Johan Galtung. Kaynak: Fotoğrafçı Jan Oberg'in X hesabı. (görselin orjinal hali)

Galtung’un anısına saygıyla, barış gazeteciliğini yeniden anlamak…

Galtung, barış çalışmaları alanının öncü isimlerinden olduğu gibi, 1960’ların sonlarından itibaren ana akım medya haberciliğinin savaş ve şiddeti kışkırtan özellikleriyle eleştirisi üzerinden barış gazeteciliği kavramını ilk defa kullananlardan birisiydi

SEVDA ALANKUŞ

04.03.2024

Çatışma çözümü ve barış çalışmaları ile barış gazeteciliği alanının kurucu ismi Johan Galtung’u 17 Şubat 2024 tarihinde kaybettik. 1930 doğumlu olan Galtung Norveçliydi. Babası işgal altındaki ülkesinde Naziler tarafından tutuklandığında henüz 12 yaşındaydı, askerlik yerine 18 ay toplumsal hizmette bulunmayı tercih etmişti. Lisans derecesini matematik alanında almıştı, birisi istatistik, diğeri sosyoloji alanında iki master derecesi sahibi oldu. Gençlik yaşlarında Norveç’te verilen doktora derecelerine karşı bir kampanyanın imzacılarından olmuştu. Doktora derecesi yoktu ama dünyanın pek çok üniversitesinden “onursal doktora” aldı. Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsünü (1959) ve Barış Araştırmaları Dergisini (1964) kurdu. Galtung 1987 yılında “çatışmaların nedenlerinin anlaşılmasına ve çözümü için şiddet-dışı alternatifler geliştirilmesine katkıları” ve barışa “sistematik, multidisipliner” yaklaşımı nedeniyle alternatif Nobel ödülü olarak bilinen Rights Livelihood (Doğru Yaşam) ödülünü almıştı ki bunu çok sayıda başka ödüller izledi. 1993 yılında TRANSCEND, Barış, Gelişme ve Çevre Ağını kurdu, dünyanın pek çok üniversitesinde konuk öğretim üyesi olarak bulundu, dersler verdi. 150’den fazla kitaba, 1500’den fazla makale, proje vd. yayına imza attı. Dünyadaki 150 kadar çatışmanın barışçıl yollarla çözümünde aktif olarak rol oynamıştı. Türkiye’ye 2009 yılında Boğaziçi Üniversitesi Barış Eğitimi ve Uygulama Merkezi’nin davetiyle gelen Galtung, detaylarını gerekli gizlilik ilkesi çerçevesinde vermemekle birlikte Türkiye’de “Kürt sorunu”nun çözümü için arabuluculuk yaptığını da ifade etmişti.

ABD’yi dünya barışı için en büyük tehdit olarak görüyor, onun ve diğer batılı ülkelerin yapısal-emperyalizmi ile faşizminin, hiper-kapitalizm çağının sorunlarının sürekli krizler yaratıyor olmakla birlikte, bunun insanlığın kaderi olmadığını söylüyordu. Ancak 2011 yılının Temmuz ayında Norveç’te aşırı sağcı Anders Behring Breivik’in faili olduğu, 77 gencin ölümü, 214 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan terör eyleminin arkasında İsrail’in bulunduğu ve dünya medyasının Yahudi sermayesinin kontrolünde olduğu açıklaması üzerine antisemitik olmakla itham edilmişti. Kurucusu olduğu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttüğü Barış Araştırmaları Enstitüsü, Galtung’un ifadesinin kurumlarını bağlamadığı açıklamasını yapmak zorunda hissetmişti. O ise bu kutuplaştırıcı yaklaşımı yüzünden kendisine yöneltilen eleştirileri “karalama ve iftira” olarak karşılamıştı.

