Linç Dosyası Giriş: Linç ve Devletin Tekrar İnşası
Okuyacağınız dosya, farklı disiplinlerden gelen yazarların linç olgusuna dair özgün perspektiflerini bir araya getirerek, konunun toplumsal, politik, kültürel ve tarihsel boyutlarını çok yönlü bir şekilde tartışmayı amaçlıyor
24.12.2024
Linç eylemlerinde gerçekten de tekinsiz, insanı rahatsız eden bir şeyler var. Barbarca, arkaik, ilkel insanlar, denir linççilere. Bu rahatsızlığın sağı-solu, genci-yaşlısı da yok aslında, çünkü bu rahatsızlık, belki de çoğunluğun günlük hayatta gizli kalan, ama her an –ayrım gözetmeksizin– herkese dokunabilecek bir fiziksel gücünün farkında olmaktan kaynaklanıyor. Linç edilenin kimliğinde ötekileşme var mecburen; bizden olmayanı linç eder linç kitlesi. O ötekileşmenin sınırları ise çok muğlaktır: Ne kadar linççi kitlenin değerlerine tutunursa tutunsun, kişi o değerler silsilesinin kalbindeki bir hassasiyete temas edip o noktayla ters düştüğü anda bizden değildir artık.
Ötekileşmenin her an, her yerde pamuk ipliğine bağlı olduğu bir ortamda, böylesi bir korkunun herkese dair olması, linç korkusunu herkese dair bir hale getirir. Bu korku sadece bir fiziksel tehlikeyi değil, aynı zamanda çoğunluğun gizli –dormant, yani uykuda– gücünün aslında neler yapabileceğine, nasıl yıkımlara yol açabileceğine dair daha derin bir kaygıyı da içeriyor olmalı. Aynı zamanda, temas edildiğinde derhal acıyan bir huzursuzluk ve böylesi bir potansiyel karşısında bir savunmasızlık hissini de.
Akademik olarak da linç tedirgin edici bir konu, çünkü çoğu zaman, bu konu üzerinde çalışanlara çelişkilerle dolu gibi gelir. Kitle zaten öyle kolay kolay belirlenebilir, tanımlanabilir bir şey olmadı hiçbir zaman. Sadece bir aksiyonu niteliyor gibi linç eylemi bile, hiç de nötr değildir: Akademide, toplumsal hareket terimi kendi başına kullanıldığında sonu şiddete gitse de başkaldırı, düzen karşıtı olarak çerçevelenirken, toplumsal bir hareket olan linç eylemi –özellikle Türkiye’de– faşistlerden bilinir. Bunun, ülkelerin kendi yapısıyla mı ilgili, yoksa genel bir kural niteliğinde mi olduğu şimdiye kadar çözülemediği için, linççi kitleler arasında ayrım bile yapılmıştır yeri geldiğinde.
Diğer taraftan da linç, devletin varlık sebebi olan şiddet tekeliyle de çelişir; fakat paradoksal bir şekilde, devletin değerleri ve çoğunluğun görüşüyle de sık sık örtüşür. Demokrasilerde çoğunluğun, toplumsal düşünce ve eylemler üzerindeki etkisi yeterince tartışmalıyken, linç olayları çoğunluğun fiziksel gücünü en açık biçimde gösteren örneğidir belki de. Öbür taraftan da linç olaylarının, bir tür halk mahkemesi görevi gördüğü de olur bazı kesimlere göre yahut devletin elinin yetmediği bir yer varsa oralarda adalet tesis eden vigilante (yasa dışı adalet sağlayıcı) formuna girdiğine de rastlanmıştır. Kısacası: Karmakarışık bir konudur linç, teorik olarak da, pratik olarak da.
Bu giriş yazısını, Mesut Varlık’la birlikte hazırladığımız Türkiye’de Linç dosya çalışmasının bir parçası olarak ele aldım. Dosya, farklı disiplinlerden gelen yazarların linç olgusuna dair özgün perspektiflerini bir araya getirerek, konunun toplumsal, politik, kültürel ve tarihsel boyutlarını çok yönlü bir şekilde tartışmayı amaçlıyor. Bu giriş yazısına da kendi payıma, linç olgusunu toplumsal, politik ve devletle ilişkili boyutları üzerinden ele aldım ve bu karmaşık fenomenin nasıl çoğunluğun gizli gücünü görünür kıldığını, aynı zamanda bu gücün ne denli tekinsiz ve kaygan bir zeminde şekillendiğini tartıştım. Linçin, devletin şiddet tekeliyle çelişirken aynı zamanda devletin sınırlarını yeniden tanımlayan bir pratik olarak işlev gördüğünü ve toplumsal normları nasıl performatif bir şekilde yeniden ürettiğini anlattım. Bu perspektif, linçin sadece şiddetle sınırlı bir eylem olmadığını, aynı zamanda derin toplumsal ve siyasi dinamikleri açığa çıkardığını gösterme çabasından kaynaklanıyor.
