Linç Dosyası 2: “Katl-i vacip” Aleviler “yurttaş” Olmak İstiyor
Egemen İslam anlayışı ve uygulamalarının tanımadığı, üzerine baskı kurarak yok etmeye, asimile etmeye, değiştirmeye çalıştığı bir inanca mensup olunca, inancınızı koruma ve yaşatma çabalarınız, kaçınılmaz olarak sizi çevreleyen egemen çoğunluğa ve onları esas alan politikalara ve uygulamalara karşı bir hayat-memat anlamı ifade eder
26.12.2024
Türkiye’nin tarihi temelleri de bulunan köklü toplumsal meseleleriyle ilgili anlayış ve bakış açısı bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek yüzeysel olan çok sayıda kişi, Aleviler ve sorunları söz konusu olduğunda, “Eskiden Alevi mi vardı?” diye söylenirler. Genellikle aynı özelliklere sahip kişilerin Kürt sorunuyla ilgili olarak da benzer bir tepkileri olduğunu biliyoruz: “Eskiden Kürt sorunu mu vardı?”
Denilebilir ki bu bakış açısı, devlet merkezli sistematik manipülasyonların sebep olduğu, rahatlıkla “alıklaşma” olarak da okunabilecek bir körleşme, duyarsızlaşma, kendine, çevresine, ülke meselelerine yabancılaşma durumu oluyor.
Buna göre, “Hepimiz Türküz. Türkiye Türklerindir. Hepimiz Müslümanız/Sünniyiz, din kardeşiyiz.” Buna uzun süre “Hepimiz Atatürkçüyüz” klişesinin eşlik ettiğini de biliyoruz. [1]
Alevi yurttaşların öncesi de olmakla beraber son 25-30 yıldır “eşit yurttaşlık” istemleriyle birlikte daha görünür hale gelmelerine bakıp “Eskiden Alevi mi vardı?” şeklinde hayıflanan yurttaşlar, genellikle bu ve benzer meselelerin “dış güçlerin Türkiye’yi bölüp parçalama” oyunlarının bir parçası olduğu kanısındadırlar. Oysa sorun, tümüyle “içeriden” kaynaklanan ve sonuçlarını bütün ülkenin yaşadığı bir sorundur.
Sorunun öncelikle “düzeltilmesi” gereken boyutu şudur: Sorun “eskiden” de vardı. Sonradan daha “görünür” hale gelmesi, önceden böyle bir sorun yoktu demek değil. Bir farktan söz edilecekse eğer, o da Alevilerin inançlarını gizleme, saklama konusunda “önceden” daha hassas davrandıkları gerçeğidir. Kuşkusuz ki bu, durup dururken değil, can kaygısıyla ya da bir başka ifadeyle yaşamak kaygısıyla gösterdikleri bir davranış idi ve aslına bakarsanız, birçok yerde halen de öyledir.
Ramazan orucu başladığında, Alevilerin oruç tutmadığını fark edemezdiniz. Çünkü onlar da gündelik hayat içerisinde “oruçlu” imiş gibi davranıyorlardı. Sahur vaktinde ışıklarını açıyorlar, iftar davetlerine katılmakla kalmıyor kendileri de iftar davetleri düzenliyorlardı… Okula yolladıkları çocuklarını sıkı sıkı “Aman Alevi olduğumuzu kimseler bilmesin, ağzından kaçırmayasın” diye tembihliyorlardı. Zorunlu olmadan önce de çocukları din dersine katılıyor ve kendilerine öğretilen Sünni dini ritüelleri herkesten daha fazla yerine getirir gibi davranıyorlardı…
Bir insanın inanç ve ibadetinin “farklı” olması nedeniyle kendi ülkesinde yaşamını can kaygısı endişesi ile sürdürmek zorunda kalması, inanç ve ibadetini gizleyerek yaşamak zorunda kalması, çocuklarını çevrelendikleri topluma karşı “dikkatli ol” uyarısıyla büyütmek zorunda kalması, en hafif deyişle çok açık, bariz ve insan olan için tüyler ürpertici bir ayrımcılık değilse, nedir?
Üstelik de, “Eskiden Alevi mi vardı?” düşüncesini dillendirenleri daha da şaşırtmak pahasına belirtmek gerekir ki, bu ayrımcılığın uzun ve acılı bir tarihsel evveliyatı var. Bu, sorunu daha da ağırlaştıran bir olgu. Bu nedenle ana hatlarıyla da olsa değinmek gereği var.