Ancak ister Galtung’un altını çizdiği gibi ister hiper-kapitalizm çağı, ister antroposen çağ olarak adlandıralım, “doğal” felaketlerin bile işlevsel akıllı (erkek) insanın neden olduğu sonuçlarla katlandığı çoklu krizler içerisinde yaşıyoruz. Bunun için son senelerde sadece Türkiye’de yaşanan ve artık sorumlusu bizzat “biz” olduğumuz sorunlar nedeniyle etkileri katlandığı için “doğal” saymamamız gereken deprem, sel; “tanrısal yargı, kader, beklenmedik ölüm” gibi anlamlar taşıdığı için “kaza” diye söz etmememiz gereken -kömür madeni ocaklarında, siyanürle altın çıkarılan madenlerde yaşananlar türü- felaketler; daha çok yoksulları vuran pandemi koşulları; yoksulluk, kuraklık, iç savaş, savaş gibi nedenlerle katlanan insan/mülteci hareketliliği; Türkiye’nin “sınır güvenliği” gerekçesiyle sınırlarımız dışında konuşlanmış ordu gücünü vd. hatırlamamız yeter. Dahası, kuzeyimizde Rusya’nın Ukrayna’na üzerindeki emelleri, Akdeniz’e bitişik güneyimizde İsrail’in Gazze’de Filistinlilere reva gördükleri vd. ile çerçevelenmiş bir coğrafyada öngörülebilir ve öngörülemez savaş tehlikeleri ve bunların doğrudan veya dolaylı sonuçlarıyla baş etmek durumundayız. Bütün bu koşullarda Galtung’un çatışma çözümü ve barışın inşasına dair söyledikleri yanında, barış gazeteciliğinin gerekliliklerine dair söylediklerini de yeniden okumak çok önem taşıyor.

barış gazeteciliğinin çoğunlukla sıcak çatışma, iç savaş benzeri gerilimlerin yaşandığı Batı’nın kıyısına veya dışına düşen dünyada özellikle uygulanma örnekleri bulunmasına rağmen, konu gazetecilik çalışmalarının “kenarında” tutulmaya devam ediyor

Ancak iletişim çalışmaları alanından birisi olarak üzülerek söyleyeyim, alanımız Galtung ile göreli olarak geç tanıştı. Oysa Galtung, barış çalışmaları alanının öncü isimlerinden olduğu gibi, 1960’ların sonlarından itibaren ana akım medya haberciliğinin savaş ve şiddeti kışkırtan özellikleriyle eleştirisi üzerinden barış gazeteciliği kavramını ilk defa kullananlardan birisiydi. Galtung ve Mary Holmboe Ruge 1963 yılında gerçekleştirdikleri ve Norveç gazetelerinde yayınlanan Küba, Kongo ve Kıbrıs ile ilgili dış haberleri “algı psikolojisi” yaklaşımıyla analiz ettikleri çalışmaları neticesinde, ana akım medyanın “haber değeri” tanımına yönelik olarak 1970’lerin sonlarından itibaren başlayan eleştirel habercilik yaklaşımları çerçevesinde daha sonra dillendirilecek sorunlarına dair önemli sonuçlara varmışlardı. Örneğin, Norveç basınında dış dünyada olup bitenlerin ancak negatiflik ve dramatik bir unsur içerdiklerinde haberleştirildikleri, bunun kötülüklerle dolu bir dünya imgesi ile güvensizlikleri beslediği, ana akım medya haberlerinin süreç yerine “sonuç” odaklı olarak kurulduğu, haber kaynağı olarak seçkinlerin kullanıldığı ve bütün bunların haberi şiddet yanlısı kıldığına dair saptamalarıyla barış gazeteciliğinin adını henüz anmadan haberlerin nasıl yapılması gerektiğine dair önerilerde bulunuyorlardı. Ancak barış gazeteciliği kavramı medya çalışmaları alanına esas olarak eski BBC muhabirleri olan iki akademisyen, Jake Lynch ve Annabel McGoldrick’in 2005 yılında yayınladıkları ve Galtung’un ünlü “savaş gazeteciliği-barış gazeteciliği” karşılaştırmalı tablosu (Galtung, 2000) üzerine kurdukları kitapta kuramsallaştırıldı. Ayrıca bu ikili arkasından bir uygulama rehberi/kiti de geliştirecekti. Diğer yandan kavram ve kuram ancak bu kitap vesilesiyle Anglosakson dünyada yaygın olarak tartışılmaya başlandı ve akademik dünya ile gazetecilerin ilgi alanına girebildi. Örneğin Conflict&Communication dergisi 2006 yılında çok sayıda akademisyenin ve gazetecinin kavram ve yaklaşımın kıyasıya eleştirildiği, savunulduğu ya da bir orta yol bulunmaya çalışıldığı makaleler yayınladı. Ancak benim tespit edebildiğim kadarıyla, sıcak çatışma, iç savaş benzeri gerilimlerin yaşandığı Batı’nın kıyısına veya dışına düşen dünyada uygulanma örnekleri bulunmasına rağmen, barış gazeteciliği konusu hâlâ gazetecilik çalışmalarının “kenarında” tutulmaya devam ediliyor. Objektifliği hiç uygula(ya)madıkları ya da ona taraflı haberciliklerini meşrulaştırmak üzere tutunuyor oldukları halde, ana akım medya habercilerinin barış gazeteciliğinin adını ilk duyduklarındaki tepkisi ise -bizzat farklı coğrafyalardan tanıklıklıklarımla söyleyeyim- “gazeteci miyiz barış aktivisti mi” refleksiyle hızlı bir reddediş oluyor.

