Kürt sorunu: Hebûn an tunebûn
Türkiye özgülünde demokrasiden yana tavır almak, Kürt sorununun nihai ve barışçıl çözümünden yana ikirciksiz bir tavrın sahibi olmayı gerekli kılmaktadır…
08.11.2024
Kürtçe “hebû tunebû” masalların giriş sözcüğü, yani, bir varmış bir yokmuş anlamına geliyor. “Hebûn an tunebûn” ise, “olmak ya da olmamak.” Kürt sorunu bağlamında meselemiz hayli uzun süren bir “hebûn an tunebûn” meselesi…
Geçen yazımda günümüzde kazandığı anlam itibarıyla Kürt sorununun temellerinin Tek Parti döneminde atıldığını anlatmıştım ana hatlarıyla. Bilenler biliyor ama unutanlara hatırlatmak ve bilmeyenlere de anlaşılır bir dille izah edebilmek için.
Aradan geçen bunca zamana değin hala “Kürt sorunu yoktur” diyenler ve sorunu “terör” sorunu, “geri kalmışlık” sorunu gibi tuhaf sıfatlarla lanse edenler de pekala cumhuriyetin kurucu kadrosunun bildiğini biliyor elbette; sorun, “Kürt” sorunudur ve bu sorun ne yok sayılarak çözülebilmiştir, ne katliamlarla, “güvenlikçi” politikalarla ve ne de “Türkçe konuş çok konuş” türü asimilasyon kampanyalarıyla… Bunu teyiden anlamak için bir kez daha yakın tarihe, sorunun nasıl bir seyir izleyerek günümüze vardığına göz atmakta yarar olabilir. Halep oradaysa, arşiv de burada…
1935’te “Dersim müşkilesini kökünden halletmek” üzere kanunla Dersim’e “sömürge valisi” yetkileriyle (ifade Fevzi Çakmak’a ait) atanan Korgeneral Abdullah Alpdoğan, katliam harekat planları yapmanın ve yürütmenin yanı sıra asimilasyon konusuna da kafa yoran biriydi; nitekim Kürtleri “Dağ Türkleri” olmaya ikna etmek önermesinin mucidi odur. Tek Parti yıllarının Dışişleri Bakanı (1925-38) ve sonradan Demokrat Parti’nin kuruluşuna destek vermiş, 27 Mayıs 1960 darbecilerinin astığı Fatin Rüştü Zorlu’nun kayınbabası Tevfik Rüştü Aras, aman Ümit Özdağ filan duymasın, “kesin ve köklü çözüm” yanlısıydı; “Amerikalılar Kızılderilileri nasıl hallettiyse…” Uzun süre İstanbul Barosunun adına “yılın hukukçusu” ödülü verdiği Mahmut Esat Bozkurt da aynı kafadaydı; “Bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır.”
“Olmayan” Kürt sorunu için geliştirilen ve acımasızca uygulanan “çözüm” yolları burada saymakla bitmez…
Tek Parti dönemi ardından izleyen yıllar boyunca “Kürt” sözcüğü yasaklandı. “Kürt” yerine “Dağ Türkü” veya “Doğulu” denmesi gerekiyordu; tabii, “Kuyruklu” türü aşağılamalar serbestti. “Kürdistan” sözcüğü külliyen yasaktı; oralar “doğu” idi, “güneydoğu” idi.
Dersim sömürge valisi Alpdoğan’ın icat ettiği “Dağ Türkleri” lafı, bazı sözüm ona “solcuların” hala “ilerici darbe” diye iç çekerek yad ettikleri 27 Mayıs darbecileri tarafından yeniden güncellenip kullanılmaya başlanmıştı. Cuntacı Cemal Gürsel, Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmada, “Bu memlekette Kürt yoktur, Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm” demiş ve üniversitelerin Kürtlerin aslında “Dağ Türkü” olduklarını “bilimsel”olarak kanıtlayacak çalışmalar yapmasını istemişti. (Trajik bir gerçektir, belirtmeden geçemedim; Cemal Gürsel, aslında Hınıslı bir Alevi Kürdüydü. “Kürt olduğunu inkar ettikten sonra bu ülkede Kürtler her şey olabilirler” görüşünün düşündürücü örneklerinden biridir.)
Gürsel ve 27 Mayıs darbecilerinin ilk icraatlarından biri, “Doğu ve Güneydoğu’daki” aşiret liderleri ile Kürt aydınlarını Sivas’ta bir “toplama kampında” ikamete mecbur kılmasıydı. “49’lar Davası” olarak bilinen Kürt aydınlarının yargılandığı dava da o dönemde açılmıştı. Resmiyette Kürt sorunu “yok” idi ama devlette sürekli bir Kürt alarmı vardı…
Bu alarm gereği, 71 faşizmi döneminde de devrimci, sosyalist hareketlerin yanı sıra sol düşüncelerden etkilenip örgütlenmeye çalışan Kürt öğrencileri, herhangi bir biçimde şiddet veya illegaliteye başvurmadıkları halde, hedef alındılar. Dernekleri (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) kapatıldı ve haklarında düzenlenen iddianamelerde, savcılar, “Kürt diye bir şey olmadığını” savundular. “Kürt” yoktu ama ağır cezalık bir “sorun” idi yine de…
12 Eylül darbesiyle Türkiye toplumunun tek tipleştirilmesi dayatması yeniden devletin temel gündemiydi ve dolayısıyla hala Kürt olduğunu iddia edenlerin “halledilmesi” gerekiyordu. Diyarbakır Cezaevi, 12 Eylül rejiminin Kürtlere reva gördüğü “düzenin” adı ve özetiydi aslında. Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, tutuklanıp cezaevine getirilen insanları, buranın bir “Türkleştirme okulu” olduğunu söyleyerek karşılıyordu…
Cunta şefi Kenan Evren, bu dönemde devletin “Kürt yoktur” inkarına yeni bir boyut kazandırdı: Kürtler, kar üzerinde yürürken kart-kurt diye sesler çıkardığı için zamanla kendilerini “Kürt” zannetmeye başlayan “Doğu Türkleri” idiler…
Kürt sorunu diye bir sorun “yok” idi ve olay bir “kart-kurt” söylencesinden çıkmış “dış mihrakların” oyunundan ibaretti yani!