Sorunun tarihsel bağlamı
Bilindiği üzere Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e bağlılık, 12 İmam, Kerbela, Alevi inancının temel referanslarıdır. İslam’ı güç, iktidar, zenginlik arayışlarının bir “aracı” haline getirenlerin Ehl-i Beyt’e haksızlık yaptığına inanırlar. Öncesi olmakla beraber Aleviliği şekillendiren sürecin temeli Kerbela’da atılmıştır denilebilir. Alevi inancı daha çok Anadolu ve Yukarı Mezopotamya coğrafyasında yaşayan halkların rağbet ettiği bir inanç olurken, Fars ve Azeri halkları ile bazı Arap toplulukları da Şia mezhebini benimseyerek “Emevi İslamı” olarak adlandırdıkları egemen İslam anlayış ve uygulamalarından uzaklaşan bir yola girmişlerdir. [2]
Anadolu halklarının Aleviliği benimsemelerinin, egemen İslam’a (Emevi İslamı) karşı bir direniş biçimi olduğu da söylenebilir.
Egemen İslam anlayışı ve uygulamalarının tanımadığı, üzerine baskı kurarak yok etmeye, asimile etmeye, değiştirmeye çalıştığı bir inanca mensup olunca, inancınızı koruma ve yaşatma çabalarınız, kaçınılmaz olarak sizi çevreleyen egemen çoğunluğa ve onları esas alan politikalara ve uygulamalara karşı bir hayat-memat anlamı ifade eder.
Alevilik, beraberinde Bektaşilik ile birlikte geçmişte Anadolu coğrafyasında günümüzdeki tablonun aksine baskın bir inanç sistemi idi. Bu realitenin “başkalaşıma” uğratılması, 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in halifeliği Abbasilerden almasıyla sonuçlanan süreçle birlikte gerçekleştirilmiştir. Safevilerle savaşa girmeden önce Şah İsmail taraftarı oldukları gerekçesiyle Anadolu coğrafyasında tam bir Alevi-Kızılbaş kırımı yaşanmıştır. Baskı, katliam ve asimilasyon politikaları, Halifeliğin Abbasilerinden alınması ve Sünniliğin Osmanlının “resmi dini” haline getirilmesiyle birlikte sistematik bir nitelik kazanmıştır.
İstanbul’da 3. Köprüye eleştiri ve uyarılara rağmen övünçle ismi verilen Yavuz Sultan Selim, Osmanlı arşivlerinde verilen sayıya göre 40 bin Aleviyi kılıçtan geçiren padişahtır.[3]
Osmanlı arşivlerinde adı, “Kılıcından Kızılbaş kanı damlayan padişah” olarak zikredilmektedir. [4]
Alevilerin uzun süredir “ecdadımız” övgü ve güzellemelerine konu edilen Osmanlı’dan hazzetmeyişleri, kuşkusuz tarihsel hafızalarına yer etmiş bu kanlı, acılı tarih nedeniyledir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Şeyhülislamı Ebusuud’un Alevi-Kızılbaşlar için fetvaları, Osmanlı döneminin Aleviler için ne anlam ifade ettiğini bütün açıklığıyla ortaya koyması bakımından önemlidir. Ebusuud fetvalarında özetle, Alevi-Kızılbaşları “topluca yeryüzünden silmek” gerektiğini söylerken Alevi öldürürken ölenlerin “cennetlik şehit” olacaklarını müjdelemekte (!), Alevilerin kadınları da dahil her şeylerine “ganimet” olarak el konulmasının gayet “caiz” olduğunu savunmaktadır.[5]
Cumhuriyet de Aleviliği yasakladı
Osmanlı devletinin yıkıntıları üzerinde adı “cumhuriyet” konan yeni bir devletin inşasını, Aleviler, başka sebepler bir yana, kendilerini tanımayan halifelik ve saltanatın kaldırılması nedeniyle, deyim yerindeyse, coşkuyla karşılamış, desteklemişlerdir. Devletin bütün din ve inançlara eşit mesafede duran laik bir devlet olması, bunu bir “anayasal form” olarak da kabul etmesi (1937) Alevilerin acılı tarihlerinde yeni bir dönemeç noktası olabilirdi. Ama olmadı.
Çünkü yeniden yapılandırılan devlet, bu dönemde de ülkedeki bütün din ve inanç gruplarına eşit mesafede duran bir anlayışı benimsememiştir. Lozan Anlaşması ile azınlık statüsünde hakları ayrıca tanınan “gayrimüslim” yurttaşlar dışındaki tüm halkların Sünni-Hanefi mezhebine mensup olduklarının varsayılması ve 1925 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın faaliyetlerini bu varsayım doğrultusunda yürütmesi, bu gerçekliğin en başta gelen kanıtı olarak günümüze değin güncelliğinden bir şey yitirmiş değildir.
Alevilerin yüz yıllardır zor şartlarda ülkenin kırsal kesimlerinde inanç ve ibadetlerini gizli saklı yaşamaya çalışırken cumhuriyetle birlikte “özgürleştikleri” söylenir. Bu, özellikle Alevi toplumuna dışarıdan empoze edilen bir yanılgı ve yanılsamadır; gerçeklikle alakası yoktur.
