Kayseri'de bir çocuğun istismara maruz kaldığı iddiası sonrası Suriyeli yurttaşlara ait bazı iş yerleri yakıldı. Fotoğraf: Mezopotamya Ajansı.

Gerici kalkışmanın adı: Suriyelilere saldırın!

Ekonomik ve demokratik talepler için asla bir araya gelemeyen kitleler, zayıftan gelen kan kokusunu alınca şehvetlenerek tarihî bir kenetlenme yaşadı

ASLIHAN GENÇAY

02.07.2024

Sığınmacılar, mülteciler, göçmenler, iltica… Yeni yüzyılın temel sorunlarından biri. Irkçı Avrupa ülkeleri başta olmak üzere hiçbir ülke; yersiz yurtsuz, iç savaş mağduru, “kara kafalı”, yoksul ve eğitimsiz insanlarla bir arada yaşamak istemiyor, sanki bu durum onların suçuymuş gibi. 

Sığınmacılar, tüm dünyanın ortak sorunu olmasına rağmen, hatta Orta Doğu’da yaşanan iç savaşların müsebbibi bizzat ABD, Rusya ve Avrupa ülkeleriyken, her zamanki gibi parayı veren düdüğü çalıyor. Ödemesini yapanlar, tüm dünyanın dışladığı, istemediği, yersiz yurtsuzlaştırılan ve savaştan kaçan Orta Doğu halklarını, bizim gibi ülkelere sürüyor. Lakin bu adı konmamış insan ticareti, yurdum aydını tarafından nedense hiç tartışılmıyor, normal karşılanıyor ve Avrupa devletlerini eleştirmekten imtina edenler, sadece ticaretin tek ayağını, yani Türkiye’deki iktidarın paragöz politikalarını konuşuyor. Oysaki halklar; ırkçılık, aç gözlülük, paragözlük, menfaatçilik karşıtı bir tutum takınıp, mazlumların ve masumların yanında, onları “sığıntı” durumuna düşürenlerinse karşısında durabilseydi, her şey farklı olacaktı.

Öte yandan Avrupa devletleri, gayet ırkçı ve ayrımcı bir politikayla sığınmacılar arasından eğitimli ve kalifiye bireyleri özenle seçerek ülkelerine kabul ediyorlar. Türkiye ise Avrupa Birliği ve İngiltere’nin ödediği ücret karşılığı, istenmeyen sığınmacıları kabul ederken, onlara barınma, beslenme, eğitim, sağlık ve iş imkanı sağlamıyor. Onları, kelimenin tam anlamıyla ortalığa salıverme yolunu seçiyor. Zaten kalifiye olmadıkları için Türkiye’ye “postalanan” sığınmacıların çoğu, kurtlar sofrasına düşerek güvencesiz ve sigortasız ucuz iş gücü oluveriyorlar. Bu şartlarda seçim yapabilme lüksüne de sahip değiller.

Türkiye vatandaşlığı; ikinci bir ayrımcılığa tabi tutulan, belli bir miktar dolar ya da TL karşılığı ülkede ev alabilen sığınmacılara kolayca verilirken, yoksul olanlar, kentlerin gettolarına itiliyor ve oralarda yaşam mücadelesi vermek zorunda bırakılıyor.

İktidarın uyguladığı “parayı al, sınırdan geçir, sonrasını boş ver” politikasından kaynaklanan sorunlar, bu aşamada kronikleşiyor. Güçlüye tepki göstermekten ve muktediri karşısına almaktan oldum olası hazzetmeyen halkımız, zayıfın ve mağdurun karşısında bir anda devleşerek nefret püskürtmeye başlıyor. Yaşadığı ekonomik sıkıntıların, kavuşamadığı demokrasinin hıncını mazlumlardan çıkarmaya, hatta bu sorunların sonucu olan insanları, neden olarak görmeye kadar işi vardırıyor. Durmuyor. Olabildiğince vasat, hatta cahilce denebilecek ırkçı söylemleri, demokrasi ve insan hakları mücadelesi veren, gerçeği görebilecek akla sahip insanlara da kabul ettirmek için onları zorluyor. 

Ekonomik sorunlar ve demokratik talepler için asla bir araya gelemeyen kitleler, zayıftan gelen kan kokusunu alınca ve hedefin karşılık vermeyeceğinden emin olunca şehvetlenerek tarihî bir kenetlenme yaşayıp söylem ve eylemlerinin dozunu artırıyor.

Oysa gerçek ne? Orta Doğu’yu iç savaşların merkezine çeviren, halkların yaşamı ve düzenini altüst eden, yersiz yurtsuzlaştıklarında da ülkelerine zinhar almayarak aşağılayan Avrupa devletlerinin, kendilerini sorundan azade göstermesi ve Türkiye’nin, sınırları içine aldığı insanlara asla mutlu bir gelecek sunmaması. Kendi vatandaşları ekonomik kriz altında inim inim inleyen bir ülke, sığınmacılara ne sunabilir ki zaten?