Kuzey Kıbrıs’tan Türkiye’ye barış gazeteciliği

Türkiye’de barış gazeteciliğinin, dolayısıyla Galtung’un gazetecilik çalışmaları yapanlar tarafından bilinmesinin serüveni de aslında Batı’dan çok farklı değil. Barış gazeteciliği kavramı ve habercilikte çatışma çözümü teknikleri üzerine kurulu yaklaşımın kullanılmasına dair çalışma ile karşılaşmamızın tarihini ben ancak, Bağımsız İletişim Ağı olarak yerel medya gazetecilerine ve iletişim fakülteleri öğrencilerine yönelik olarak 2000-2003 yılları arasında gerçekleştirdiğimiz hak odaklı habercilik eğitimlerine kadar götürebiliyorum (Arsan, 2003). Fakat bu eğitimlere rağmen barış gazeteciliği kavramının yaygınlaşmasının, örnek bir model oluşturmasının, hatta bir iletişim fakültesinde ders olarak okutulmaya başlamasının esas olarak Kuzey Kıbrıs’tan başlayarak Türkiye’ye ulaştığını da bir ahde vefa gereği hemen eklemeliyim. Sürecin bir parçası olmanın tanıklığıyla da söyleyeyim, Kofi Annan’ın Kıbrıs sorununa çözüm için geliştirdiği ve kendi adıyla tarihe geçen barış planının ilgili ülkelerde ve Kıbrıs’ın iki tarafında tartışıldığı günlerdi. Toplumun iki tarafında çözümden ve barıştan yana olanlar -ki Türkiye’de AKP iktidarının da çözümden yana göründüğü ilk dönemiydi-, örneğin Sevgül Uludağ gibi gazeteciler yıllardır barış için kalemlerini kullanıyorlardı. Yaptıklarını bu adla savunmaya başlamaları ve daha önemlisi barıştan yana her haberin, barış gazeteciliği sayılamayacağı meselesi ise esas olarak bu dönemde bir grup akademisyen ve gazetecinin çalışmalarıyla tartışılmaya başlandı. Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde 2006 yılının Kasım ayında, İsrail, Filistin, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ın iki tarafından akademisyen ve gazetecilerin katılımıyla gerçekleştirilen Barış Gazeteciliği Konferansının en önemli sonuçlarından birisi ise, zaten yakın tarihinde sivil toplum örgütleri arasında güçlü bir iletişim geleneği bulunan Kıbrıs’ta barıştan ve çözümden yana gazetecilerin günümüzde de devam eden yaratıcı inisiyatiflerinin yolunu çizmesi oldu. Tam da o sıralarda Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi ders programına barış gazeteciliği dersi eklenmiş, Muratağa ve Sandallar köyünde EOKA-B tarafından gerçekleştirilen katliam üzerine gerçekleştirdiği belgeselden sonra Güney’de yaşayamaz duruma gelen Kıbrıslı gazeteci Tony Angostiniadis tarafından verilmeye başlanmıştı. Bugün de Kıbrıs’ın barış gazeteciliği deneyimi -Türkiye’dekinin aksine- barışın hükümet politikası olmadığı dönemlerde, üstelik baskılara ve bütün marjinalleştirilme çabalarına rağmen devam eden bir gelenek oluşturuyor. Bunun sonucunda, dünyada da çok az örneğini gördüğümüz samimi ve içselleştirilmiş bir çabayla hem akademisyenlerin hem de gazetecilerin araştırma ve uygulamalarına konu olmaya devam ediyor olması da ayrıca kayda değer.