Linç Çalışmaları: Genel bir Özet
Linçle ilgili kavramsal çalışmalar yakın zamana kadar daha çok belirli vakaların üzerinde derinlemesine analizlerden oluşuyordu, istatistiki çalışmalar da ABD’deki linç veri tabanları dışında yok denecek kadar az. Çoğu analiz, linçin toplumsal ve psikolojik boyutlarına odaklanır; kültürel normlar, grup davranışı, tehdit algısına verilen toplumsal tepkiler ve kolektif eylem dinamiklerini inceler. Bu perspektifler, linçin grup psikolojisi ve kültürel etkilerle nasıl şekillendiğini anlamada önemli olsa da, devletin bu süreçteki doğrudan ya da dolaylı rolünü genellikle göz ardı eder. Örneğin, Le Bon’un Kitle Psikolojisi ve Canetti’nin Kitle ve İktidar gibi klasik metinlerinde linç, kitlesel öfke ve kontrolsüzlük bağlamında incelenir. Modern devlet teorileri ise Hobbes’un doğa durumu ve devletin şiddet tekelini meşrulaştırması üzerinden gelişir. Buna göre, devlet, bireylerin güvenliğini sağlamak adına doğal şiddetten feragat ettikleri bir toplumsal sözleşme sunar. Linç ise bu sözleşmeyi tehdit eden bir fenomen gibi görülebilir.
Daha klasik perspektifte uzun zaman akademik çalışmaları etkisi altına almış Weak State Theory, yani Zayıf Devlet Teorisi, diye bir şey vardır ve der ki, linçlerin varlığı, devletin gücüyle doğru orantılıdır. Yani güçlü devlette, devlet kendi kolluk kuvvetleri sayesinde şiddet kullanımını öylesine engeller ki linç güruhu bir araya gelip bir şiddet olayına karışamaz zaten. Diğer taraftan, zayıf veya modernleşme sürecinin başındaki devletlerde linç olaylarının daha sık görüldüğünü öne süren bu teori, devletin toplumsal şiddete müdahale edememesini bir tür yetersizlik olarak açıklar.
Linç çalışmaları, diğer yandan, yalnızca tarihsel bir olguya değil, aynı zamanda devlet-toplum ilişkisini ve grup dinamiklerini anlamak açısından kritik bir araç. Bu çalışmaların büyük kısmı, bireysel öfkenin çok ötesinde, kolektif eylemin nasıl harekete geçtiğini ve bu sürecin hangi ideolojik, kültürel ve politik çerçevelerle meşrulaştırıldığını da gösterir. Yine de, bu bağlamda, klasik teorilerin özellikle devletin şiddet tekeli ve kontrol mekanizmaları üzerindeki rolünü açıklamakta yetersiz kaldığını düşünüyorum.
Performatif bir Devlet İnşası olarak Linç
Soruyu şöyle sorayım: Linçler, devletin babalığıyla, öfkesine hâkim olamayıp sokaklara dökülüp onu bunu bazen öldüresiye dövüverenlere bazen haddini bildirmesiyle, bazen müdahale etmesiyle, bazen eli sopalılığıyla, dolayısıyla devletin otoriterliğiyle mi açıklanabilir sadece? Milliyetçilikle, milli hassasiyetlerle, şiddet kültürüyle de açıklanabilir elbet ama devlet-kitle-mağdur arasındaki ilişkiyi incelerken, perspektifimizi hiçbir zaman cevap bulunamamış bir “kitle nedir?” sorusundan alıp, acaba devletin dahline çevirsek nasıl bir sonuçla karşılaşırız?
Linçin hukuki boyutunu ve kitle şiddetiyle ilgili teorileri gözden geçirdiğim yüksek lisans tezime tabii ki bu sorularla başlamamıştım. Daha basit bir sorum vardı o zaman: Hukuki olarak linç eyleminin diğer ülkelerde bir yaptırımı var mı, varsa bu suçlar actus reus ve mens rea açısından kurgusu nedir, ayrıca nasıl bir yaptırımı var ve Türkiye’de nasıl bir yaptırımı var? Ama, zaman içinde, kitle-devlet ilişkisine özellikle devlet inşası ve devlet yönetim sanatı üzerinden bakmaya devam ettikçe, devletin linç-mağdur arasında dönen şiddet hikâyesinde bir hakem ya da görevini yerine getirmeyen bir gardiyan değil, bir taraf olduğuna karar verdim. Linç, bu nedenle üç tarafı olan bir ilişki biçimi aslında: Linç eden kitle, linç edilen kişi ya da kişiler ve devlet. Ve bu üç taraf arasında en çok kazanan da devlet.