Tabii besin zincirinin en altında yer almalarının sığınmacıları, orman kanunu çerçevesinde ve ezilen her kesimin de iştirak ettiği türlü türlü hakaret ya da ırkçı söylemin hedefi haline getirdiğini de unutmayalım.

Şu saydığımız tablodaki her bir veri, hem siyasi hem sosyolojik hem de psikolojik anlamda uzun uzun didiklenecek başlıklar. Fakat bir türlü anlatamıyoruz. İşin kötü yanı, anlamak, dinlemek isteyen de yok. Zira bizim ülkemizde huydur; herkes her şeyi çok iyi bilir. Dolayısıyla devletlerin politikalarını değiştirmediği, tüm dünyada sağcılaşma ve ırkçılaşmanın yükselişe geçtiği bir dönemde, bize de dinlemeye dahi tenezzül etmeyen, her şeyi bildiği için “düşmanlarını” şıp diye tespit edebilen kitlelere, sağduyu, erdem ve mantık telkin etmek düşüyor.

İki gündür yaşanan, Kayseri’de başlayıp birçok ile sıçrayan gerici eylemler ve ırkçılığa “vatanseverlik” kılıfı geçirerek alkış tutan, bu eylemleri körükleyenler de düşünülürse, çabalarımızın şimdilik karşılık bulamayacağı aşikar. Zira ülkede cehaleti, ırkçılığı engelleyebilecek, kendini aydın, ilerici, demokrat olarak tanımlayanlar dahi açık bir katliam provasına “vatandaş tepkisi” söylemiyle ve ağızlarından salyalar akıtarak destek oldu maalesef. 

Aydının buysa, cahilin kim Türkiye? Hakikaten yazık, tek kelimeyle yazık.

Tuhaf ve tehlikeli gelişmeler

Kayseri’de yaşananlar birkaç açıdan tuhaftı. Bir çocuğa cinsel tacizde bulunulduğu iddiası, hatta nerede ve ne zaman çekildiği belli olmayan bir video dolaşıma sokuldu önce. Gelişmeler üzerine şüpheli, gözaltına alarak tutuklandı. Hem şüphelinin hem de mağdurun aile bireylerinden bir kısmı için ise sınır dışı etme işlemleri başlatıldı.

Fakat şüphelinin gözaltına alınmasına rağmen gelişen olaylar, tepki göstermeyi aşıp, ırkçı bir katliama doğru evrildi. Eğer yaşananlar sadece “küçük bir grubun” tepki ve eylemi olsaydı, günler süren olaylara emniyet güçleri kolaylıkla müdahale edebilirdi. Lakin gördüğümüz; yerel idareciler ve kolluk tarafından neredeyse olaylara yol verilmesi, ırkçı saldırıların önünün açılması ve küçük çaplı müdahaleler dışında seyirci kalınmasıydı.

1 Mayıs, 8 Mart veya onur haftası gibi etkinlikler söz konusu olduğunda ülkede neredeyse OHAL ilan edilirken, “küçük bir grubun” eylemi acaba neden bir türlü engellenemedi? Üstüne üstlük Kayseri valisi ve emniyet müdürünün açıklamaları olayların daha da büyümesine neden oldu. Vali acizmişçesine kitleye “Allah rızası için dağılın” şeklinde seslenirken, emniyet müdürü “Çocuk Türk değil, mesajınızı aldık.” gibi manasız söylemlerle güçsüzlük gösterisi yaptı ve ajite haldeki kitlenin şişinerek daha da azgınlaşmasına sebep oldu. Ne de olsa burası İsveç’ti ve zaten tüm kitle gösterilerinde kolluk kitleye ricada bulunur, acizce müdahale eder, kitleler ne derse o olurdu!

Gördüklerimiz, geçtiğimiz haftalarda emniyet görevlileri, Burger King ve Starbucks’a giren grupların önünden nasıl çekildiyse, Kayseri’de de aynı tutumun sergilenmesiydi. E ne oldu? Çığırından çıkan kitleler, Suriyelilerin kaldığı mahallelere yönelerek sığınmacıların iş yerlerini yaktı, arabalarını parçaladı, bazı dükkanların kasalarını soydu, zaman zaman evlerine dahi girmeye çalıştı, bazı evleri içlerinde insanlar varken ateşe verdi.

Şimdi, yaşadığımız cehennem gibi iki geceden sonra emin miyiz, bu olayların plansız ve kendiliğinden bir “vatandaş tepkisi” olduğundan?

Yakın tarihi unutmayın

Türkiye, bu tür gelişmeleri yakın tarihinde de yaşadı.

Tam da 2 Temmuz 1993’te yaşanan Sivas katliamının yıl dönümünü gösteriyordu takvimler. Adli bir suç bahane edilerek, suçsuz masum insanlara, evlerine, iş yerlerine ve araçlarına saldırmanın bir adım ötesi, o insanları linç etmek, diri diri yakmak değil miydi? Kim inkar edebilir?