ana akım eleştirilse bile, eleştirinin epistemolojik bir temel üzerine kurulmaması nedeniyle barış gazeteciliğinin ana akıma “ek” bir şey değil, onun içerden dönüşmesinin imkânlarını sunan bir yaklaşım ve uygulama alanı olduğu görülmüyordu

Türkiye’ye gelince, barış gazeteciliği, bunu bir etik ve politik bir seçim olarak dert edinmiş bianet haberciliği, T24 gibi bir kaç örneği dışarıda bırakırsak, ana akım medya haberciliğinde ne dış haberler ne de iç haberler bağlamında editöryel düzeyde karşılık bulmadı, ki Türkiye’nin birçok şaibesi bulunan basın tarihi hatırlanırsa buna da şaşırmamak lazım. Bir zamanların Doğan Medya Grubu barış gazeteciliğini yayın ilkeleri arasına almış olmasına rağmen, Türkiye’deki haber medyası, Ermenistan ve Yunanistan ile yakınlaşma veya “Kürt açılımı” dönemlerinde -ya da başka ifadeyle barışın ancak hükümetin ajandasını oluşturduğu dönemlerde- barıştan yana bir dil kullanmaya niyetlendiyse de, bu içselleştirilmemiş, üzerine düşünülmemiş “yönelim” basın tarihimize barış gazeteciliği bağlamında övgüyle anılabilecek bir “parantez” açmadı. Çünkü barış gazeteciliği ne barışın bir siyasi iktidar tercihi olarak masada olduğu dönemlerin konforu içinde yapılan, ne de sadece savaşla neticelenebilecek gerilimler mevcut olduğunda akla gelen bir habercilik deneyimine işaret ediyordu. Ek olarak, barış gazeteciliği üzerine çok sayıda akademik tez ve makale üretilmeye başlanmış olsa da, konu hem alanın hem de iletişim fakülteleri müfredatlarının ancak “kıyısında” kendisine yer bulabilmişken, koşullar değişince terk edilen “trend” konularından birisi olmaktan kurtulamadı. Bunun bir nedeni barıştan söz etmenin artık meslekten atılmayı da beraberinde getirecek derecede “tehlikeli” hale gelmesi ise, bir diğer nedeni de, iletişim fakültelerinde habercilik derslerinin daha hâlâ ana akım medya haberciliğinin ilke ve kodları ile etiği esas alınarak okutulmaya devam ediyor olmasıydı. Başka ifadeyle, iletişim fakültelerinin çoğunda, çeşitli adlarla olmak üzere habercilik eleştirisi yapan dersler veriliyor olmasına rağmen, Galtung ile yol arkadaşlarının bu eleştirilere eklenerek ana akım medya haberciliğinin objektiflik iddiasını sorgulayan, onun gerçekte savaştan yana taraflı olduğunu iddia eden yaklaşımı iletişim fakültelerinin gazetecilik eğitimlerine “içkin” hale gelemedi. Müfredatlara barış gazeteciliği ya da hak odaklı habercilik derslerinin “seçimlik ders” olarak konulmuş ve öyle de kalmış olmaları -ki hâlâ daha verilmeye devam ediyorlar mı bilmem- onlara, ana akımı yapısökümüne uğratarak dönüştüren yeni bir habercilik olarak değil, bir uzmanlık alanı olarak yaklaşılıyor olmasıyla ilgiliydi. Yani verilseler de olurdu, verilmeseler de nasılsa bu türden alternatifler naïve seçimlerden ibaretti. Ayrıca ana akım eleştirilse bile, eleştirinin epistemolojik bir temel üzerine kurulmaması nedeniyle barış gazeteciliğinin ana akıma “ek” bir şey değil, onun içerden dönüşmesinin imkânlarını sunan bir yaklaşım ve uygulama alanı olduğu görülmüyordu.