Nasıl peki? Şöyle: Devlet, marjinal bölgelerdeki otorite boşluklarını doldurmak amacıyla linç eylemlerini stratejik bir araç olarak kullanır; bu nedenle de linç, yalnızca bir toplumsal şiddet biçimi olmanın ötesinde, aynı zamanda devletin söylemini ve sınırlarını yeniden tanımladığı, onayladığı ve güçlendirdiği performatif bir süreçtir.
Birincisi, performatif ne demek? Performatiflik, özellikle Butler’ın toplumsal cinsiyet teorilerinde ortaya koyduğu bir kavramdır ve bir eylemin tekrarlanarak ve ritüelleştirilerek bir gerçeklik oluşturması gibi özetlenebilir. Butler’ın kimliklerin oluşumu için kullandığı bu kavramı, devletin, kendi emir vermediği ve bilfiil uygulamadığı her türlü şiddeti (linç de dahil) temellük etmesine uygulamak da mümkün. Yani devlet, linç şiddetini yaparak ya da yapmayarak, aktif veya pasif bir biçimde şiddeti sahiplenerek, kendini hem var eder hem güçlendirir.
Bu aşamada benim için Zeynep Gambetti’nin katkısı çok önemliydi. Gambetti, linç eylemlerinin devletin periferisinde kalan alanlarda yürüttüğü bir meşruiyet inşa süreci olduğunu söylüyor. Devlet, linç şiddetinin emrini doğrudan vermiyor, doğrudan kendisi uygulamıyor, açıktan açığa desteklemiyor olabilir. Ama devlet, linç eylemlerini görmezden gelerek ya da çoğunda cezasız bırakarak bu linçlere, sonuçlarına ve temsillerine el koyar, yani temellük eder. Buna pasif temellük diyoruz; bir nevi icazet aslında. İcazet üzerinden şiddet eyleminin temsil ettiklerine ve sonuçlarına el koymak. Cezasızlık ya da görmezden gelme böylece, devletin, linç şiddeti üzerinde kontrol ve düzenleyici rolüne bürünmesinin bir mekanizması haline gelir.
Sadece cezasızlık ya da görmezden gelme değil, aslında devleti linç eyleminin bir tarafı haline getiren, aktif temellük halleri de vardır devletin. Bazı durumlarda devlet, linç şiddetini açıkça destekleyen söylemlerde bulunur, hatta bu söylemlerin el yükseltilmiş sürümlerini medya manipülasyonları şeklinde duyduğumuz da olur: Bu retorik, çoğunlukla ulusal güvenlik, vatanseverlik ya da ahlaki normların korunması eksenlerinde hareket eder. Ve ilginçtir ki böylesi aktif temellükler, linççi kitleye neredeyse yarı resmi bir statü kazandırır.
Başak Ertür, bu süreci devletin performatif doğası üzerinden açıklıyor –daha doğrusu, özellikle linç üzerine ayrıca bir çalışma yapmamış olmamakla birlikte, British Academy’de kendisiyle birlikte çalışma olanağı bulduğum sürece beni yönlendirdiği yer burasıydı. Devlet, şiddetin araçsallaştırılmasını yalnızca bir cezalandırma aracı olarak değil, aynı zamanda bir gözdağı ve iktidar gösterisi olarak da kullanır. Linç gibi kolektif şiddet biçimleri, devletin temsil ettiği düzenin sınırlarını bir nevi yeniden tanımlar, çünkü kimlerin vatandaş olarak kabul edileceği, kimlerin öteki olarak dışlanacağı, her linç olayıyla yeniden belirlenmektedir.
Linç kelimesinin ilk çıkış yerinin Amerika’da sınır eyaletleri olduğu söyleniyor, birçok kaynakta. Zayıf Devlet Teorisi de bence oralardan kalma zaten. Şöyle bir kurgu var burada: Devlet sınırları genişliyor ama altyapısı bu genişlemeye ayak uyduramıyor. Ordunun ve istilacılığın coğrafi sınırları genişletmesine devlet yapılanması, ne kolluk kuvvetiyle, ne yargı altyapısıyla ne idare sistemiyle yetişebiliyor. Dolayısıyla coğrafi olarak sınırların genişletildiği her yerde, devlet altyapısı oraya sirayet edebilene kadar, bir otorite açığı ortaya çıkıyor. Bu klasik teoride linçin ortaya çıkmasının vigilantizm ile bağlantısı bu şekilde kuruluyor işte: Devletin elinin bir nedenden ulaşamadığı yerlerde adalet tesis ederek, devlete ikame bir güç merkezi oluşturmak ve belki de devlet gelene kadar, orayı elde tutmak, düzeni sağlamak.
