Uzağa bakmak…
“Uzağa bakmak lazım ara sıra” dedik birbirimize, gözlerimizi birbirimizden gizleyerek silip, “uzağa bakmak iyi gelir gözlere.” Karşımızda olanca heybetiyle Mazgirt Dağları vardı, hani “Kırklar Dağı” dediğimiz ve Munzur akıyordu yanı başımızda
13.12.2024
Kitap fuarından daha iyi “vesile” mi olur deyip geçen ayın sonunda Diyarbakır’a gittim, malum. Hayli zaman olmuştu, özlemiştim. Oradan Elazığ ve sonra da Dersim’e gittim, annemin elini öptüm, bir parça nefes aldım…
30 yılın ardından hapishanelerde mahpusların başında sallandırılan Demoklesin Kılıcı idare ve gözlem kurullarının keyfi engellerini de aşarak “dışarı” çıkan birçok arkadaşımı da görme imkanım oldu, Diyarbakır ve Dersim’de. 30 yıl, bir ömür, ama gayet iyi ve moralli idiler; “olağan” denilebilecek sağlık sorunlarını saymazsak…
“Devlet açılımı” ile ilgili bölgedeki atmosferi geçen yazımda ele aldım. Diyarbakır ve konuyla ilgili konuşabildiğim Elazığ’da insanlar hadi “karamsar” demeyeyim ama son derece “temkinli” idiler. Esasında, ben “temkinli” diyeyim siz “güvensiz” anlayın. Bahçeli’nin kendisi ve partisi açısından gerçekten de rahatlıkla “açılım” diyebileceğimiz çıkışına, “Bu işin içinde var bir bit yeniği” yaklaşımı gösteriliyor. Bunu da iki biçimde temellendiriyorlar. Birincisi, Bahçeli ve MHP’nin Kürt sorunuyla ilgili öteden beri esas aldığı inkarcı politika ve ikincisi de “Ma bunlar ortak değil mi? Büyük ortağın reisi niye çıkıp konuşmuyor?” merakı.
PKK lideri Abdullah Öcalan üzerinden çok çeşitli olasılıklar, spekülasyonlar dillendirilmesine ve DEM Partinin başvurusuna karşın hala Öcalan’la görüşülmemiş olması da bu temkinli ve güvensiz yaklaşımı pekiştiren bir diğer etken.
Tahmin edileceği üzere Suriye’deki gelişmeler de insanların yakın dikkatinde. Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi ve Rojava’daki özerk bölgelere yönelik Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) gözetiminde ÖSO saldırıları, bölgede barışa dair “acaba” ihtimallerini iyiden iyiye gölgelemiş durumda.
Dersim’de kayyum rejimi
Dersim’de de “farklı” bir hava yoktu.
Malum, geçenlerde Dersim Belediyesi’ne “kayyum” atandı. Protesto gösterileri “gaza” boğuldu. Çok sayıda Dersimli gözaltına alındı. Dersim’de olduğum günlerde insanların gündeminde hala kimler gözaltına alındı, kimler bırakıldı haberleri vardı.
Belediye binası, beton bloklarla çepeçevre “korumaya” alınmıştı. (Dersim’in simge simalarından General Zeng’in “Kaldırın bu bariyerleri!” uyarısını da dikkate almamışlar, hayret!) Panzerler, tomalar, polisler –ve sivil polisler- de bu yoğun “koruma çemberi” manzarasını tamamlıyorlardı. Ama benim asıl gözlerimi alamadığım görüntü, belediye binasının dört bir tarafına devasa büyüklükte Türk bayrakları asılmış olmasıydı…
Önceki yaz Erzincan yönünden gelirken Pülümür Vadisindeki tepelere yazılmış “Ne nutlu Türküm diyene” sloganı geldi aklıma. (O yazı hala duruyormuş orada.) Bilen bilir, Dersim’e Pertek yönünden geldiğinizde de tepelere yazılmış “Komando” imzalı, Türk bayraklı yazılar karşılar sizi. Bu son derece tehditkar sloganlardan birinde, “Güçlüyüz. Cesuruz. Hazırız” deniyor. Kim kimden ne kadar ve niye güçlü, cesur? “Hazır” olmak ne için? Artık kim üstüne alınırsa, kim ne anlarsa dercesine…
Belediye binasının adeta “düşman işgalinden kurtarılmış toprak parçası” imiş gibi silahlı ve bariyerli koruma çemberine alınmış, Türk bayraklarıyla donatılmış olması, doğrusunu isterseniz, cesaretimi kırdı ve kimselere, “Yeni bir barış, çözüm süreci mi başlayacak, ne diyorsunuz?” gibi tuhaf karşılanacağı kesin sorular yöneltemedim. Şaka yaptığımı zannederlerdi muhtemelen ya da “Seni bu kadar saf bilmezdik” filan…
İşgal edilmiş izlenimi veren belediye binasının birkaç fotoğrafını çektim. Sonra, serde gazetecilik var, eskiden çat kapı girdiğimiz binadaki, eğer değiştirmemişse ikinci kattaki başkanlık odasında vali ve kayyum beye birkaç soru yöneltsem diye düşünmedim değil. Ama yani beton bariyerleri aştın diyelim, silahlı nöbetçileri nasıl aşacaksın? “Gazeteciyim, yazar-çizerim, sayın kayyuma birkaç soru soracağım” derim, ne var ki muhtemelen “Göster bakiim basın kartını!” bile demeden önce randevu alıp almadığımı sorarlar. Israr edebilirdim tabii de, nezarethane soğuktur şimdi, ne gerek var…
Barış vardı yanımda, 30 yıl sonra şükür tek parça halinde hapishaneden çıkıp gelen arkadaşım, niyetimi anlamış gibi, kolumdan tutup civardaki Demananların kahvesine yöneltti beni; “Gel Serdar’a uğrayalım.”