Yıllardır bu “yanlış” ve “yanılgılı” çarpıtmaya ayna tutmaya çalışıyorum; sayısını bilmediğim makaleler yazdım, panellerde, konferanslarda, toplantılarda, TV programlarında konuştum, haberler, yazı dizileri hazırladım, kitaplar yazdım. Ama hâlâ yukarıda bir cümle içerisinde özetlediğim bu yanılgılı durum, biliyorum ki hükmünü sürdürmeye devam ediyor. Hem toplumda hem Aleviler nezdinde; dahası “aydın,” “gazeteci,” “yazar,” “akademisyen” sıfatlı birçok kişi de bu yanılgıyı bilerek ya da bilmeyerek paylaşıyor, hükmünü sürdürmesine katkıda bulunuyor. Ne dediğini, ne yazdığını ya da yazdığının ne anlama geldiğini bilmesi gereken insanlar dahi bu yanılgıyı paylaşıyor ve yeniden üretiyorlarsa, sokaktaki insanın meseleyi yanlış bilmesine de şaşırmamak gerekiyor…
Hemen belirtmeliyim, bu gerçeği sadece ben görüyor, biliyor değilim. Bence konuyla ilgili olan herkes biliyor. Ama şu ya da bu nedenle böylesi “netameli” bir konu üzerinde durmak, gerçeği yüksek sesle dillendirmek, deyim yerindeyse işlerine gelmiyor. Siyasetçi, siyasi hesaplar yaptığı için; yazar-çizer erbabı başını ağrıtmamak için; üniversiteler resmî ideoloji mantığı ile sakatlandıkları için, velhasıl nedenler, gerekçeler muhtelif, ama hepsi de özünde, resmî ideoloji yalanlarından en belli başlı olanlarından birini oluşturan bu konuyla ilgili gerçeği görmekten ya da gördüğünü, bildiğini yüksek sesle dillendirmekten imtina ediyor.
Cumhuriyet de Aleviliği yasakladı; bu ne zorlama bir yorum ne de öznel bir çıkarsamadır, gerçeğin ta kendisidir. Olguların ortaya koyduğu gerçeğin adıdır.
“İrtica” deyince daha çok Alevilerin “hassas” oldukları bir damara basılmış olduğu düşünülüyor. Ama cumhuriyeti kuranların gözünde Aleviler (de) bu kavram ve kategori içerisinde görülüyor, değerlendiriyorlardı. Belgeleri, kanıtları var.
1 Kasım 1922’de Saltanat lağvedildi. Tartışılmasının yeri burası değil ama bu adımın atılmasının mantığı, Anadolu’yu da kapsayacak şekilde bölgeyi yeniden “dizayn” etme çabasındaki egemen devletlerin yegane muhatap olarak Ankara hükümetini tanımalarını sağlamaktı. “Saltanat” zaten değil ülkeyi, kendisini dahi temsil etmekten aciz durumdaydı. Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. 1924 Anayasası’nda “Türkiye Devletinin dini İslam’dır,” denildi. 5 Şubat 1937’de 3115 sayılı Kanun kapsamında gerçekleştirilen değişiklik sonucunda laiklik bir anayasa ilkesi haline getirildi. 3 Mart 1924 tarihli, “Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye’nin Türkiye Cumhuriyeti Memalik-i Hariciyesine Çıkarılmasına Dair Kanun” ile birlikte hilafet kaldırıldı. Aynı tarihte, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti (Bakanlığı), yani Şeyhülislam kurumu kaldırıldı, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılmasıyla bu bakanlığa bağlı okul ve medreseler de kaldırıldı. Aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti de kaldırıldı, yerine bugünkü Genelkurmay Başkanlığı kuruldu. Tevhid-i Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmişti.
“Şeyhülislamlık” kaldırıldı; ama yerine 429 sayılı kanun ile İslam’ın Hanefi yorumunu esas alan faaliyetler yürütmek üzere bir Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Aynı günlerde (18 Mart 1924) kabul edilen Köy Kanunu ile devletin inancının “Sünnilik” olarak tayin edilmesine uygun olarak köyün temel dinî müştemilatının “cami” olduğuna karar verildi. Bu kanunun en ilginç özelliği, köy imamlarının “Türk ve İslam tarihini bilmek” şartı ile yükümlendirilmesiydi. Zira geliştirilmek istenen “Türkçü” bir İslamiyet’ti. Bir devlet kurumu olarak Diyanet’in temel misyonu, Türkçü, devletçi, tuhaf bir Müslümanlık şekillendirmek, Müslüman halkı kontrol altında tutabilmekti.