Peki Galtung bize ne diyor(du)?

Galtung’un barış ve savaş gazeteciliğini karşılaştıran ünlü tablosu, çatışmalar, gerilim ve çatışma durumlarında yapılan haberciliğin, sıradan insanın sözüne kulak vermeyen, haber kaynağı olarak askeri, siyasal, ekonomik güç sahibi seçkinleri kullanan, “gerçeği” vermek yerine, propaganda yapan, herhangi bir çatışmanın mevcudiyetinde her iki tarafın da kazanacağı çözümler yerine, “bizim taraf”ın mutlak zaferi, “öteki taraf”ın mağlubiyeti temelli bir karşıtlık kuran, böylelikle şiddetten yana taraflanmış bir habercilik olduğunun altını çiziyor. Gazeteciye “biz ve onlar” karşıtlığı içinde şiddeti kışkırtmak yerine, sorunun barışçıl yollarla çözümü için proaktif bir rol oynama sorumluluğunu veriyor. Aslında Galtung’un yaklaşımı savaş gazeteciliğinin bir norm olarak ana akım medyanın genelgeçerini temsil ettiğini görmemizi sağlıyor. Çünkü gerilim ve çatışma özel ve kamusal alanın bütün veçhelerinde var ve bizzat genelgeçer haber değeri tanımı da zaten “sıradışı olayları”, “insanın köpeği ısırdığı durumları” öncelikle haber sayan bir yaklaşım üzerine kurulu. Buna göre “savaş durumunda” bulunmaya gerek olmaksızın bir gerilim yaratan veya taşıyan her olayda ana akım medyanın bunu tetiklemek yerine, yatıştırmaktan yana habercilik yapması gerekiyor, ki savaş gazeteciliği yapmaktan çıkmak için bu da yeterli değil. Örneğin “Suriyeli sapık” başlığı nasıl mülteci-karşıtı nefret söylemleriyle eklemlenerek nefret suçunu tetikleyebilecek bir savaş gazeteciliği haberiyse, mültecilerle hiç olumlu haberlerin öznesi olarak karşılaşmamak da bir o kadar savaş gazeteciliği. Ya da başka türlü söyleyelim: “mülteci sorunu” bağlamı ve sebep sonuç ilişkileri çerçevesinde “biz-onlar” karşıtlığı yaratmadan, dahası “biz” tanımının içine dahil ettiklerimizin bu “sorunun” varlığında bizzat sorumlulukları olduğunu bilerek ve bunu üstlenerek yaklaştığınızda ancak barış gazeteciliği yapabilirsiniz.

