Hayvan çocukları anlamak: Beden-kimlik-tür
Kimliklerimiz sürekli esniyor. Her ne kadar muhafazakâr bir sistem bu esnemeyi reddetmek, kısıtlamak ve sınırlamak için elinden geleni yapıyor olsa da, bugün artık, eskiden sabit, mutlak ve ayrışık olarak bildiğimiz kimlikler ve roller, her gün daha da iç içe geçiyor
25.07.2024
11 Haziran 2023’te en son, “Hayvan çocukları tanımlamak: Therianlar, Otherkinler ve Furryler” diye bir yazı yazmıştım—sonra araya pek tabii ki hayat girdi. Kısaca hatırlarsak o yazıda, hayvanlarla kendilerini kimliklendiren gruplardan Therianlar, Otherkinler ve Furryler nedir diye bakmıştım. Evde tuvalet yerine kedi kumu kullanmak, hafta sonları dört ayak üstünde ormanda koşmak, avlanmak gibi hayvanlara dair hareketleri ve yaşam şekillerini (kedi, köpek, kurt, ayı, vs.) taklit ve takip ederek yaşayan bu kişiler üzerine yapılan çalışmalara Therianthropy deniyor. Natalie Bricker’ın 2016 tarihli Lake Forest College’de yazdığı doktora tezinde tanımladığı gibi therianthropy, fiziksel olmayan düzeyde insan olmayan bir hayvan olarak kimliklenmedir ve bu kimliklenme, kişinin özüne entegredir. Bricker’ın kendini Therian olarak tanımlayan yüzden fazla kişiyle yaptığı görüşmeler sonucunda vardığı sonuç, bu kimliklenmenin metaforik olmadığı, aksine bu kimliğin bu kişilerin temel bir parçası olduğu yönünde. Bulgulardan bir diğeri de bir türe ait disforinin yaygın olduğu. Diğer bir deyişle birçok katılımcı Bricker’ın çalışmalarında, insan bedeniyle uyumsuzluk nedeniyle belirli bir rahatsızlık yaşıyor.
Bu yazıda da biraz daha derine inmek, belki de özellikle transseksüel/cinsiyet literatüründeki hakkında önemli çalışmalar yapılmış beden-kimlik kesişimine, bir de tür etkenini ekleyerek hayvan-çocukları anlamanın daha iyi bir yolu olup olmadığına bakmak istiyorum. Gerçekten hayvan-insan kimliği mümkün mü, ya da insan olma halimizin bir parçası hayvan olmak olabilir mi gerçekten?
Hayvan-insan kimliği gerçekten mümkün mü?
Bu başlığı attıktan sonra kendi kendime güldüm—hayvan-insan kimliğinin varlığı mümkün belli ki, ama gerçekten mümkün mü? Nedir bu gerçeklik? İnsan olma halinin, insanlık kimliğinin zaten mutlak, değişmez, tartışılmaz gerçek olduğu bir insanlar dünyasında gerçeklik algısı, insan olma halinin değişmez mutlaklığından kaynaklanmıyor mu tam da zaten?
Canlı ve insan olmak, dünyaya insan olarak gelmekten mütevellit, biyolojinin sınırlarının mutlaklığıyla bize sunulmuş bir gerçekliktir. Aristoteles’in ‘insan, doğası gereği politik bir hayvandır’ derken, sadece siyasi bir polis gerçekliğini ifade etmekten öte, insanın hayvanlık halini kabul ettiğini kaç kere fark edebildik bu cümleyi okurken? Canlı olma halimiz, insan biyolojisine ve kapasitesine endekslenmiş bir halde devam ederiz hayata. Tıpta da bu böyle ifade edilir: insanın bedeni menşe, kendilik, mekân ve yekûndur. Ama o kadar mı gerçekten?
Önce soralım: İnsan olma hali nedir?