30 Kasım 1925’te “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar İle Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” kabul edildi ve Aleviliğin yasaklanmasıyla ilgili süreç, bu kanunla beraber tamamlanmış oldu. Kanunla yüzlerce yıllık evveliyatı bulunan Alevi tekke ve dergâhları kapatıldı, buralardaki maddi ve manevi değerlere el konuldu. “Şeyh, seyit, dede, pir, derviş, mürid, mürşit, çelebi, baba” gibi Alevi inancında hayati önemi bulunan dinsel unvanlar yasaklandı. Bilindiği üzere bu unvanların sahipleri, daha çok sözlü kültürle kendisini gelecek kuşaklara taşıyan Aleviliğin yaşamasında birinci derecede önem ve sorumluluk taşımaktadırlar. Aleviliğin ocaklar temelinde “mürşit-dede-talip” ekseninde yaşanan bir inanç ve ibadet biçimi olduğu dikkate alınacak olursa, “dede” veya “pir” olmanın yasaklanmasının, doğrudan Aleviliğin yasaklanması demek olduğu açıklıkla anlaşılacaktır. Alevi inanç rehberleri, bu yasa ile birlikte “falcı, üfürükçü, büyücü” türü sahtekârlıklarla aynı kefe içerisinde değerlendirildi. Aleviliğe özgü giyim-kuşam şekilleri de yasaklandı. Yasaklara uymayanlara hapis ve para cezaları getirildi.
Yasakların yanı sıra, basın ve diğer ideolojik eğitim ve manipülasyon aygıtları da devreye sokuldu. Devlet, Aleviliği yasaklamakla kalmadı, toplumda Alevilerin aşağılanmasına, izole edilmesine, hakarete uğramasına, “yeraltına” inmesine öncülük etti. Tam bir “seferberlik” ruhuyla, Aleviliği de kapsayacak biçimde toplumun inançlarına, değer yargılarına karşı deyim yerindeyse resmen sistemli bir taarruza geçildi.
Bu “seferberlik ruhu” kapsamında yazılan makaleler, kitaplar, romanlar, Osmanlı dönemindeki Aleviler aleyhine verilen Şeyhülislam fetvalarına rahmet okutacak niteliktedir. Aslında bir bütün olarak toplumun inançlarına karşı taarruza geçilmişti ama bu saldırıdan en çok etkilenen ve zarar görenler Aleviler oldu. İnsanların dinî inançlarının yürürlüğe koydukları “medeniyet” projesinin önündeki en büyük engel olduğunu düşünüyorlardı; ama dini tamamen yasaklamaya cüret edememişler, onu Diyanet aracılığıyla kontrol altına almayı hesaplamışlardı. Aleviler ise zaten “mağdur” bir kesimdi, kendini savunacak gücü, mecali yoktu ve kendi içinde parçalıydı. Bu nedenle onların gözlerinin yaşına bakan, aldırış eden olmadı…
Aleviliğin, geliştirilmek istenen “medeniyet” projesinde hiçbir yeri yoktu. Tasfiye edilecekti. İnanacaklarsa Sünni-Hanefi olacaklardı. Sünni-Hanefi inancına sahip olanlar ise, öncelikle devlete biat etmesini bileceklerdi. Devlet için yaşayacaklar, devletin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutacaklardı. Aslında hedeflenen, bir bütün olarak yasaklanmaya cesaret edilemeyen dinin yerini, zaman içerisinde, bir CHP’li milletvekilinin dayanamayıp açıkça dile getirdiği üzere, “milli bir din” olarak Kemalizm’in almasıydı. Devletin adının sürekli olarak “yüce,” “ulu,” “kutsal” türü sıfatlarla birlikte zikredilmesi, biraz da bu nedenledir.
Aleviliğin yasaklanmasına paralel olarak düğmesine basılan dönemin gazetelerinde Alevilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik üzerine çok sayıda karalayıcı mahiyette yazılar, yazı dizileri yayımlandı.
Örneğin, Büyük Gazete isimli bir gazetenin 1926 yılında konuyla ilgili yayınladığı yazılar okurlarına şu şekilde duyurulmaktaydı: “Aziz kariler… Bu yazıları nefretle, istikrahla satır satır okuyunuz ve bizi yıllarca, asırlarca medeniyetten geri bırakan bu yuvaları lânetle yad ediniz ve Büyük Gazi’nin (M. Kemal) işaret ettiği büyük medeniyet hedefine süratle ilerleyiniz.” [6]
Dönemin Cumhuriyet gazetesinin haftalık eki “Haftada Bir Gün” adlı yayında, muhtemelen takma isimli birinin imzasıyla (Zafer Sihmu), 1927 yılında “Dersim Kızılbaşları” başlığıyla 8 bölüm halinde yayınlanan yazı dizisi, örneklerden sadece bir diğeridir. Bu yazı dizisinin tamamında Alevi-Kızılbaşlar, Dersimliler aşağılanmakta, “mahlûk” olarak adlandırılmakta, inanç rehberleri için ise adeta hakarette sınır ve ölçü tanınmamaktadır.