haberin mevcut erilliği yapısökümüne uğratılarak, haber ve haberin editöryel değerlerine dair tarif ve uygulamalar, haber kaynaklarına, hatta hatta 5N+1K yazım kurallarına dair genelgeçer yaklaşım sorunsallaştırarak yapılan bir habercilik seçimi, toplumsal cinsiyet kimliklerini aşan bir etik ve politik sorgulamayı gerekli kılıyor

Ancak Galtung ve onunla birlikte barış gazeteciliği alanını kuramsal olarak işleyen ortak çalışmalara imza atan başta Jake Lynch olmak üzere Robert Hackett, Dov Shinar gibi akademisyenlerin çok yakınlaştıkları halde bize söylemedikleri bir şey var: ana akım medya haberciliğinin genelgeçerini savaşçı kılanın, bizzat haberin ilke ve kodlarıyla etiğinin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kadınların dışlandığı ya da marjinalleştirildiği haber merkezlerinde tanımlanmaya başlanmış, böylelikle haberin yapısal olarak eril bir anlatı olarak ortaya çıkmış, sonra da androsentrik ilke ve pratikler içerisinde yeniden üretilerek, evrenselleşerek mesleğin profesyonel ideolojisi haline gelmiş olması. Örneğin, neredeyse hiç uygulanmadığı veya uygulanırken de iki tarafın görüşlerini vermek gereğiyle zaten kamusal alanda sesini duyurmak anlamında avantajlı olandan yana gazetecinin taraflanmasına yol açan “objektiflik” ilkesinin aslında “rasyonel erkek aklının gerçeğin biricikliğini keşfedebileceği ve öylece aktarabileceği” varsayımı üzerine kurulduğunun hesaba katılmamış olması. Özetle barış gazeteciliğinin kurucu isimleri 1980’lerden itibaren bize “erkekler neye haber derse, haber odur” (Mills, 1988) diyerek; haberin “… kadın için değil, erkek için yaratılan, akıl alanının ustası olarak erkek işi sayılan, öyle de gelişen bir tür” (Cirksena & Cuklanz, 1992) veya “erkeklerce işletilen … lineer bir bilgi işleme süreci” (van Zoonen, 1994) olduğunu hatırlatarak; “haber toplamanın agresif ve baskın çıkmaya dayalı, kadınları dışlayan, aynı zamanda erkek dayanışması ve bağlılığı üzerine kurulu maço bir kültür” (Skidmore, 1998) olduğunu söyleyerek mevcut habercilik yapısını oluşturan epistemolojik temeli sorgulayan feminist haber eleştirisinden “habersiz” görünüyorlar. Bu “habersizlik” de savaş gazeteciliğinin ana akım haberciliğine içkin, onun kurucu yapısının erilliğinden kaynaklandığının söylenmeden geçilmesi anlamına geliyor. Üstelik de, daha sonra “özcü bir toplumsal cinsiyet yaklaşımı” sayılmaması için söylediklerini gözden geçirmekle birlikte, hem Galtung’un hem de Lynch’in “kadınların barış gazeteciliğine daha yatkın olduklarını”, zaten kadın okurun da şiddeti kışkırtan haberleri değil, barışçıl haberleri okumayı tercih ettikleri yönünde ifadeleriyle karşılaşıyor olmamıza rağmen. Bu arada kadın gazeteciler arasından, yukarıda değindiğim karşılaştırmalı tabloda barış gazeteciliği hanesine toplumsal cinsiyet duyarlılığını ekleyerek, savaş gazeteciliğinin erilliğine dolaylı da olsa gönderme yapanlar çıkmaya başlıyor (Sagaral ve Raijeli, 2007). Ancak Jacopson’un (2010) özeleştiri yaparak yaklaşımdaki sorunun sadece savaş gazeteciliği hanesine “toplumsal cinsiyet körlüğü”, barış gazeteciliği hanesine ise “toplumsal cinsiyet duyarlılığı” ifadeleri eklenerek çözümlenemeyecek kadar yapısal olduğunu söylemesi üzerine barış gazeteciliği literatürünün feminist haber eleştirisinin yaklaşımlarıyla zenginleşmesi için 2010 yılına kadar beklemek gerekiyor. Bu durum aynı zamanda feminist çalışmaların hep ana akım akademinin “kıyısında” tutulmaya çalışılmasına da bir örnek teşkil ediyor.