Gambetti ise şurada ayrılır bu görüşten: Evet, bir aralık vardır marjlarda –yani ortaya çıkan otorite boşluklarında. Ama bu marjlar sadece coğrafi değildir, aynı zamanda toplumsaldır da. Bu marjlar, etnik, dini ya da cinsiyet temelli gruplarla da ilgilidir. Hobbes’tan beri modern devletin amacı neydi: Paolo Virno’nun detaylarıyla anlattığı gibi, devlet içerisinde yaşayan herkesin homojenleşmesi ve dolayısıyla sonuçta tekil ve homojen bir toplumsal düzen inşa etmek. David Graber’ın sermaye politikaları dışında karşı çıktığı şeylerden biriydi işte bu homojenlik, Wall Street ayaklanmalarında. Ya da hatırlarsak –Hardt ve Negri’nin özgürleştirici kitlesi kesinlikle homojen değildir– hatta bu homojenliğin ta kendisine karşıdır.
Bireyselliğin şişirildiği bir alan da değildir bu kitle; tam tersi, farklılıkların ve tekilliklerin bir araya gelerek, o an o bağlamda toplu hareket etmesi demektir. Bunun karşısında devletin homojenleştirme, tektipleştirme politikasının en önemli amacı, otoritenin ve düzenin tam ve devletin kurguladığı şekilde uygulanmasıdır zaten. Devletin en temel kaygılarından biri olan homojen bir düzen iddiasının karşısında organik bir heterojen varoluş, ister istemez, o alanı yönetmekle ilgili –dışlamak, yasadışı ilan etmek, yargılamak dışında– bir pratik edinmemiş devlet açısından bir otorite boşluğu yaratır. Bu alanlarda devletin alıştığı ve bildiği otoriteyi garantileyen mekanizmalar çalışmaz, çünkü buralar, devletin retorik ve ideolojik sınırlarının dışında kalan yerlerdir. Devletin kurgu mitleri, kadınlık ve erkeklik ile ilgili kişilere biçtiği toplumsal ve politik roller ve hatta yapılamayacak, yasak şeylerin sınırlarının tasavvuru bile nüfuz etmez bu toplumsal marjlara —ya da tüm bunlara karşı bir tepki ortaya çıkar bu marjlarda.
Devlet, işte tam da burada, tekil ve homojen bir toplumsal düzen inşa etmeye çalışırken, bu düzenin dışında ya da kenarında, periferisinde kalan gruplar ve bölgeler, devletin otoritesinin sınırlarını hem zorlayan hem de gücünü yeniden tanımlamasına olanak sağlayan boşluklar haline gelir. Doğrudan kontrolün olmadığı bu alanlar kırsalda da olabilir, etnik topluluklarda da, devlet ideolojisinin dışında kalan öteki yaftasına hak kazanmış topluluklarda da —ve kaçınılmaz bir şekilde devletin kurumsal yapısının ya da ideolojik çerçevesinin dışında kalan bu gruplarda ve bölgelerde, gözetimden kaçan alanlar yaratılır. İşte linçlerin ortaya çıktığı yerler de bu marjlardır.
Tüm bu marjlar-linç-temellük kurgusunun temelini, devletin yetersizliği değil de, devletin kendi sınıfsal, ideolojik ya da politik tercihlerinin bir sonucu olarak görmek devletin linçlerdeki rolünü biraz daha belirginleştiriyor. Öyle ki otorite boşluğu temcit pilavı gibi politikacıların da akademisyenlerin de söylediği “dış/iç düşmanlar” üzerinden Türk kimliği yaratılması mekanizmasına aslında çok benziyor bir yandan. Ötekileştirilen gruplar marjinalleşir ve otorite boşlukları ortaya çıkar, ister istemez. Devletin ideolojik sınırlarının dışında kalan gruplara devletin ihtiyacı mı vardır o halde? Devletin merkezî kimliğini inşa ederken kullandığı bu dışlama mekanizması, toplumsal marjların oluşmasına ve buraların kontrol edilmesi gereken ya da tehdit oluşturan alanlar olarak algılanmasına yol açar —pek tabii ki. O boşluklarda, marjlarda yani, devlet otoritesi doğrudan işlemez ve meşruiyet sorgulanmaya başlar.
Bakmamız gereken yer biraz da bu marjlar ile devletin ilişkisinde, devletin linç şiddetini nasıl araçsallaştırdığı aslında. Devlet, bu boşlukları aktif olarak kullanır. Linç, bu marjlarda gerçekleşir çünkü. Devletin doğrudan müdahil olmadığı durumlarda bile linç, özellikle temellük mekanizması üzerinden, devlet meşruiyetinin, belki de kuruluş mitinin, belki ahlakının, yeniden üretilmesinin bir aracı haline gelir. Tanıl Bora’nın dediği gibi linçler gerçekten de ahlak, milliyetçilik, güvenlik, cana ve mala tehdit ekseni üzerinde gidip gelir —kuruluş fikri de bu eksenler üzerinde gidip geldiğinden.