Gazetenin, “Senelerce Dersim Havalisinde Tedkikat Yapan Bir Muharrir Kızılbaşlar’ın Bütün Esrarını Anlatıyor” sözcükleriyle duyurduğu yazı dizisinde, gazetecilikten çok istihbaratçı olduğu anlaşılan kişinin “beyaz adam” dili dikkat çekicidir. Dersimlilere ve Alevilere yönelik taşıdığı kin ve nefret duygularını hiçbir şekilde kontrol etme gereği dahi duymamıştır. Mesela Dersim seyidlerini şöyle tasvir ediyor:
“Bir seyidin manzarası kadar korkunç, iğrenç bir şey tasavvur eylemek için bizzat seyidi görmelidir. Babalarını istihlaf eden bu gulyabaniler ahaliye karşı mafevkelbeser bir kuvveti haiz görünmek için kılık ve kıyafetlerini, şekil ve hallerini öyle bozmuşlardır ki… (…) Seyidi bu galebelik libası altında tetkik eyleyebilirsiniz. Çünkü yanına yaklaşmaya imkân yoktur… O kadar pis kokar ve kokusu o kadar boğucudur ki yaklaşanlar adeta tesemmüm etmiş gibi mide bulantısına uğrarlar.” [7]
1927 yılında Peyami Safa’nın “Server Bedii” takma adıyla yayımladığı romanının adı, “Bektaşiler Arasında Bir Genç Kızın Hatıratı”dır. Yazarın romanı okura şu cümlelerle sunulmaktadır: “Son derece meraklı, heyecanlı, bâkir bir kızın sergüzeştidir. Server Bedii Beyin ince ve hassas kalemiyle yazılmış, okuyanları hayretlere ilka edecek derecede zevk ve heyecan verir. Bu eser Bektaşiliğin bütün gizli âdetlerini, merasimlerini, âyinlerini dosdoğru ve apaçık tasvir eden hakiki milli büyük bir hikâyedir.” [8]
Alevilerle ilgili birbirinden alçakça, rezil ve iğrenç “cinsel sapkınlık” hurafelerinin yer aldığı “edebiyat” eserleri içerisinde Yakup Kadri’nin Nur Baba, Refik Halid Karay’ın Kadınlar Tekkesi, Reşad Nuri Güntekin’in Tanrı Dağı Ziyafeti adlı romanları da vardır. Bu romanlar, Milli Eğitim Bakanlığı’nın “tavsiye ettiği” kitaplar olmuş, bazıları tiyatrolarda da sahnelenmiştir.
Cumhuriyetin Tek Parti dönemlerindeki bu saldırı, aşağılama, hakaret kampanyası ile, Alevilerin toplumdan iyiden iyiye tecrit olması ve elbette ki asimile olmaları hedefleniyordu. Bu, yeterince açık olmalı. Alevi şair ve yazar Hüseyin Şimşek, bu tablodan hareketle kanımca haklı olarak, “Alevileri taşralı Sünniler değil, asıl Sünni muktedirler aşağıladı,” sonucuna varıyor. [9]
Resmî ideoloji zihniyeti ve tek parti diktatörlüğünün iyiden iyiye kurumlaştırıldığı bir dönemde, 1930 yılında, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya valiliklere gayet mühim bir genelge gönderir. Bu genelge ile Alevilerin ibadet enstrümanlarından tanbur yasaklanır!
Şükrü Kaya’nın söz konusu “gizli” ve “mühim” damgalı genelgesinin 9. maddesinde şöyle denilmektedir: “Türklüğe ve Türkçeye pay ve paye vermek, som Türklüğün ve özellikle Türkçe konuşmanın yalnız şerefli olduğunu değil, maddeten kârlı olduğunu da kendilerine doğrudan göstermek” gerekir. Genelgenin 12. maddesi ise şöyledir: “Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin de milliyet ve ırk duygularını daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı. Bu nedenle, lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek ve özellikle kötü göstermek, (…) özetle dillerini, âdetlerini ve dileklerini Türk yapmak, Türkün tarihine ve bahtına bağlamak her Türke düşen milli ve önemli bir görevdir.” [10]
Şükrü Kaya ne dediğinin gayet iyi farkındadır. Uygulamadaki asimilasyon amacını ortaya koyarken, gelenek ve göreneklerin anlam ve önemini de iyi bildiği anlaşılmaktadır. Buna göre, yürütülen Türkleştirme kampanyası önünde engel teşkil eden her türlü gelenek ve görenek “aykırıdır,” “zararlıdır,” “kötüdür” ve bunların kötülüğüne insanları razı getirmek “milli ve önemli bir görevdir.” Adı anılmaya bile değer görülmemeyen Alevilik, ya hakim dine (Sünnilik) biat edecek ya da eriyip gidecek, yok olacaktır. Dersim 37-38 ile Alevilerin önüne bir de sürgün ve katliam seçeneği konulduğunu biliyoruz…