Ama işte nereye kadar, ne zamana kadar “yok” diyecektiniz? Sorun, “yok” dedikçe daha da ağırlaşmış ve can yakan bir sorun haline gelmişti 90’larda…
“Kürt realitesini tanıyoruz”
1991 seçimlerinde partisi (Doğruyol Partisi) birinci parti olarak çıkan Süleyman Demirel, SHP ile kurduğu koalisyon hükümetinin başbakanı olarak çıktığı Güneydoğu gezisi kapsamında Diyarbakır’da, “Kürt realitesini tanıyoruz” şeklinde bir çıkış yapmıştı. Ne var ki bu cümle, bir “söz” olmanın ötesinde herhangi bir “açılım” veya “reformun” gerekçesi haline gelmedi…
Demirel’den önce, 1990’da açıklanan SHP’nin Kürt raporunda, “Demokratikleşme adımları atılmadan teröre karşı mücadelede başarı şansı olmadığı” söyleniyor ve devamla, “etnik duyarlılıklara demokratik çözümün, çok kültürlü toplumların ve çoğulcu demokrasilerin vazgeçilmez bir şartı olduğu” vurgulanıyordu: “Kürtçe televizyon ve radyo yayını yapılmasının önündeki yasaklar kaldırılmalıdır. Anadil yasağı kaldırılmalı, Kürtler kendilerini hayatın her alanında özgürce ifade edebilmelidir.” ANAP’ın 1993’de açıkladığı Kürt raporunda, “Demokrasi Türkün de, Kürdün de hakkıdır” vurgusuna yer verilmişti. ANAP’lı Adnan Kahveci’nin dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın isteği üzerine hazırladığı Kürt raporunda, “Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili kabul edilerek Kürtlerin siyasal hakları verilmelidir” denilmişti.1999’da açıklanan CHP raporunda ise, “Kürt sorunu etnik duyarlılıklara karşı demokratik yaklaşımla çözülür” görüşü savunulmuştu. Aynı yıl ANAP lideri Mesut Yılmaz, partisinin Diyarbakır’da düzenlediği bölge toplantısında, “Avrupa’nın yolu Diyarbakır’dan geçer” demişti…
Bu arada, Türk sermayesi de 90’lı yıllarda sorunu adını koyarak tanımlama ve “siyasi çözümü” savunma noktasına gelmişti. TÜSİAD adına Bülent Tanör’ün hazırladığı “Demokratikleşme Perspektifleri Raporu” başlıklı raporda savunulan görüş buydu (1997). O dönemde İkiz kuleler saldırısından önce, MHP lideri Alparslan Türkeş’in “Çizmeyi aşma Sakıp Ağa!” uyarısına maruz kalan iş insanı Sakıp Sabancı da Kürt sorununun siyasi çözüm gerektiren bir sorun olduğunu ifade etmiş ve “Bu sorunu sadece fabrika kurarak çözemeyiz” demişti…
90’lı yıllar boyunca hazırlanan Kürt raporları içerisinde belki de en açık ve doğrudan ifadelerle çözüm yollarına ilişkin öneriler içeren rapor, Recep Tayyip Erdoğan’ın 1991 yılında Refah Partisi İstanbul İl Başkanı iken hazırlattığı “Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri” başlıklı rapordu. Raporda, “Kemalist devletin geleneksel zora ve silaha başvurma yöntemi artık iflas etmiştir” deniliyor ve ana dilde eğitim, yerel parlamentoların oluşturulması gibi sonraki yıllarda dava ve yargılanma gerekçesi haline getirilen çözüm önerilerine yer veriliyordu…
***
Demek oluyor ki bir sorun vardı ve vardır. Adı Kürt sorunudur ve silahla bastırılması da nihai manada bir “çözüm” olmamaktadır…
Demek oluyor ki varlığını adeta “Kürt inkarı” üzerine kurmuş bir egemen devlet zihniyeti/ideolojisi vardı ve aslında asıl sorun buydu…
Demek oluyor ki asimilasyon politikaları Ortadoğu’nun kadim halklarından Kürtleri “Kürt” olmaktan vazgeçirmeye yetmemiştir…
Demek oluyor ki PKK, bu sorunun sonuçlarından biridir…
Demek oluyor ki Türkiye özgülünde demokrasiden yana tavır almak, Kürt sorununun nihai ve barışçıl çözümünden yana ikirciksiz bir tavrın sahibi olmayı gerekli kılmaktadır…
Demek oluyor ki sorun Türkiye’nin en önemli sorunudur ve “yoktur!” diye çığırmakla sadece zaman, can ve kan kaybedilmektedir…