6-7 Eylül 1955’te ve 6-7 Ekim 2014’te ne yaşadık, hatırlıyor musunuz? Çorum ve Maraş katliamlarında neler yaşandı, biliyor musunuz? Her daim bir bahanesi ya da çıkış noktası, aynı zamanda düşmanlaştırılan bir hedefi bulunan olaylar, tüm örneklerde katliamla son bulmadı mı? Yıllar sonra bu vakalar sorgulanırken kendiliğinden çıkmadıkları, planlı bir ateşlemenin varlığı değerlendirilmedi mi? Peki hal böyleyken ve her türlü olasılığın göz önüne alınması gerekirken, bu ülkenin ilerici ve aydınları nasıl ve neden bu katliam provasına destek verdi? Anlamak mümkün değil lakin tiksinmek mümkün.

Irkçılığı vatanseverlik sananlara şunu da belirtelim; 1978’de Alevi vatandaşlara yönelik düzenlenen Maraş katliamından hemen sonra, bu ülkede sıkıyönetim ilan edildi ve siyasi süreç bambaşka bir yere evrildi. Bu nedenle mercimek kadar aklı bulunanların ya da ırkçılığa teşne olanların dahi, bugün soğukkanlı ve sağduyulu davranması, yakın tarihi incelemesi, kriminal bir vaka üzerinden tüm Suriyelileri sorumlu tutarak hedef almaması şart.

Çelişkiler, çelişkiler

Trajikomik olan; ülkedeki ekonomik kriz ve hayat pahalılığı nedeniyle her Allah’ın günü yurtdışına gitme hayali kuran kesimlerin de, tepelerine bombalar yağarken can havliyle Türkiye’ye sığınanlara “vatan haini” demesi, hatta onlara vatanseverlik dersi vermeye kalkmasıydı. Oysa sığınmacılar savaştan kaçıyor, bu kesimlerse sadece para kazanmak, yaşam standardını yükseltmek gibi menfaatler için kendi deyimleriyle “sığıntılığa” özeniyordu.

Öte yandan mevzubahis Avrupa ülkelerine giden Türkler olsaydı ve misal Almanya’da mülteci bir Türk’ün işlediği suç yüzünden tüm Türklerin dükkan ve evleri yağmalansaydı, bunun adı ırkçılık olacaktı. Lakin Türkler, ülkelerindeki sığınmacılara saldırınca adı birden “haklı vatandaş tepkisi” diye belirlendi. Açık konuşalım; Almanların da çoğu ülkesinde Türkleri istemiyor, en fazla onlara katlanıyor fakat genellikle yakın ilişki ve dostluk kurmamaya çalışıyorlar.

Farkı şöyle belirtmek gerekir; Türk mültecilerin yaşadığı Avrupa ülkelerinde hukuk ve yasalar ırkçılığa müsaade etmediğinden, ırkçı bireyler bu tarz eylemler yapamıyor, sadece sosyal hayatta mültecilerle yan yana gelmeyerek tutum belirleyebiliyorlar. Türkiye’de ise şüpheli gerici kalkışmalar söz konusu olduğunda ne kolluk ne de hukuk varlık gösteriyor. Ne ırkçılığa karşı caydırıcı bir yaptırım ne de mağdurlar için sistemli bir güvence var.

Kitle psikolojisi

Bireyin; tek başına yapmaya cesaret edemediği, hatta şahsi mantığıyla etik olarak doğru dahi bulmadığı trajik ve canice eylemleri, kitle psikolojisi ve ajitasyonun etkisiyle kolaylıkla yapabildiğini, galeyan durumunda bireylerin ilkel benliğinin ortaya çıktığını ve topluca vahşileşebildiklerini, filozoflar yıllar önce çözümledi.

Bugün Sivas’ta, DEM Parti binasının önünden geçerken kıkırdayarak birbirlerine “Burayı da yaksalar ya” diyen üniversite öğrencileri bulunuyor halen. Kayseri’nin ise ırkçı bir kışkırtmaya kolaylıkla kapılabilecek sosyolojik temele sahip olduğunu, herkes az çok biliyor.

Demem o ki; iki gündür linç kalkışmalarına, canice saldırılara, katliam girişimlerine, gerici eylemlere alkış tutanlar, yarın aynı tavrın Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, LGBTİ+lara ya da sokak hayvanlarına yönelebileceğini asla unutmamalı ve ateşle oynamamalı.

Bu ülkeye yaşatılan cehennem gibi iki gecenin ardında kimler ve hangi planlar var, elbette araştıracak, sorgulayacağız. 

Lakin unutulmaması ve herkesin hafızasına kazıması gereken en önemli şeylerden biri şu ki; tüm dünyada ırkçılık yükselse de, bu ülkede ırkçılığa, linçe, mazlumu katletmeye karşı çıkarken tek başımıza kalsak da, her daim mağduru, mazlumu korumaktan ASLA vazgeçmeyecek ve susmayacağız. Sadece kalabalık içinde kendini güçlü hisseden, sesi çok çıkınca haklı olduğunu sananlar ise tarihin karanlık sayfalarında utançla yerlerini alacak, yarın çocuklarının, torunlarının yüzüne dahi bakamayacak hale gelecekler. Seçim sizin.