Tıpta insan bedeni, insan olmanın ilk, tek ve mutlak koşulu gördüğümüz gibi. Fakat Therianlar, insan bedeninin mutlak bir belirleyici değil, aksine bir taşıyıcı olduğunu iddia ederler. Taşıyıcılık durumu, ister istemez politik bir zihni önceliyor; çünkü bedenin taşıyıcı olarak görülebilmesi için sistematik bir zihne ve seçime, bunlar için de belli bir politik düşünceye ihtiyacı vardır. O zaman, bu düşünce ve seçim kapasitesi açısından insan politik bir hayvansa, o zaman insanlık dediğimiz şeyin salt insan bedenine sahip olmaktan ibaret olmadığı sonucuna varıyoruz mecburen.
Seçimler, oluşlar, bedenler ve tüm bunların anlık kesişimi de kişinin kimliğinden ya da kimliklerinden ayrı düşünülemez. Bu konuda okumayı sevdiğim bir akademisyen var: Dan P. McAdams. 1988’de basılan Power, Intimacy and the Life Story: Personological Inquiries into Identity kitabında (Güç, Samimiyet ve Yaşam Hikayesi: Kimliğe Yönelik Kişisel Araştırmalar) bireylerin kimliklerini anlamlandırma çabalarını anlatıyor. McAdams’a göre her birimizin kimlik zorluklarıyla başa çıkmak, belki de çatışan kimlikleri uzlaştıracak bir ortam yaratabilmek adına yaşamlarımıza bir bütünlük ve amaç duygusunu nasıl kattığımızı ve bunu yapabilmek için hislerin, tecrübelerin üzerine hikayeler yazıp kendimize bir yaşam öyküsü oluşturuyoruz. Bu yaşam öyküsü modeli, kimliğin (ya da kimliklerin), bireylerin sürekli olarak anlatı kimliklerini inşa edip yeniden yapılandırdığı, ömür boyu devam eden bir süreçtir. Bu kimlikler sürekli değiştiği için de dinamiktir; ve bu anlamda insan olma hâlinin kendisi de mutlak, stabil, tek bir şey değildir. Birey, McAdams’a göre deneyimlerine ve bu deneyimlere yüklediği anlamlara binaen kimliklerini oluşturur.
Bu son bir sene boyunca kimliklerle ilgili çok fazla düşündüm, kendi yolculuğumda. Her an, her ilişkide, her karşılaşmada, her oluş halimizde çeşitli kimliklerle yaşıyoruz. Anne, öğretmen, akademisyen, yazar, avukat, kadın, evlat, kız kardeş, dost, sevgili… Kendi kimliklerimin arasında dönüp durduğum, tanıdıklarım kadar tanımadıklarımın da mevcut olduğunu fark ettiğim, bazılarının parçalarını yolda bırakıp diğerleriyle yola devam etmeye niyet ettiğim bu bir senelik yolculuğumda birçok yeni ve eski kimliğimle de karşılaştım. Ama tüm bunların arasında, yakından bakmamı sorgulamamı gerektiren bir insan kimliği, insan olma hâli yoktu. İnsan olmak nedir, diye sorduğum çok fazla an oldu, evet. Ama bu sorunun temeli, insan olmanın özelliklerini bulmaktı. İnsan olup olmadığım, yahut insanlık dışında, insan-dışı (non-human) bir kimliğimin olup olmadığı benim için bir soru bile değildi. İnsan kimliği zaten varsaydığım, belki de en temeldeki ana gerçekti—her ne kadar birçok kimliğimin sınırlarını görmek için inebildiğim kadar derine insem de, insan olmama olasılığımın olduğu bir kimlik bulamadım.
