Editörler ve muhabirler: Nasıl bir denge kurulacak?
Türkiye’deki muhabirlerin bir kısmı editörü, .docx formatındaki dosyayı içerik yönetim sistemine giren kişi olarak görüyor. Bu, elbette haberciliğimiz “massive production” mantığına bürünmesi ile de ilgili bir durum; ama bu ön kabul ile editörün yazı üstündeki hakkı ve emeğini en baştan yoksayan muhabir işlerin kötü gidişatının ilk adımını atmış oluyor
06.03.2024
Haber okuru için “anlık” olan bir haberi ya da yorum içeriğini okuyup okumama tercihi çok sayıda değişkene dayalı. Yazı tipinin okunabilirliğinden başlığa, satır arası mesafeden kullanılan görsele, hatta ara başlık sayısına kadar birçok editoryal tercih yazının okunup okunmayacağı konusunda belirleyici oluyor.
Peki genel anlamda bir haberin “değerli” olduğunu kim belirliyor? Bu soruya onlarca yıldır iletişim bilimciler ve haber merkezi yöneticileri yanıt bulmaya çalışıyor. Bu yanıtı verirken ya Anglosakson perspektifine dönüp geleneksel haber değeri teorisine bakacağız ya da günümüzün yeni metrikleri üzerinden ilerleyeceğiz. Peki editörler nasıl ilerliyor ve bu süreçte verdikleri kararları nasıl meşrulaştırıyor, nasıl raporluyorlar? Hangi haberin başarılı ya da başarısız olduğuna, akışa girip girmeyeceğine ya da ne tür düzeltmeler yapmaları gerektiğine nasıl karar veriyorlar?
Birçok kurumun yazılı editöryal politikaları ve stil rehberleri olmadığı düşünüldüğünde yukarıda sorduğum sorunun yanıtı hayati bir önem taşıyor. Ama bir o kadar önemli olan bir konu daha var. Muhabirlerin de bu belirsizlik içerisinde editörün hangi saiklerle karar verdiğini anlayabilmeleri.
Editör, teknik ve içeriksel bağlamda kurumun politikasına, o mecranın okur davranışına en hakim kişidir
Muhabirlerin muhtemelen umursamadığı, ama editörlerin hem içeriği seçerken hem de içeriği düzenlerken önemsediği birkaç temel ölçütle başlayalım:
> Buna kim tıklar ya da “tıklanabilirlik”: Tıklanabilirlik dediğimiz şey, aslında insanların bir web sitesine, bir reklama ya da internet üzerindeki herhangi bir şeye ne kadar tıkladığını gösteriyor. Bu, genellikle o bağlantının başlığının, fotoğrafının ya da kısa açıklamasının ne kadar ilgi çekici olduğuna bağlı. Yani, bir şeyin tıklanabilirliği yüksekse, demek ki o içerik gerçekten dikkat çekici ve insanlar tarafından merak ediliyor, talep görüyor.
> Kim beğenir, kim paylaşır ya da “paylaşılabilirlik”: Paylaşılabilirlik, insanların bir içeriği sosyal medyada ne kadar kolay paylaştığını anlatır. Bir şeyin viral olup olmayacağı bu paylaşılabilirliğe bağlıdır. Yani, bir içerik eğer insanları güldürüyor, düşündürüyor ya da bir şeyler öğretiyorsa, daha çok paylaşılır. Bu da neticede daha fazla insanın dikkatini çeker. Bugün medya endüstrisi aktörleri, insanların içeriği paylaşmasını sağlamak için kısa hikayeler, ilgi çekici görseller ya da akılda kalıcı bağlantılar kullanıyorlar.
> İmza sahibinin gücü ya da “sosyal kapital”: Bir yazarın ya da muhabirin sosyal çevresi, yazdıklarının ne kadar okunacağını etkiler. Sosyal kapital, kişinin çevresindeki ilişkilerden ne kadar yarar sağladığını gösterir. Basitçe, bir yazarın takipçileri, itibarı ve bağlantıları ne kadar güçlüyse, yazdıkları o kadar çok kişiye ulaşır. Bu, daha fazla insanın onun içeriğini okuması ve paylaşması demek.
Gelelim işin en zor kısmına. Türkiye’de birçok muhabir, artan telif programları ve gazetecilerin kronikleşmiş mağdur pozisyonu gereği zaten kırılgan bir ruh hâlinde. Bu kırılgan ruh hâli, en çok da editörler için sıkıntılı. Zirâ, konvansiyonel işlerinde çalışacak olsalar belki de aynı içeriği dört-beş kere yazmak zorunda kalacak olan muhabirler, freelance çalıştıklarında dönüt alma konusunda oldukça kırılgan olabiliyorlar. “Farklı kaydet” ve “yolla” tuşlarına bastıktan sonra muhabir için tek önemli mesele ödemenin yatacağı gün oluyor. Oysa, gıda ürünleri de dahil kalite kontrolünden paketlemeye tüm ürünlerde son kullanıcıya ulaşmadan önce denetim süreçleri vardır.
