Okumalar, değinmeler: Kayık salıncak
Napoli Romanları hakikaten hafızamı dürtüyor. Annie Ernaux’un “Seneler”i de zaman zaman hafızamı bir yerlere gönderiyor ama Ferrante’nin göndermeleri daha yoğun, daha tanıdık…

21.12.2024
Napoli Romanları’nın birinci cildi su kemerinin yakınından bile geçmedi ama beni 1950’li yılların sonları, 60’lar da Akdeniz kıyısı bir hayatın içine sokmayı başarmıştı. Ava giderken avlanmak dedikleri bu muydu? Su kemeri takıntısı ile girip Napoli insanını ve hayatını merak ederek bir kurgunun içinde dolaşmak!?
Vittoria Sica’nın “Napoli Altını” (L’oro Di Napoli) adlı filmini izledim. 6 hikâyeden oluşan, savaş sonrası İtalya’ya, Napoli şehrinin gündeliğinden bakan 1954 yapımı bir film. Filmde, sokaklara, evlere, insanlara baktım. Sokakları, İstanbul, Fener-Balat sırtlarının dik yokuşlu sokak yapısına benzettim.
Eski Napoli hayatına dair siyah beyaz fotolar buldum. “Bayram yeri” salıncağında salınan bir çocuk ve bekleşen diğer çocuklara dair bir fotoğraf gördüm. Salıncağın bulunduğu yer muhtemelen bir panayır idi ama o mekanın bendeki karşılığı “bayram yeri”dir. Bayram dediğim, çocukların, büyüklerin ellerini öperek harçlık aldıkları ve koşarak bir yerlerde harcadıkları özel günler.
Fotoğraftaki salıncak, çocukluğumun salıncağının aynısı idi: Tenekeden yapılmış küçük bir kayık, kayığın iki burnuna ve yanlarına çocuklar savrulmasın, düşmesin diye korkuluklar konulmuş. Beklemediğim bir anda çocukluğuma ait çok tanıdık bir şeyi görmek çarptı beni.
Napoli Romanları hakikaten hafızamı dürtüyor. Annie Ernaux’un “Seneler”i de zaman zaman hafızamı bir yerlere gönderiyor ama Ferrante’nin göndermeleri daha yoğun, daha tanıdık. “Napoli Romanları” ile “Seneler”i veya yazarlarını karşılaştırmak gibi bir amacım yok. Cahil cesareti ile konuşuyorum.
Kayık salıncaklar önemlidir. Onlarla sallanırken işin keyfi en uc seviyeye kadar yükselmenizde yatar. Öne veya arkaya doğru mümkün olan en uc seviyeye yükseldiğinde bir an için salıncak ayaklarınızın altından gider. Havada asılı kalırsınız. O an beyniniz bir şeyler salgılar. Galiba o salgıya haz diyoruz.
Kayık salıncaklara bindiğim yılarda Napolili bir tanıdığım olmuştu. Clark Gable veya Ayhan Işık bıyıklı, neşeli güleç, gitar ile aşk veya memleket şarkıları söyleyen biriydi. Adı Gennaro’ydu. “Capitan Miki” adlı İtalyan üretimi bir çizgi roman kahramanıydı. “Capitan Miki”nin yaratıcıları arasında mutlaka bir Napolili olmalıydı. Çünkü Gennaro hikâyede figüran olmasına ragmen sık beliriyor, her belirdiğinde Napolili olmak bir kere daha vurgulanıyordu. Ve muhtemelen kayık salıncakta sallanan Napolili çocuklar ile Gennaro’nun romantik ve şen bir karakter olarak belirdiği aynı çizgi romanı okumuştuk. Çizgi roman okuyan oğlan çocukları Annie Ernaux’un “Seneler”inde de var:
“Kızlarla oğlanlar hiçbir yerde bir arada değildi. Oğlanlar asla ağlamayan, gürültücü varlıklardı, her an bir şey atmaya hazır haldeydiler, taş, kestane, çatapat, buzlu kartopu; küfürlü konuşur, Tarzan ve Bibi Fricotin okurlardı. Kızlar oğlanlardan korkardı, onları taklit etmemeleri, kutu kutu pense, bezirgânbaşı, seksek gibi akıllı uslu oyunları tercih etmeleri tembihlenirdi.”