O zaman şimdi durup bu şemaya baktığımda, benim gördüğüm şu: Linç, aynı zamanda toplumsal ve coğrafi marjlarda devletin kendini yeniden yaratmasının performatif bir aracıdır. Linç şiddeti, devletin ideolojik sınırlarını çizen, tekrar tekrar çizen bir ritüeldir ve bu nedenle kimlerin dışarıda, kimlerin içeride olduğuna dair güçlü bir mesaj verir. Devlet, şiddeti kontrol edemediğini kabul ederek değil, aksine bu şiddeti sahiplenerek gücünü gösterir hale gelir. Marjlardaki şiddet kullanılarak, böylece, merkezdeki otorite sağlamlaşır. Linçin barbarca ve arkaik olarak tanımlanması da, aynı zamanda, devletin modern, medeni ve düzen sağlayıcı bir aktör olarak tekrar konumlanmasını da sağlar. Kazan-kazan durumu.
Bu bağlamda, linçin performatif doğası, devletin kendi otoritesini yeniden kurgulamasını ve aynı zamanda bu otoriteyi sürekli teyit etmesini sağlar. Bu, yalnızca bir “boşluk doldurma” değil, bilinçli ve stratejik bir devlet konsolidasyonu sürecidir. Ezcümle, devlet, marjinal alanlardaki otorite boşluklarını doldurmak adına linç eylemlerini stratejik olarak temellük eder ve bu nedenle de linç, yalnızca bir toplumsal şiddet biçimi değil, devletin söylem ve sınırlarını yeniden tanımladığı (ve onayladığı, sağlamlaştırdığı) performatif bir süreçtir.
Türkiye’de Linç: Araştırma Bulguları
Biraz Türkiye’ye bakmak istiyorum, en azından kendi yaptığım çalışma üzerinden. Doktora tezimin araştırmalarında kitle kavramının devletin jeneolojisinde nereye oturduğunu, yani aslında Kıta Avrupa’sında İtalya-Fransa-İngiltere hattında ortaya çıkan modern devlet kavramının, yönetime, devlet kurgusuna ve yasamaya kitlesel katılımı ne kadar kapsadığına baktım. Daha çok Padovalı Marsilius, Machiavelli ve Hobbes üzerineydi bu çalışmalar —ve mesela Michele di Lando’nun liderliğindeki kitlelerin Serpiolle’deki Via delle Masse’den (Kitleler Sokağı) aşağı inmesi ya da şehirde Atina Dükü’nün başına gelenler dışında pek bir linç vakasıyla karşılaşmadım. Ama genel olarak kitle ve devlet arasındaki ilişki üzerine çalıştığımdan ve bu ilişkinin bence en kör noktada kalan yerlerinden birisi de linç olduğundan, doktora sonrası araştırmamda linç çalışmalarına döndüm.
Gerda Henkel Stiftung’da yaptığım çalışmada ise Türkiye’de 1950-2022 yılları arasında belli ulusal ve (ihtilal vs. hariç) kesintisiz çıkmış gazetelerdeki linç haberlerini topladım, Cem Öztüfekçi’yle birlikte. Sonra da aynı çalışmayı, daha çok miktardaki dijital gazeteler için 2000 ila 2023 yılları arasında, bu sefer British Academy’nin bünyesindeki bir araştırma programıyla gittiğim Birkbeck College’da yaptım. Cem’le birçok parametreyi bir araya getirdik, veri tabanları için bilgi toplarken: Her bir haberde, mümkün olduğu oranda linç olaylarında polisin varlığı, ihbara rağmen gelip gelmediği, müdahale edip etmediği, kimleri daha çok tutukladığı, hangi motivasyonla ortaya çıkan linçlerde linç edenleri, hangilerinde linç edilenleri göz altına aldığı gibi detayları kayıt altına aldık.
Tüm bu çalışmanın raporlaması daha sonra elbet çıkacak; yine de bir iki bulguyu paylaşmak istiyorum burada. Birincisi, araştırmalardan çıkan en çarpıcı sonuçlardan birinin, linç olaylarının önemli bir kısmında polis güçlerinin varlık göstermesine rağmen linç saldırısını durdurmak amacıyla harekete geçmekte yetersiz kaldığıydı. Bazı vakalarda polis, linç olayına seyirci kalarak pasif bir rol üstlenirken, bazı durumlardaysa linç eylemini gerçekleştiren kitlenin yanında konumlandığı izlenimi veriyor. Bu durum aslında, devletin linç eylemlerini pasif temellük ile kullanması demek —çünkü aslında pasif temellükte iki kurumumuz var bakabileceğimiz: Kolluk kuvvetleri ve mahkemeler.