Bu nedenle belki de Therianları anlamak zor. Zihinsel ve akademik olarak özgürleşme yolculuğunda kimliklerin üzerine oturduğu varsayımların sarsılmasının temel bir çaba olduğunu görüyorum oysaki. Çünkü ne de olsa, baskın altyapılar, varsayımsal gerçekler içinde düşünmek, çok da dışına çıkamadığımız kalıplar, özellikle bu varsayımsal gerçeklik çok temel bir varoluş haline tekabül ediyorsa. İnsan olma hali de böyle bir şey işte. İnsanlığın, insan olma halinin bir kalıp olarak varsayımsal bir gerçekliğe bizi hapsettiğini söylemek mümkün mü? İnsan olma halinin de bir kalıp gibi kabul edilmesi ve bu şekilde tekrar düşünülmesi, bugün herkesin diline pelesenk olan ‘doğayla bütünleşme’ çabasında nerede durabilir acaba? Belki de en temeldeki varsayımı, en dipteki kalıbı insan olma varsayımı olarak görmek, belki de insan olma halinin genişlemesi, büyümesi ve başka bir insan olma haline geçebilmek için bir anahtardır.
Oysa McAdams’a göre, kimlikler deneyimlerden oluştuğu ve bu deneyimlerin illa diğer insanlarla kurulması gerekmediği düşünülürse, kimliklerimizi anlamlandıran deneyimler pekâlâ hayvan deneyimleri üzerinden tanımlanabilir. Bricker, McAdams’ın bu kurgusunu kullanarak şunu öne sürüyor: Therianlar, kimliklerini oluştururken ve yeniden yapılandırırken çeşitli bireysel deneyimlerden yararlanır. Bu süreç, çocukluktan başlayan ve yaşam boyu devam eden bir keşif ve anlamlandırma sürecidir. Therianlar, çocukluklarında hayvan gibi oyun oynama, zihinsel ve hayalet uzuv kaymaları yaşama gibi deneyimlerle kendilerini keşfetmeye başlarlar. Ve böylece Therianlar, aynı Therian olmayanlar gibi, yaşamlarını anlamlandırırken belirli deneyimlere özel anlamlar yükler; farklı olan tek şey Therian’ların hikayeleştirdikleri temel, hayvan davranışlarıdır. Her birimizin kendimize kurduğumuz yaşam öyküsü gibi, Therianlar da kendi kimliklerini anlamlandırabilecekleri bir yaşam öyküsü yazmışlardır, işin özeti.
Bu yüzden şimdi düşününce, belki de hayvan-kimlikleri ve trans-türcülüğü tasavvur etmek o kadar da zor değil gibi geliyor. Filmler fark etmesek de çoğu zaman bize bu anahtarları, en azından kapıların nerede olduğunu gösterirler. Tabii ki aklım hemen Harry Potter’a ve Golden Compass’a gitti! Harry Potter’da büyücülerin ve cadıların patronusları var—bilirsiniz. Patronus, cadının veya büyücünün becerisine, hayat hikayesine ve insan kimliğine göre şekillenir—her bir Patronus, onu yapan büyücü ya da cadıya özgüdür. Harry’ninki çatal boynuzlu geyik, annesininki gümüş maral, ve Dumbledore’unki Anka kuşu… Fiziksel olarak değilse de, Patronus büyüsü yapılıp da büyücü ya da cadı tarafından davet edildiklerinde bu patronsular, kendilerini çağıran kişinin insan kimliğinin hayvan parçası olarak geliyorlar, saydam ve cismani olmayan bir şekilde. Dumbledore’un Anka kuşu ise, kimliğinin bir parçası, kanlı canlı bir Anka kuşu. Yani Anka kuşu, büyücünün aslında hayvan kimliği. Golden Compass’ta da benzeri bir hikâye var. İnsanların şekil değiştirme ustası olan hayvan formunda cinleri var ve bu cinler ile insanlar, birbirlerine ait ve sahip—fiziksel ve sinirsel sistemleri görünmez bir bağ ile birbirine bağlı çünkü aynı anda acı çekiyorlar. Birbirlerini hissediyorlar. Aslında cinler, insan olma halinin hayvan yansıması, yani aslında insan kimliğinin hayvan parçası belki…Filmlerde gördüğümüz bu hayvan-insan kimlikler, gerçekte de mevcut olamaz mı?