Feminist haber eleştirisi açısından barış gazeteciliği

Sonuç olarak, Galtung’un ve izinden gidenlerin barış gazeteciliğine dair söyledikleri, feminist haber eleştirisi yapanların ya da barış gazeteciliği alanına bu eleştiriyi taşıyanların söyledikleri çerçevesinde yeniden okunması gerekiyor. Ancak bu yapılırken, kadın gazetecilerin barış gazeteciliğine daha yakın olduğu gibi bir özcü toplumsal cinsiyet yaklaşımının içine de düşülmemeli. Evet, kadın gazeteciler -biraz da bu konular kadın işi sayılarak onlara bırakıldığı için- haber değeri tanımını genişleterek yaşlılık, engellilik, çocuk bakımı, ev içi erkek şiddeti, ensest, iş yerinde taciz, eşit işe eşit ücret gibi, kısmen özel alana ait ve orada kalması gerektiği düşünülen sorunlar üzerine yazarak, bunların kamusallaştırılmasını ve üzerlerine politikalar üretilmesini sağladılar. Ya da savaş bölgelerine gittiklerinde, belki de çoğunlukla cephe gerisinden haber yapmak zorunda kaldıkları için, savaştan en çok zarar görenlerin, yani yoksulların, yaşlıların, çocukların, kadınların hayatlarına mercek tutan ve kimi zaman savaşın gidişatını değiştiren insan öykülerini onlar yazdılar. Bu gazeteciler olmasaydı Bosnalı kadınların savaş sırasında uğradıkları tecavüzleri, bunun ortaya çıkardığı bugünlere kadar süren travmaları belki de çok geç öğrenecektik. Ancak kadın gazeteciler arasında androsentrik haber merkezlerinin ve mesleğin pratiklerinde müzakerelerle değişiklik yaratmaya çabalayanlar kadar, erkekler gibi bu işin ehli olduklarını ispatlamak gerekçesiyle haberciliğin maskülen kodlar ve etik ile dokunmuş yaklaşımını içselleştirerek “erkekler kulübüne” katılanlar da var ve aslında bunlar çoğunlukta. Öyle ki kadın gazeteci ve yöneticilerin sayılarının artması bile haberciliğin durumunu fazlaca değiştirmiyor. Özetle, şevkat, empati, diğerkamlık gibi duygular daha çok kadınlara mal edilse bile toplumsal cinsiyetten ziyade, haberciliğin genelgeçeri ve sektörün yapısı belirleyici olmaya devam ediyor. Ayrıca haberin erilliği ile toplumsal cinsiyetin erilliğini de birbiriyle karıştırmamak gerekiyor. Çünkü kanımca haberin mevcut erilliği yapısökümüne uğratılarak, haber ve haberin editöryel değerlerine dair tarif ve uygulamalar, haber kaynaklarına, hatta hatta 5N+1K yazım kurallarına dair genelgeçer yaklaşım sorunsallaştırarak yapılan bir habercilik seçimi, toplumsal cinsiyet kimliklerini aşan bir etik ve politik sorgulamayı gerekli kılıyor. Yani ortada ancak genelgeçeri yerinden edip yeniden kuracak sorunsallaştırma temelli bir habercilik yapma niyeti varsa, toplumsal cinsiyet önemli olmaksızın barış gazeteciliğinden söz edebilir, ya da “kadınların barış gazeteciliğine daha yatkın oldukları” iddiası ancak o zaman daha tartışabilir hale gelebilir. Özetle, ihtiyaç duyulan ana akım haberciliğin genelgeçerini içerden dönüştürebilecek etik ve politik müdahale de ancak yakınlarda bitirdiğim bir araştırmada konuştuğum kadın gazetecilerden Ferai Tınç’ın ifadesiyle “herkes için eşitlik talebiyle mücadele ettiği sürece bugün sol düşüncenin yerini alan feminizmin bize öğrettikleriyle” yapılabilir. Ötekinin yaşadığı sorunların sorumlusu olarak öncelikle kendimizi görecek bir etik, bu politik tavrın temeli olabilir.

