yabani hayvanları doğa koruma alanlarında ‘özgür’ bıraktıklarında onları aslında daha geniş sınırlar içinde kontrol altında tutuyorlarsa öyle. Ama ben o genişlemeyi yine de kabul ettim. Çünkü bazen parmaklıkları görmemek yeterli oluyor.”

Geriye kalan

Şarkının ve hikâyenin sonu “Sen iyisi mi o hızlı arabaya atlayıp yoluna devam et” demeye varıyor. Kurtarıcılar ve kırılacak çemberler yok. Yaşatılanın senin tekil hayat deneyimin değil, basbayağı bir siyasi ve toplumsal dayatma olduğunu ve o düzeni ifşa edip karşısında birlikte mücadele etmedikçe çıkış yolu olmadığını görüyorsun zamanla. Ve her şey hikâyeni anlatmaya karar vermenle başlıyor.

Eskimeyen şarkının ve hikâyenin büyüsü nerededir diye sorsalar, sahiciliğinde derim. Zamanı ve mekânı, tarihi ve coğrafyayı, cümle kimlikleri aşan kapsayıcılığında. Hayatın sürekliliğine övgüdür bu kalıcılık. Her seferinde sil baştan başlama gücünü ya da bazen sadece bittiğini kabul etme tevekkülünü gösterir.

Chapman, on yıllar önce çekilen klipte siyah-beyaz sekanslarda sert ışık ve gölge oyunlarının arasında daha köşeli söylüyordu şarkısını. Arada yorum için izleyeni davet eden slayt yapılı görüntülerle içki şişesini kavrayan yorgun eller, dünyada tek başına duruyormuş hissi veren ıssız evler görünüyordu. Canlı yorumlardaysa izleyiciyi huşu içinde bırakan bir aheste yapı hâkim oldu gitgide. Usul usul söylendi hızla giden arabanın şarkısı.

Bir ömürden geriye ne kalıyor? O hayallere en yakın olunan araba yolculuğu, o şehrin ateşböcekleri gibi parlayan ışıkları, o hayatın damarında akma hissi yalan mıydı? Belki de hayatın en gerçek ânıydı. Cesaret edilen hayal, mahkûm olunan yalanlardan çok daha kıymetli. Özüne çok daha yakın. O an içinden çıkan ses, en çok söylemek istediğin. Bir ömür kendinden en çok gizlediğin.

Dayatılan zulüm de seni çevreleyen yalanlar da bitmiyor. Hatta şimdi çok daha incelikle kuşatıyor seni. Dijital, yüksek teknoloji ve yapay zekalı zamanlar sağ olsun. Ama bak, dönüp dolaşıp sade bir hikâyeye geri geliyoruz. O hikâye hiç eskimiyor. Çünkü gecelerde tavana gözümüzü dikmişken, yastık yorganla mücadele ederken ve elbette kendimizi uyandıramadığımız karabasanlarda boğulurken hep hakikatimizle baş başayız. Sonra biri çıkıp hepimiz adına o yalnızlığı dile getiriyor. Lafı hiç dolandırmadan. Kalakalıyorsun. Nefesin kesiliyor. Hiç tanımadığın insanlarla hep birlikte ağlıyorsun. Ve yalnızlığın senin olsa da, hissinde tek başına olmadığına ayıyorsun.

Stephen Chbosky’nin, kendi yazdığı roman ve senaryodan uyarlayarak çektiği The Perks of Being A Wallflower (Saksı Olmanın Faydaları) filminde de bir araba sahnesi vardır. Ergenliğin, travmanın, zorbalığın ve dışlanmışlığın türlü hâlleriyle boğuşan Charlie (Logan Lerman), Patrick (Ezra Miller) ve Sam’in (Emma Watson) yolları kesişince atladıkları o kamyonet. Patrick’in sürdüğü kamyonetin arkasında kollarını kaldırıp ayağa dikilen ve kendisini bir tünel boyunca rüzgâra ve müziğe teslim eden Sam, tutkunun ve coşkunun ta kendisine dönüşür. O ânı hiç unutmayacak olan Charlie de ses olur: “Buradayım ve ona bakıyorum. O kadar güzel ki. Görüyorum onu. Bu, hüzünlü bir hikâyeden ibaret olmadığını anladığın an. Hayattasın, ayağa kalkıyorsun, binaların üzerindeki ışıkları ve seni şaşkına çeviren her şeyi görüyorsun. Ve o şarkıyı dinliyorsun ve en sevdiğin insanlarla o arabada gidiyorsun. Ve işte o anda yemin ederim, hepimiz sonsuzuz.”

Ölümlüyüz ama sonsuzuz. Bizle başlayıp bitmeyen hayatta bizden koparılamayacak bir şeyler var. Varlığını dile getiren bir şeyler. Hikâyelerin anlatılma gerekçesi, meramın ta kendisi. Bütün saçmalığın, keyfiyetin ve kötülüğün içinde nilüfer gibi süzülen o öz. Nefes aldığın için değil, o öze tutunduğun için yaşıyorsun. Hızla giden bir arabadan akan hayatı senin için de anlatan birilerinin uzattığı eli tutuyorsun. Hepsi bundan ibaret.