Bilindiği üzere, Şarkışlalı Âşık Veysel ünlü ve aynı zamanda yaşamı boyunca sistemle ters düşmemeye büyük özen göstermiş bir ozandır. Yaşar Kemal’in 1960’lı yılların başlarında Ant dergisinde yayımlanan anlatımı, saz yasağının sistemle barışık olmaya özen gösteren ozanlar için de katı bir şekilde uygulandığını ortaya koyuyor. Yaşar Kemal’in Âşık Veysel’in ağzından konuyla ilgili anlatımı şöyle:
“Bir zamanlar sazımla Sivas’a inemez olmuştum. Bir polis, bir jandarma sazımı görmesin; hemen elimden alıyor, doğru fırına atıyorlardı. O zamanlar Sivas’ta niçin Âşık Veysel’in sazını alırlar da yakarlardı? Şükrü Kaya’nın Dâhiliye Vekilliği sıralarındaymış. Ahmet Kutsi Tecer de tam bu sıralar Sivas’ta öğretmenmiş. Bir gün Veysel ona gelmiş. Tecer (Hani sazın?) diye sormuş. Veysel de başına gelenleri anlatmış. Ahmet Kutsi Tecer, Vali’ye gitmiş. (Vali Bey) demiş, (Bugün polisler Âşık Veysel’in sazını elinden alıp fırınlamışlar. Doğru mu bu?). Vali, (Doğru) demiş. Tecer (Neden?) diye sormuş. Vali: (Saz çalmak gericiliktir. Saz gerici bir müzik âletidir. Dâhiliye Vekâletinden böyle emir aldık.) Tecer Vali’ye, sazın öyle bir şey olmadığını dili döndüğünce anlatmaya çalışmış, olmamış. Anan yahşi, baban yahşi… Kutsi Tecer gelmiş Ankara’ya, sazın gerici bir âlet olmadığını anlatmak için akla karayı seçmiş ama anlatmış sonunda. Halk şairlerinin sazları da fırınlanmaktan kurtulmuş.” [11]
1931 yılında Jandarma Umum Komutanlığı’nın “zata mahsus” olarak hazırladığı ve 100 adet basılan Dersim adlı “gizli” rapor- kitapta da Alevi-Kızılbaş geleneklerinden aşağılayıcı bir anlayış ve üslupla bahsedilmektedir. Dersim’in niçin ve ne şekilde yok edilmesi gerektiğine ilişkin görüş ve önermelerin derlendiği rapor-kitapta, Kürt, Zaza, Türkmen Alevi kadınlara yönelik çok sayıda alçakça iftira mevcuttur. “Zaza kadını Türkmen kadınlar gibi cinsi temaslara pek düşkündür,” denilen rapor-kitapta yer alan aşağılayıcı ifade ve iftiraların özellikle kadınlarla ilgili olması dikkat çekicidir: “Haftanın bir gündüzünü sevdiği bir erkekle geçirmek Kızılbaş kadının hakkıdır, işte buna oynaş tutmak derler. Kadın ancak gündüz oynaşmaya mezundur. Gece oynaş tutamaz. Kadının bu hareketi kocasına ve Kızılbaşlarca günah sayılmaz.” [12]
Bu gelişmelerin, Cumhuriyet’in Alevileri “özgürleştirdiği” şayiasının bir “hurafe”den ibaret olduğunu açıklıkla ortaya koymaya yettiği kanısındayım. Bu şayia, sonradan, siyasi gelişmelere paralel olarak ortaya atılmış ve yayılmıştır. “Siyasi gelişmelere paralel olarak” diye belirtmemin nedeni, ilk dönemlerde durumun çok açık ve net olması nedeniyledir. Alevilik resmen yasaklanmıştır; ancak sistem, daha sonra Alevileri başka şekillerde kullanabileceğini düşünerek farklı arayışlar içerisine girmiş, başka senaryolar üretmiştir. Ama bunu yaparken de Alevileri, Aleviliği tanımama tutumunu sürdürmekten de geri durmamıştır.
İlk olarak 1949 yılında Hasan Reşit Tankut’un CHP için hazırladığı bir raporda, Alevilerin CHP’ye yakınlaştırılması gereğinden bahsedilmiştir. Fakat bunun 1970’li yıllara değin başarılamadığını biliyoruz. Yasaklı Aleviler, inanç ve ibadetlerini yıllarca “gizlice” yerine getirerek yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Memleketlerini gizlemişler, Alevi kimliklerini saklamışlar, çaresiz ve savunmasız oldukları için yıllarca Alevi kimlikleri ile hayatın hiçbir alanında görünür olmamaya gayret etmişlerdir. Okumuşlar, üniversiteler bitirmişler, bu şekilde sistem içerisinde “bir yerlere” gelebileceklerini düşünmüşler, ancak varlıkları rejim açısından bir “kırmızı çizgi” konusu olduğu için ayrımcı uygulamalara uğramaktan kurtulamamışlardır. Örneğin yakın tarihlere kadar Alevilerin ordu, emniyet, içişleri gibi “kritik” kabul edilen devlet birimlerinde yükselebilmelerine olanak yoktu. Adı konulmamış, yazılı olmayan bir yasak duvarına çarpıyorlardı. Bu “yazılı olmayan” yasak konusunda günümüzde de değişen bir şey yoktur.