İkincisi, 2000 sonrası dönemde, özellikle siyasi gerilimlerin ve ideolojik kutuplaşmanın linç vakalarında belirgin bir artışa yol açtığıydı. 2006-2007 ve 2014-2015 yılları arasında milliyetçi söylemler ve güvenlik temelli politikalar bağlamında linç eylemlerinin yoğunlaştığını tespit ettik. Linç eylemlerinin büyük kısmı, beklendiği üzere, etnik, dini ve ideolojik olarak öteki kabul edilen gruplara yönelik olduğu da ortaya çıktı.
Özellikle Kürtler, Aleviler, sol siyasi gruplar, LGBTİ+ bireyler ve göçmenler, linç şiddetinin ana hedefleriydi, sonuçlarımıza göre. Linç eylemlerinde adalet mekanizmasının işlevsiz kalması ve faillerin büyük oranda cezasız bırakılması, bir taraftan devletin bu şiddeti dolaylı olarak meşrulaştırdığına işaret ediyor, çünkü cezasızlık, linç şiddetini yalnızca teşvik etmekle kalmaz, aynı zamanda bu şiddeti kontrol edilebilir ve yönetilebilir bir araç haline de getirir. Bununla birlikte unutmamak gerekir ki bu araştırma en nihayetinde bir temsilin analizi —yani medyada temsil edilmesi kişiler ve kurumlarca uygun görülmüş olan haberlerin bir toplamıdır. Bu açıdan, her istatistik gibi bu istatistik de bize ancak genel bir fikir sağlar.
Yine de bu istatistiki çalışmadan çıkan bir diğer ilginç genel fikir –ki bence burası en can alıcı noktalarından biri haline geldi tüm çalışmanın– linç olaylarıyla ilgili yüzdeler. Mesela, linçlenen gruplar arasında yüzde 37-38 ile en üst sırada cinsel tacizciler, cinsel saldırıda bulunanlar ve tecavüzcüler bulunuyor. Bunların arasında neredeyse yarısı, çocukları içeren cinsel suçlarla (çocuk taciziyle) suçlanan kişilerin linç edilmesi —neredeyse 208 vaka. Ama tespit edemediğimiz bir oranda da –tecavüzcülerin değil de– tacizcilerin bir kısmının özellikle çocuğa taciz konusunda yanlış anlaşıldığı (!) gibi bilgiler mevcut. Etnik ve siyasi kimlik, yüzde 22 ile en çok linç uygulanan kesimlerde ikinci sırada.
Ve üçüncü: Kadına karşı linç. Bugüne kadar kadına karşı şiddet konuştuk ve konuşmaya haklı olarak devam ediyoruz; ama bu şiddet diyaloğuna acilen, hem de farklı bir kategori olarak eklememiz gereken bir şey var: Kadına karşı linç! Linç olaylarının neredeyse yarısına yakın bir oranı, kadınlara karşı girişilen linçler olarak tespit edildi. Linç çalışmalarında hiç bahsedilmeyen bir grup, bir motivasyondan bahsediyoruz. Kadına karşı linçlerin belli nedenleri var tespit edebildiğimiz. Bunlar arasında kocasını aldatma, ailenin istemediği biriyle kaçma, üçüncüsü kamusal olarak uygun görülmeyen davranışlar bulunuyor. Bu uygun görülmeyen davranışlarının arasında mesela Ramazan’da oruç tutmamak gibi jenerik hale gelmiş saldırı motivasyonları da var, “iki kadının aynı evde fahişelik yapıyormuş gibi yaşaması” gibi tam nedeni anlaşılamayan linçler de bulunuyor. Aynı zamanda tabii ki politik ve etnik motivasyonlar da var. Çıplaklık, ahlaksızlık, uygunsuz davranış olduğu kadar, toplum içinde çok yüksek sesle gülmek ya da konuşmak, kamusal alanda sigara ve içki içmek ya da beklenenin dışında açık giyinmek, çocuklarını ihmal etmek, çocuklarını fiziksel olarak istismar etmek ya da şiddet göstermek, başkalarının çocuklarını tartaklamak gibi nedenler de var. Kadının bu kadar hızlı ötekileştirilmesi ve bu ötekileşmenin bu kadar hızlıca toplu bir şiddete dönüşmesi dikkate değer bir nokta.
Türkiye’de bu çalışmanın sonucunda ulaştığımız sonuçları, daha önce anlattığım teorik perspektife yerleştirdiğimizde bu analiz, Türkiye’de linç olaylarının nasıl sistematikleştiğini ve ideolojik olarak nasıl kullanıldığını daha geniş bir bağlamda gösteriyor. Modernleşme süreçleri, milliyetçilik söylemleri ve toplumsal normlar, özellikle devletin ötekileştirilen gruplar üzerindeki kontrol mekanizmalarını pekiştiren araçlar olarak linç pratiklerini görünür kılmıştır. Linçin etnik, dini, politik ve toplumsal kimlikler üzerinde yoğunlaşması, bu şiddet biçiminin tesadüfi olmadığını; aksine devletin ideolojik sınırlarını çizdiği ve toplumsal düzeni yeniden ürettiği bir alan haline geldiğini gösterir.