Çocukların birbirlerine taş atması. dünya kültürlerinin ortak mirasıdır. Kabe’de şeytan taşlamak ve Edward Said’in taş atan fotoğrafı da bu mirasa dahil. Taş atmak, olimpiyatlara alınması gereken bir kategoridir. Napoli Romanları’nda da çocuklar birbirlerine taş atıp birbirlerinin bir yerlerini kanatırlar:
“Okul çıkışında köylü oğlanların oluşturduğu bir çete beklerdi bizi; başlarında manav Assunta’nın oğullarından biri olan Enzo (ya da Enzuccio) olurdu ve bizi görünce taş atmaya başlarlardı. (…)Taşlar yağmaya başlayınca hepimiz kaçışırdık ama Lila bunu yapmaz, normal adımlarıyla yürümeyi sürdürür ve hatta bazen de dururdu. Taşların izlediği yolu sezmekte çok başarılıydı ve bugün zarif diyeceğim sakin bir hareketle hepsini savuştururdu.”
Benim alnımda da geçen yüzyıldan kalma bir taş izi var. Şimdi adını hatırlamadığım bir kız atmıştı. Babası filmlerde figüranlık yapan, folk dans ekibi dansçısı, kel bir adamdı. Kel adamın çok güzel bir kızkardeşi vardı ve film yönetmeni biri ile evlendi. O gün mahalleye, gelini evinden almak için çok havalı bir Amerikan arabası geldi. Alıp gittiler.
Sonra biz o havalı, heyecanlı dakikalardan sonra her zamanki doğal halimize döndük. Abiler sokakta top oynayan çocukları teşvik etti, teşviği alan çocuklar topu sert bir vuruşla Süleyman Çavuş’un camına yöneltti, cam kırıldı, Süleyman Çavuş elinde ekmek bıçağı ve kıçında diz hizasındaki uzun donu ile “kan kohir, kan kohir” diye sokağa fırladı. “Kan kokuyor” demek istiyor.
Süleyman Çavuş’u tahrik etmek, mahalle abilerinin eğlencesiydi. Onun çavuşluğu askeri bir terim değildi. İstanbul boğazında, Ortaköy-Arnavutköy arasında kalan, kömür mavnalarının yanaşıp kömür boşalttığı Kuruçeşme’de, kömür boşaltma yükleme işlerinde çalışan işçilerin sevk ve idare eden adam idi.
*
Kutu kutu pense, bezirgânbaşı, seksek oyunları benim çocukluğumda da oynanırdı. Hatta bazen kızlarla oynardım. Futbol’da iyi değildim. Oğlanlar beni top oyunlarına almak istemezdi. Ben de kızlarla oynardım. Oğlanlar oyun esnasında kişilik yarıştırır, mutlaka kavga çıkar oyun ikincil kalırdı. Kızların önceliği ise oyundu. Kavgasız döğüşsüz sadece oyun oynardınız.
İtalyan ve Fransız çocukları ile İstanbul çocuğunun gündeliği konusunda biraz daha ileri gideyim. Küçük ablam İstanbul İl Radyosu’nda (*) İtalyanca şarkılar dinlerdi. İtalyancayı özellikle tercih ettiğinden değil. Muhtemelen onları aşk şarkıları olarak dinliyordu. Galiba Peppino Di Capri ve “Melancoli” şarksının Türkiye’ye sızdığı yıllardı. Peppino Di Capri’de bir Napolili idi. Böylece küçük ablam ergenliğinde ve genç kızlığında radyoya yapışık yaşadı ve o esnada ben “se non capire” diye birkaç kelime ezberledim: “anlamıyorsun”
Büyük ablam ise bana Alman Burda model dergilerinden giysiler dikerdi. Avrupa şehir çocukları gibi dolaşırdım mahallede. Yaşıtlarım, ablamın diktiği kostümlerimden hoşlanmazdı. Giysilerdeki farklılığı kendilerine yönelik bir tür üstencillik olarak algılarlardı. Yetişkinliğimde bir yerlerde okumuştum, 19. Yüzyıl sonlarında, Frenkvari (Avrupai) kostümler, şapkalar ile Suriçi İstanbul’da dolaşanları döverlermiş.
Kostümlerimin farklılığı ve ara sıra kız oyunlarına katılıyor olmam yaşıtım oğlan çocukları ile aramda biraz sorun yarattı. Üstesinden geldim. Var bende biraz Napolilik.
(*) İl radyoları Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu TRT tarafından 1960’lı ve 1970’li yıllarda hizmete verilen ancak daha sonra vaz geçilen bir grup radyo istasyonunun adıdır.
**
Haftaya: Napoli kendine özgü