Cevdet Konak: Sadece belediyeye değil Dersim’in değerlerine de…
Dersim Belediyesi eşbaşkanı Cevdet Konak’ı Hozat Belediye Başkanı olduğu yıllardan tanırım. Başarılı bir belediye başkanıydı Hozat’ta ve merkezde de Birsen Hanım ile başarılı işler yapacağından kuşkusu yoktu kimsenin. Şans işte, sayın eşbaşkanları ziyaret edip başarılar dileyemeden belediyeye kayyum atandı! (“Kayyım” mı, “kayyum” mu? Hangisi doğru yahu!)
Cevdet Konak, 25 Kasım 1925 günü Elazığ’da asılarak öldürülen Dersim mebusu Hasan Hayri Bey ile aynı ailedendir. Dedesinin öldürüldüğü gün Dersim Belediyesi’ne kayyum atanması (25 Kasım 2024) düşündürücü bir rastlantı.
Konak’a kayyum atanarak görevden alınmalarıyla ilgili düşüncelerini sorduğumda; “Mesele sadece bir binaya, makama kayyum atanması değil, Dersim’in tarihine, diline, kültürüne, duruşuna ve değerlerine, inancına da ‘kayyum’ atamak istiyorlar. Halkın iradesini hiçe sayıyorlar” dedi. 7 ay 22 gün görev yaptıklarını hatırlattı ve Dersim’in sorunlarını halkla birlikte çözüme kavuşturmada yürüttükleri çalışmalardan rahatsız oldukları için kayyum atadıklarını vurguladı. Görevden alınmalarına “gerekçe” gösterilen “örgütsel” faaliyetlerinin cenaze törenlerine, taziyelere katılmaktan ibaret olduğunu söyledi. Diasporadaki Dersimlilere de Dersim’deki gelişmeler konusunda duyarlı olmaları çağrısı yaptı…
***
Olur bazen, insan kötümser, karamsar bir hissiyatla mücadele ederken bulur kendini. Polyannacılığın alemi yok elbette, gerçeklere gözlerini kapamak da olmaz. Ama işte hayat devam ediyor ve umut dediğimiz, neticede bir hayat devam ediyor diyalektiğidir. Hayat devam ediyor ve elbet, bağrında bir gelecek büyütüyor.
O gelecek bugünkünden daha iyi, barış ve özgürlüğe yazgılı olsun diye idi bunca çile, acı, direniş, ölüm, kalım…
Barış’la çile yılları ardından Munzur’un kıyısında yürürken nemlenen gözlerimizi kara gözlüklerimizin ardına sakladık.
Bakmayın yaşını başını almış koca adamlar gibi göründüğümüze; çocuk gelip çocuk giden bir kuşağın insanlarıyız…
Hapishanede “uzak” olmadığını anımsadık, “uzak” yoktu içeride, ufuk yoktu, mavi yoktu, yeşil yoktu, o kadar çok şey yoktu ki karşı duvarın grisinde hayal ettiğimiz…
“Uzağa bakmak lazım ara sıra” dedik birbirimize, gözlerimizi birbirimizden gizleyerek silip, “uzağa bakmak iyi gelir gözlere.” Karşımızda olanca heybetiyle Mazgirt Dağları vardı, hani “Kırklar Dağı” dediğimiz ve Munzur akıyordu yanı başımızda…
İyidir uzağa bakmak. Gündelik sorunların ve her şeyin daha da kötüye gittiği hissine kapıldığınız zaman özellikle…