Solcu oldular, ama…
1960’lı yıllarda dünyada olduğu gibi Türkiye de sol bir rüzgârın etkisi altına girdi. Sosyalist düşüncelerle tanışan üniversiteli gençliğin asıl dinamik gücünü oluşturduğu bu sol dalga, en çok Alevileri etkiledi. Varlıkları tanınmayan, yasaklı ve “öteki” görülen bir iklim içerisinde şekillenmiş Alevi gençleri, “eşitlik, özgürlük” vaat eden devrimci görüşleri benimsemeye çoktan hazırdı.
Ne var ki içerisine girdikleri sol yapılarda da “Alevi” olamadılar. Çünkü Türkiye’de sol-sosyalist düşünce ve akımlar, istisnalar bir yana, Kemalist fikriyat ve hassasiyetler içerisinde şekillenmişti. Temel refleksleri ve hatta “devrim” yapma tarzları Kemalist zihniyetin izlerini taşıyordu. Alevilik de bütün din ve inançlar gibi “gerici” ve “feodal” idi; aşılmalı, mücadele edilmeliydi…
Alevilerin CHP’ye ilgisi, çoğu kişinin sandığı gibi “oldum olası” var olan bir ilgi değildir. 1950 seçimlerinde Alevi nüfusunun belirgin olduğu il ve ilçelerde Demokrat Parti (DP) birinci parti olmuştu, bazı yerlerde Aleviler neredeyse blok halinde DP’ye oy vermişlerdi. Bunun yegane sebebi, Tek Parti CHP’sinin diktatoryasından kurtulmaktan başka bir şey değildi.
Bülent Ecevit’in “ortanın solu” adını verdiği yeni bir politik konsept ile ortaya çıkıp “Milli Şef” İsmet İnönü’yü CHP Genel Başkanı koltuğundan etmesinin ardındandır ki Aleviler kitlesel olarak CHP’ye destek vermeye başlamışlardır. Alevilerin desteklediği CHP, “Halkçı Ecevit,” “Hakça Düzen” gibi en genel manasında “sol” sloganlarla kamuoyu önüne çıkan CHP’dir. 90’lı yıllarda Deniz Baykal dönemiyle birlikte statükonun yılmaz savunucusu rolüyle aslına rücu eden CHP değil. Bu durum, Alevilerin CHP ve Kemalizm’le sorunlu ilişkilerini doğru anlamak bakımından üzerinden kolayca atlanamayacak bir önem taşımaktadır.[13]
Diyanet’e göre Aleviler…
Diyanet İşleri Başkanlığı da bu “seferberlik” döneminde, “vazife” ifa etmekteydi elbette ve günümüze değin de köprülerin altından çok su akmış olmasına karşın bu “vazifeyi” ilk günkü hassasiyetle sürdürdüğünü belirtebiliriz. Birkaç örnek üzerinde durmakta yarar var.
Diyanet tarafından hazırlanan veya çeviri olarak yayınlanan birçok kitapta Aleviler, “dinsiz” veya “sapkın mezhep” olmakla itham edilmiştir. Bu kaynaklardan beslenen Diyanet görevlilerinin çalışma yerlerinde cemaatlerine Alevilerle ilgili ne tür mesajlar verdiklerini tahmin etmek ise, zor olmasa gerektir.
1948’de Diyanet yayını olarak basılan “Batınilerin ve Karmatilerin İçyüzü” başlıklı bir kitapta, Alevilerden “Ehl-i Beyt’e muhabbet iddia eden soysuzlar” şeklinde bahsedilir. Bu nefret ve kin dolu kitaba, İslamcı çevrelerde adı büyük övgülerle anılan dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmed Hamdi Akseki bir önsöz yazmıştır ve bu önsözde Aleviler için şu ifadelere yer verilmektedir:
“Bugün de bunların bakiyeleri vardır. Irak’ta bunların adı Karamita ve Mazdekiyye’dir. Çünkü bunlar da tıpkı Sasaniler devrinde Mazdek’in ortaya attığı mal ve kadında herkesin ortak olduğunu, bunlarda temellük ve tasarruf olamayacağını da söylüyorlardı. Horasan’da bunlara Talimiye ve Melâhide denildiği gibi; Karmat’ın kardeşi olan Meymun’a nisbetle Meymuniyye de denir. Mısır’da meşhur Ubeyd’e nisbetle Ubeydiyyun, Şam’da Nusayriye, Dürzü, Tayamine adını alır. Filistin’de Bahaiye, Hint’te Behere ve İsmailiye, Yemen’de Yamiyye, Kürdistan’da Aleviyye, Türkler arasında Bektaşi ve Kızılbaş, Acemistan’da Babiye diye anılırlar.” [14]
Bu sözler, Aleviler hakkında toplumda halen süren yanlış algı ve önyargıların nerelerden “üfürüldüğünü” çok açık şekilde ortaya koyuyor olmalıdır.