Bu bağlamda, Türkiye’de linç pratiklerini anlamak, yalnızca bireysel ve kitlesel şiddetin dinamiklerini değil, aynı zamanda devletin bu süreçlerdeki rolünü ve temsiliyetini de sorgulamayı gerektirir. Türkiye’de linç araştırmalarının ortaya koyduğu bulgular, devletin şiddeti araçsallaştırma biçimlerini ve aynı zamanda toplumsal marjların nasıl devlet politikaları tarafından yeniden üretildiğini de gösteriyor. Bu veriler, linçin yalnızca bir “devletin müdahale edemediği” boşluklar değil, doğrudan ya da dolaylı olarak devlet tarafından yönetilen bir strateji olduğunu bir kez daha hatırlatır.
Dosya
Bu dosyada Mesut Varlık’la birlikte, Türkiye’de linç olgusunu hem teorik hem de ampirik bir çerçevede ele alan geniş kapsamlı bir giriş sunmayı amaçladık. Yukarıda detaylandırdığım araştırma bulguları, linçin sadece toplumsal bir şiddet biçimi olmadığını; aksine devletin otoritesini yeniden tesis etme, sınırlarını tanımlama ve meşruiyetini pekiştirme sürecinin bir parçası olarak stratejik biçimde kullanıldığını gösterir nitelikte. Dosyada yer alan makaleler ve söyleşiler, linçin tarihsel, politik, kültürel ve hukuki boyutlarını inceleyerek, bu olgunun Türkiye’de nasıl sistematikleştiğine, ötekileştirilmiş gruplara yöneldiğine ve cezasızlık mekanizması üzerinden nasıl meşrulaştırıldığına da ışık tutuyor aynı zamanda. Dolayısıyla bu dosyada, Türkiye’de linçin hem devlet pratiği hem de toplumsal dinamikler açısından nasıl bir “performans” alanı haline geldiğini derinlemesine analiz ederek, mevcut politik ve toplumsal yapıların eleştirisini yapmayı hedefledik.
Bu dosyamız aslında bir kitap olacaktı; Gerda Henkel Stiftung’un bana açtığı araştırma alanının devamı olarak, işin uzmanlarından analiz, kelâm ve içgörü toplamak ve derli toplu bir linç derlemesi çıkarmak istemiştim. Daha sonra Mesut Varlık’ın da dahil olduğu bu süreçte iki yıl çok zorlandık: Bir kitabın başına neler gelebilirse hepsi geldi —seçimler, yazıların hiç gelmemesi, yayınevinin cayması da dahil. En sonunda, artık ta en baştan yazılarını bir gün aksatmadan yazıp göndermiş yazarlara da danışarak, bu dosyayı yapmaya karar verdik ve P24 bu konuda destek oldu —çok teşekkürler. Bize açılan bu dosya alanında önümüzdeki birkaç gün, her gün bir yazı ya da söyleşi yayınlayacağız.
Dosyaya Göksun Gökçe Göndermez’in “Linç ve Hukuk: Linç Bir Suç Olarak Düzenlenebilir mi?” yazısıyla başlıyoruz. Linç kavramının tarihsel bağlamı ve hukuki boyutları üzerine yaptığı analizde Göndermez, linç eyleminin belki de toplumsal şiddetin en ilkel biçimlerinden biri olduğunu söylüyor. Fiziksel linçte, özellikle hukuk perspektifinden baktığımızda, üç temel unsur vardır, der: Kalabalık bir grup, grubun hedefindeki tek kişi ve bu kişiye toplu olarak uygulanan şiddet. Türk Ceza Kanunu’nda linç özel bir suç olarak tanımlanmaz, ve bu linç katılımcılarının doğrudan bu suçtan yargılanması mümkün değildir. Bunun yerine, linçin ölümle sonuçlanması durumunda “öldürme” suçu üzerinden yargılamaların yapıldığını, ancak bu süreçte bireysel sorumluluğun tespit edilmesinde ciddi sorunlar yaşandığını ve mevcut ceza hukuku sisteminin linç gibi kitlesel şiddet olaylarına uygun bir çözüm sunamadığını da anlatıyor. Linçin genellikle devletin “ötekisi” olarak gördüğü gruplara yöneldiğini ve bu nedenle devletin bu tür olaylara çoğu zaman toleranslı yaklaştığını anlatıyor. Sivas Katliamı, 6-7 Eylül olayları ve Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırılar gibi örnekler üzerinden devletin kitlesel şiddete karşı pasif tutumunu eleştiriyor.