Gerbasi ve hayvan-insanları yargılamak
Bu kimlikleri anlamadığımız için olsa gerek, insanlığın her zaman yaptığı gibi en kolayını seçiyoruz; en kolayı da zaten bu kimliğe sahip olan kişileri hasta ilan etmek. Hayvan-insan kimliğini ilk duyduğumda, ve hatta kendi seçtikleri bir hayvan gibi yaşayan çocukların olduğunu da gördüğümde, ben de bir ‘yok artık!’ dedim, özellikle de Türkiye’de pek bildiğimiz, tanık olduğumuz bir gerçeklik olmadığı, ve belki de daha insanlık, insan olmak nedir çözmeden hayvan-kimlik yaratımını otomatik bir düşünceyle bir kaçış olarak gördüğümden. Sıradanın çok, çok dışında oldukları için belki de…
Daha önceki yazımda, Furries Among Us kitabında hayvan-insan ilişkisi üzerine çalışan psikolog Kathleen Gerbasi’den de bahsetmiştim. Bu süre zarfında Dr. Gerbasi’yle konuşma ve Furry ve Therianlar hakkında, özellikle beden-kimlik-tür geçişlerini temel alan trans-species, yani trans-türcülük çalışmalarını araştırma fırsatı buldum. Hayvan-insan geçişleri ve kendilerini hayvanlarla kimliklendiren bu insanların önemli derecede toplumsal yargıya maruz kaldığı sadece maruz kaldıkları fiziksel ve sözsel saldırılardan değil, aynı zamanda gittikçe artan protestolardan da tespit edilebiliyor. Kathleen Gerbasi’nin bu konuda söyleyecekleri var; kitabını ya da makalelerini hızlıca tararsanız bu filmlerdeki insanın hayvan kimlik parçasını farklı bir dilden, perspektiften anlatıyor. Ama oraya geçmeden önce, biraz Kathleen’in çalışmalarından bahsetmek istiyorum.
Kathleen aslında bir sosyal psikolog, ve sosyal psikologlar, insanların diğer insanlarla nasıl ilişki kurduğunu, bu ilişkiler dahilinde nasıl düşündüğünü ve birbirlerini nasıl etkilediğini araştırır. Kathleen ayrıca insan olmayan hayvanlarla, özellikle köpeklerle çok ilgili. Hayvan destekli terapileri de incelediğinden, bu bağlamda bir tür anthrozoologdur: Yani insanlar ve hayvanlar arasındaki etkileşimleri ve sosyal ve çevresel bağları inceleyen bilim insanı. Anthrozoologlar, tıptan felsefeye, psikolojiden sosyolojiye kadar herhangi bir disiplinden gelen ve insanlarla insan olmayan hayvanların birbirleriyle nasıl ilişki kurduğunu araştıran akademisyenlerdir, bir diğer deyişle. Kathleen, yaklaşık 20 yıl önce Furryler’le ilgili ilk çalışmasını yaptığında, bu konunun sosyal psikoloji ve anthrozooloji için eşi bulunmaz bir araştırma alanı olduğunu hissetmiş ve o dönemde Furryler hakkında birçok araştırma yapmıştır. Doktora tezinde de birçok Therian ve Furry ile söyleşi yaptığı için, bu konudaki akademik tecrübe alanı oldukça geniş.