Ancak ne yazık ki, diğer olumsuz koşullara ek olarak bir yandan sermayenin seküler ve İslami olarak kutuplaştığı politik rejim koşulları, diğer yandan ulusal refleksleri çok güçlü ve hiçbir zaman güç/iktidar merkezlerinden bağımsız davranamamış bir medya geleneği nedeniyle, Türkiye’de ne yandaş ne de muhalif medyadan barış gazeteciliği bekleyemiyoruz. Bu iddiam için, komşu Yunanistan ile 2020 Şubat ayında yaşanmaya başlanan mülteci krizi sırasında “bizim” sütten çıkmış ak kaşık, “öteki” tarafın ise mutlak suçlu olarak haberleştirildiği günlerin iki taraf medyasındaki çerçevelenme biçimlerine bakmak yeter. Oysa sürdürülebilir adil bir barışa ihtiyacımız olduğu kadar hak odaklı barış gazeteciliğine de hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.

Bize bunları düşünmenin yolunu açan ve barış gazeteciliği için mücadele etmenin imkânlarını gösteren Johan Galtung’a vefa ve minnetle.

Johan Galtung’un hayatıyla ilgili olarak bkz.:

> https://www.prio.org/news/3505

> https://www.transcend.org/galtung/

> https://rightlivelihood.org/news/johan-galtung-the-father-of-peace-studies-dies-at-93/

> (https://t24.com.tr/haber/prof-galtung-kurt-sorununa-cozum-icin-ozellikle-turkiyede-20-yil-aracilik-yaptim,209724).

> https://www.prio.org/news/1630

Yazarın barış gazeteciliği konusundaki çalışmalarıyla ilgili olarak bkz.:

https://www.kadinlarbarisianlatiyor.com/prof-dr-sevda-alankus-2/

> https://static.bianet.org/belge/kitap/bia-kitap-baris-gazeteciligi-el-kitabi.pdf

Diğer Kaynaklar

> Arslan, E. (2003), “Çatışma ve savaş dönemlerinde gazetecilik”, Sevda Alankuş (der.) Gazetecilik ve Habercilik, 1.baskı, İstanbul: IPS Vakfı Yay.

> Galtung, Johan (2002) “Peace Journalism-A Challenge”, (der.) Wilhelm Kempf ve Heikki Loustarinen, Journalism and the New World Order, C.2. Gothenburg: Nordicom, 261-270. ——————–(2000), “The Task of Peace Journalism”, Ethical Perspectives, 7(2-3):162-167.

> Galtung, Johan ve Ruge, Mari Holmboe (1965) “The structure of Foreign
News”, Essays in Peace Research. Ejlers: Copenhagen, C.4. 118-151.

> Jacopson, A. S. (2010), “When Feminism and Peace Journalism Join the Forces”, Richard Lance Keeble, JohnTulloch, Florian Zollman (drl), Peace Journalism, War and Conflict Resolution içinde. New York: Peter Lang, pp. 105-120.

> Lynch, Jake ve Annabel McGoldrick (2005), Peace Journalism, Gloucestershire: Hawthorn Press.

> Lynch, Jack ve Johan Galtung, Johan (2010) Reporting Conflict: New Directions in Peace Journalism, Brisbane: Queensland Univ. Press.

> Reyes, Nina Sagaral and Nicole Raijeli (comp.) (2007) Engendering Peace Journalism: Keeping Communities Whole (A Guide on Gender-Sensitive Peace and Conflict Reportage). Manila: Isis International.