Sonraki yazı, Işıl Kurnaz’ın “Gölgeler Linç Edilebilir Mi? İç Yüzünden Linç Yüzüne Anti-Trans Şiddet” başlıklı yazısı. Kurnaz, trans bireylerin maruz kaldığı şiddeti “linç” çerçevesinde ele alarak, bu şiddetin sadece nefret suçu veya nefret söylemiyle açıklanamayacak kadar yapısal ve sistematik bir karakter taşıdığını savunuyor. Transların, toplumdaki ötekileştirilmiş konumları nedeniyle hem mağdur hem de fail olarak konumlandırıldığını vurguluyor. Bu durumun, trans bireylerin yaşam hakkı ihlallerini sıradanlaştırarak, devletin pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediği bir linç kültürünü beslediğini ifade ediyor. Ayrıca Kurnaz, translara karşı işlenen suçların ideolojik, politik ve eylemsel bir trifecta ile işlediğini; devletin, toplumun ve bireylerin bu sistematik yapıdaki sorumluluğunu tartışıyor. Bu çerçevede, trans bireylere yönelik şiddetin yalnızca bireysel değil, toplumsal ve kamusal bir linç kültürü olarak ele alınması gerektiğini belirtiyor.
Cafer Solgun’un yazısı, biraz önce anlattığım marjlarla çok yakından ilgili aslında —yurttaş olmak ve olmamak, olabilmek ve olamamak ile: “Katl-i vacip Aleviler ‘yurttaş’ olmak istiyor”. Bu yazı, Türkiye’deki önemli marjlardan birine odaklanıyor: Türkiye’deki Alevilerin tarihsel, toplumsal ve politik bağlamda yaşadığı ayrımcılık, baskı ve hak ihlallerini ele alıyor. Solgun, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar uzanan süreçte Alevilere yönelik uygulanan şiddet, asimilasyon ve dışlama politikalarının, onları inançlarını gizlemeye ve ayrımcılık karşısında hayatta kalmaya zorladığını vurguluyor. Cumhuriyet döneminde Aleviliğin yasaklanması ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların Sünniliği merkeze alan yapılarının, Alevilerin sistematik şekilde yok sayılmasına hizmet ettiğini savunuyor. Yazıda, Dersim, Maraş ve Madımak gibi katliamlar, Alevilere yönelik ayrımcılığın tarihsel sürekliliğini ve toplumsal eşitlik taleplerinin karşılanmadığını açıkça ortaya koyuyor. Solgun, Alevilerin “eşit yurttaşlık” taleplerinin, din ve inanç özgürlüğü ile toplumsal zihniyet dönüşümüne dayanan kapsamlı bir reform gerektirdiğini ifade ediyor —ki linçler de, bu reform gerekliliğinin hem bir aynası, hem de sonucu.
Sivas-Madımak Olayı’nın Türkiye linç tarihi ve kültürü açısından yadsınamaz bir önemi olmakla birlikte, şimdiye kadar söylenmiş şeylerin ötesinde bir bakışı Eray Çaylı’nın yazısında görüyoruz. Çaylı’nın yazısı, Sivas Katliamı’nın mekânsal ve görsel tanıklık bağlamındaki önemini tartışır. Yazı, katliamın hafızasını şekillendiren unsurları şehitlik, tanıklık ve utanç kavramları etrafında ele alırken, televizyon yayınları gibi görsel temsillerin tanıklık deneyimini nasıl etkilediğine odaklanır. Çaylı, katliam mahallinin hafızayı dönüştürme gücüne dikkat çekerken, bu mekânın Osmanlı döneminden Ermeni Soykırımı’na uzanan şiddet tarihleriyle kesiştiğini vurgular. Ayrıca, tanıklık kavramını sadece fail ve mağdur ikiliğiyle sınırlamayıp, bireylerin etik ve tarihsel sorumluluklarını da içeren bir özdüşünümsellik olarak ele alır. Katliam mahallinde bir “utanç müzesi” oluşturulması talebini, toplumsal hafızayı yeniden yapılandırmanın ve şiddetin tarihsizleştirici etkilerini sorgulamanın bir aracı olarak değerlendirir.
Son olarak, biraz önce bahsettiğim çalışmamın sonuçlarını daha detaylı anlatacağım bir yazı paylaşacağız. Bu tartışmada, yazının başında bahsettiğim teorik çerçeveyi ampirik bulgularla destekleyerek, devlet-kitle-mağdur ilişkisinin Türkiye özelinde nasıl bir form aldığını açıklamayı amaçlıyorum.
Emeği geçen, fikrini ve kalemini ortaya koyan herkese, bu alanı açtığı için P24’e, bu dosyayı size ulaştıran Mehtap Gürbüz’e ve en çok da Mesut’a teşekkür ediyorum.
İyi okumalar.