Kathleen’le sohbetimizde sorduğum ilk sorulardan biri kişinin, kendini kimliklendirdiği hayvanları nasıl seçtiği, ve bunun için bir tür doğa gözlemini kullanıp kullanmadığı oldu. Kathleen ise Furry’lerin de Therianların da çeşitli hayvan türleriyle özdeşleşebildiğini ve bunların birden fazla ya da hayali hayvan kombinasyonları olabileceğini söyledi, mesela cabbit: Kedi-tavşan karışımı. Therianlar ve Otherkinler ise bira daha farklı: Çünkü, önceki yazımda anlattığı gibi, kendilerini başka bi tür veya varlık olarak kimliklendirirler—bu bir özdeşleşme değil, kimliklendirmedir. Yani Therianlar, var olan veya var olmuş gerçek türlerle kimliklenmektedirler ve onların hayat koşullarının gerektirdiği şekilde davranmaktadırlar. Otherkinler ise hayali yaratıklar, periler, elfler, tek boynuzlu atlar ile kimliklenirler.
Tabii ki tüm önyargılarımla sorduğum bir diğer soru da bir kişinin böyle kimliklenmesine yola açabilecek psikolojik motivasyonlar ve hayat hikayesi idi—yani, bu insanlar hasta mı? Kathleen şunu söyledi: Küçük çocuklar, tarih boyunca hayvanlarla ilgili hikayeler ve çizgi filmlerle büyürler; mesela Ezop’un Masalları gibi. Temelde, en sevdiğiniz hayvan gibi rol yapmak, bir fursona (hayvan kimliği) yaratmak ve belki bir fursuit (kostüm) giymek eğlencelidir ve aynı düşünceye sahip kişilerle paylaşılabilecek bir hobidir. İnsanlar benzer kişileri severler! Aynı McAdams’ın söylediği gibi, kendi kimliklerini hayvan olma halinde bulan çocuk, bunu deneyimleyebilmek için kendine bir yaşam öyküsü yarattığı—yahut yaratbildiği—oranda Therian kimliğini ortaya koyar. Ve araştırmalarında furrylerin de therianların da psikolojik bir hastalığı olmadığını tespit etmişler. Kişinin diğer kimlikleri gibi var olan bir kimlikmiş hayvan-insan kimliği, yani anneliği, babalığı, kadınlığı, erkekliği, öğretmenliği, akademisyenliği, mühendisliği, ya da buna benzer herhangi bir kimlik.
Yine de, 2006’dan beri bunu aktif bir şekilde akademide de piyasada da defalarca anlatmış olmalarına rağmen, Therianlara, Otherkinlere ve Furrylere karşı önyargı devam ediyor. Akademide de durum, yargılayıcılık açısından pek farklı değil. Kathleen’in de üyesi olduğu Furscience ekibinin çalışmaları dışında, furries, therianlar ve otherkinler hakkında pek fazla araştırma yoktur. Ancak İngiltere’de Helen Clegg therianlar üzerine iki makale yayımlamış. Akademik dünyanın çoğu furries, therianlar ve otherkinler hakkında pek bilgi sahibi değil, sanırım. Şu anda Furscience, damgalama karşıtı çalışmalar yapıyor. Kathleen’e göre bu damgalama zamanla azalmış, çünkü araştırmalarına başladıklarından beri, ciddi ve sorumlu medya kuruluşları Furry fandom hakkında daha çok bilgi almak istemiş, Furscience sitesini bulmuş ve bunları okurlarıyla paylaşmış.
Haraway ve Siborg Manifestosu: Hayvan-insan kimliklere bir kapı
Beden, tür ve kimlik arasındaki geçişleri düşünürken, Donna Haraway ve Siborg manifestosuna değinmemek mümkün değil tabi. İnsan olma hali, Haraway’e göre insan ve insan olmayan unsurların birleşiminden oluşuyor. İnsan kimliği eğer kültürel, teknolojik ve sosyal bağlamlarda yeniden tanımlanabiliyor ve esneyebiliyorsa, o zaman türlerle etkileşim ile de esneyebilir, genişleyebilir.