Özellikle yorum türünde içerik yazan kişiler her türlü müdahaleyi “ifade özgürlüğüne” müdahale olarak görüyor
Editörün vakıf olup muhabirin vakıf olmadığı ne var?
Türkiye’deki muhabirlerin bir kısmı editörü, .docx formatındaki dosyayı içerik yönetim sistemine giren kişi olarak görüyor. Bu, elbette haberciliğimiz “massive production” mantığına bürünmesi ile de ilgili bir durum; ama bu ön kabul ile editörün yazı üstündeki hakkı ve emeğini en baştan yoksayan muhabir işlerin kötü gidişatının ilk adımını atmış oluyor. Burada editörün elinde birkaç farklı yaklaşım şansı var. Bunlardan ilki içeriği baştan yazmak. Bu temel olarak, haber içeriklerinde oldukça zorlu ve prodüksiyon aşamasını iki katı zaman alan bir yüke dönüştürebilecek bir durum. Yazılarda ise yazarın üslubu, entelektüel kimliği ve en önemlisi ifade özgürlüğü gibi bağlamlarda yazar tarafından tartışmaya sıklıkla açılan bir mesele. Özellikle yorum türünde içerik yazan kişiler her türlü müdahaleyi “ifade özgürlüğüne” müdahale olarak görüyor. Oysa bir yazının editöre yollandığı hâliyle girmesi bana kalırsa günümüzün medya ortamında çoğu zaman yazarın sahibine de yazıya harcanan finansal kaynağa da kötülüktür. Bu yazar ve editör arasındaki bir “hiyerarşi” meselesi değildir. Editör, teknik ve içeriksel bağlamda kurumun politikasına, o mecranın okur davranışına en hakim kişidir. İdeal durumda, yazarın daha önceki hangi yazısının daha çok paylaşıldığı, nasıl bir başlığın işe yaradığı, nasıl bir görselin işe yaradığı, yazının hangi gün ya da saatte girmesinin daha iyi olduğu, karakter sayısı, ara başlık kullanılıp kullanılmadığı hatta kullanılan dildeki kavramların tekrarı ya da yoğunluğunun sağlıklı olup olmadığı gibi birçok veri bilinçli bir editörün rehberi olur. Yani editör, birçok muhabirin ve yazarın merak etmediği ya da sormaktan kaçındığı “kaç okundu”, “kaç paylaşıldı”, “sekme oranı ne kadardı” gibi soruların da yanıtlarına sahip olduğundan içerikle yazarın kurduğu “tevekkül” ilişkisinin ötesindedir. Editör patronuna, fon verenine, sponsoruna vs. içeriklerin okunma sayısıyla ilgili hesap verme işini de üstlenir.
Telif ödensin diye oluşturulan içerik programlarının ise, ihtiyaç duyulduğu için oluşturulan içeriklerin bel kemiği olduğu programlara dönüşmesi gerekiyor
Muhabir okunma sayılarından sorumlu mudur?
Gelelim bir başka önemli hususa. Muhabir okunma sayılarından sorumlu mudur? Yıllardır profesyonel ve gönüllü olarak yayıncılık yapıyor, yayıncıları destekliyor ya da akademik çalışmalarım kapsamında yayıncıları inceliyorum. Nadiren “kaç okundu” sorusunu soran muhabirle karşılaştım. Hatta bu soruyu duyduğum az sayıdaki arkadaşlarım da politik yayıncılık yaptığım dönemde gönüllü içerik üreten arkadaşlardı. Onlar “etkinin” peşindelerdi.
Günümüzde ise etki “editöre bırakılmış bir sorumluluk”. Yazar ya da muhabir, işini tamamlayıp bir sonraki telifin peşine koşarken, hedefler, sayılar umurunda olmayan bir hâlde geleceğe ilerliyor. Yazıyı paylaşıp paylaşmama konusunda bile keyfi davranabiliyor. Çoğu zaman onun için bir RT bir repost yetiyor. Yazıyı tanıtma konusunda ek bir çaba sarf etmiyor. Yazıya nadiren de olsa gelen yoruma bile yanıt verme zahmetine girişmiyor. Yazarın ve muhabirin “muzafferliği”, Türkiye’nin ifade özgürlüğü ortamının derinleştirdiği bir mesleki etik probleminden beslenerek, editörün sırtına içeriğin başarısının tüm yükünü yükleyip, tek bir dönüt verirse parçalayacağını düşündüğü egonun ve hayır demenin zorluğunun editörü başarısız hâle getirdiği bir ortam yaratıyor.
Burada dengeyi yaratmak kurumsal aktörlerin seçiciliklerinden, stil rehberlerinden, editöryal ajandalardan ve finansal olarak dengeli yayınların sayısının artmasından geçiyor. Telif ödensin diye oluşturulan içerik programlarının ise, ihtiyaç duyulduğu için oluşturulan içeriklerin bel kemiği olduğu programlara dönüşmesi gerekiyor. Aksi hâlde bu “dengesizliğin” editörün sürekli kaybedeni muhabirin de kısa vadeli kazananı olacağı bir durum olarak hayatımızda kalmasının önünde bir engel görünmüyor.