Biraz daha anlatayım: Siborg Manifestosu kitabında Haraway, siborgun aslında hem maddi gerçekliğin hem de tahayyülün yoğunlaşmış bir imgesi olduğunu söyler. Her türlü sabit kimliği tekil bir oluş şekline hapsederken aynı zamanda geçerli ve makbul kimlikleri tayin eden batının ırkçı, erkek egemen kapitalizm geleneğinin dışında organizma ile makine, yani canlı olan ile canlı olmayan arasında bir bağ, bir ilişkinin halihazırda var olduğunu ve bunun bir sınır savaşı olarak tezahür ettiğini söyler Haraway. Daha basit söylemem gerekirse, Haraway’e göre biyolojik ve teknolojik kimlikler iç içe geçmiştir ve insan olmanın sınırları bu nedenle esner. İnsan sadece biyolojik bir varlık değildir—insan derisinin bir sınır değil reseptörlerle dolu bir iletişim organı olduğunu söyleyen Haraway, kimliklerin bu iletişimin temelini oluşturduğunu, dolayısıyla kimlik ve beden birleşimi üzerinden oluşan insanlık halinin, diğer şeylerle etkileşim ile anlamlandığını gösteriyor. Kimliklerin kendisi de mecburen biyolojik, teknolojik, kültürel ve sosyal unsurların bir karışımı, ve bu unsurlar arasındaki sınırlar giderek bulanıklaştıkça, siborgların gitgide daha yüzeye çıkması da kaçınılmaz.
Bu siborgları yarı makine yarı insan olarak da anlayabiliriz, pek tabii. Ama eğer yarı teknolojik (canlı olmayan) yarı biyolojik (canlı) varlıkların mevcudiyetlerini kabul edebiliyorsak, nasıl oluyor da hayvan kimliğinin içimizde bir parça olduğunu kabul etmeyiz? Eduardo Kohn, How Forests Think: Toward an Anthropology Beyond the Human (Ormanlar Nasıl Düşünür: İnsanın Ötesinde bir Antropolojiye Doğru) kitabında, insanların ve hayvanların birbirleriyle nasıl ilişkiler kurduğunu ve bu ilişkilerin her iki tarafın da düşünce süreçlerini nasıl etkilediğini incelerken, insan olmayan varlıkların insanlarla etkileşimlerinin, özellikle kimlik ve düşünce süreçlerini şekillendirdiğini gösteriyor. Yine ve mecburen, gideceğimiz bir diğer adres de Judith Butler: Kimlik performatiftir. Sabit bir özden ziyade kimlik, sürekli olan gerçekleştirilen eylemler ve davranışlar toplamıysa, eğer biri hayvan hareketleri sergiliyorsa, belki de hayvan-insan kimliği, tam da insan olma halinin genişlediği ve insan biyolojisini aştığı yerde duruyordur.
Kimliklerimiz sürekli esniyor. Her ne kadar muhafazakâr bir sistem bu esnemeyi reddetmek, kısıtlamak ve sınırlamak için elinden geleni yapıyor olsa da, bugün artık, eskiden sabit, mutlak ve ayrışık olarak bildiğimiz kimlikler ve roller, her gün daha da iç içe geçiyor. Deneyimlerimize yeni anlamlar yüklüyoruz, ve birçok insanın kimlik genişlemesinde yaptığı şey, daha önceden kabul edilmeyen kimlik parçalarını toplamak, onlara sarılmak, onları kabul etmek. Onları deneyimlemek ve sergilemek. Bu açıdan belki de yeni çağın insanı aslında bir Siborg.
Öyleyse, esnekliğe, geçirgenliğe ve sınırların gitgide törpülenmesine koşan bu çağın ruhunda, toplumsal cinsiyetlere ve hatta kimliklere artık biyolojik olarak belirlenmiş rollerin dışında bir alan yaratırken, bir hayvan olduğunu söyleyen ve o hayvan gibi davranan bir çocuğun, bir bireyin sağlıksız ve hasta olduğunu ne hakla iddia edebiliriz öyleyse?