Sünni camiadaki yaygın ön kabullerden biridir; “Aleviye kız verilmez, Alevi ile evlenilmez.” Alevilere karşı bu “keskin” tavrın kaynağı da Diyanet’tir ve Diyanet’in internet sitesindeki fetvalardan birinde açıkça “Alevi ile evlenilmez” denilmektedir (2016). [15]
Bu ifadelerin “Alevinin ekmeği yenmez”, “Mum söndü”, “Sapkın mezhep” gibi eski önyargılarla uyumlu olduğu açıktır. Bu önyargılar, “Aleviler Alevistan kurmak istiyor” (Mersin Müftülüğü vaizi Abdülkadir Sezgin, 2001) gibi temelsiz söylemlerle günümüze kadar canlı tutulmuştur.
Eski Diyanet İşleri Başkan yardımcısı Necati Tayyar Taş’ın “Cemevleri, cümbüşevleridir” şeklindeki sözleri Alevilerin inanç ve ibadetine doğrudan hakaret içeren “veciz” sözlerdendir (2003).
Diyanet İşleri’nin eski başkanlarından Mehmet Nuri Yılmaz’a göre Alevilik bir “kült”tür ve cemevlerinin ibadethane statüsünün tanınması, “milletimizin birliğine darbedir.” (2001) [16] Demek oluyor ki, Alevilerin inanç ve ibadetlerini tanımamak, yasaklamak, “milletimizin birliği” için gereklidir!
Diyanet İşleri’nde uzun süre Alevilikle ilgili çalışmalar yürüten ve “ülkücü” Dr. Abdülkadir Zengin’e göre ise, “Alevistan” kurmak isteyen Aleviler var: “Türkiye’den toprak talebi olan Alevi gruplar var. ‘Alevistan’ diye devlet kurmak istiyor, haritalar yayımlıyorlar. Bunlar, PKK’dan sonra Türkiye için ikinci büyük bölücü tehdit. Ama bu hallolur. Zaten tabanda problem yok. Problem entelektüel kesimde. İnanç ve ibadetler bakımından Alevi ile Sünni arasında fark yok denecek kadar az.” (2001) [17]
Diyanet’te Alevilikle ilgili “çalışmalar” yapan bir akademisyenin bu denli cehalet içindeyse, gerisini varın siz düşünün gibi bir durum söz konusudur. Çünkü adı geçen kişinin Alevilikle ilgili “görüşlerinde” elle tutulacak hiçbir şey yoktur. Özellikle “Alevistan kurmak istiyorlar” iddiasına dolaylı biçimde bile olsa “kanıt” teşkil edecek herhangi bir bulguya bugüne değin rastlanmamıştır. Acaba devletin güvenlik ve istihbarat birimleri mi yetersiz kalıyorlar yoksa bu kişi “Alevi çalışmaları” esnasında “PKK’dan sonra en büyük tehlike” dediği bu tehdidi rüyasında mı görmüştür; bilemiyoruz…
Çok sayıda Diyanet başkanı, yöneticisi, memurunun Alevilerle ilgili benzer içerikte çok sayıda açıklaması var. “Tehdit” gören de var, “zenginliğimizdir” diyen de. Ortak görüşleri, “Aleviler ibadet etmek istiyorlarsa camiye gitsinler” şeklinde öne çıkıyor. Bilindiği üzere Alevilerin cemevlerinin ibadethane statüsünün tanınması başta olmak üzere taleplerinin tanınmamasında “bilirkişi” sıfatıyla rolü ve sorumluluğu bulunan kurum da Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.[18]
Görülüyor ki devletin ve dolayısıyla Diyanet’in Alevilik ve Alevilerle ilgili görüşleri tarihi bir süreklilik ve cehaletle karışık bir çeşitlilik arz ediyor. Küfür, hakaret ve aşağılamaların “dozu”nun zaman içerisinde azalmış olması “ilerleme” sayılabilir belki ama temeldeki cehalette değişen fazla bir şey de yok.
Dersim’den Maraş’a, Çorum’a, Madımak’a, Gazi’ye…
1935 yılında adı kanunla “Tunçeli” olarak değiştirilen, öncesi bir yana 1926 yılından itibaren bir “çıban başı” olarak değerlendirilen ve “çıbanın” nasıl kesilip atılması gerektiğine ilişkin hazırlıklar yapılan Dersim için görevi bu “en mühim dahili müşküleyi halletmek” olan bir Umum Müffetişlik (de) kurulmuştu… Dersim Harekatı 1937 yılında başladı, 1938 yılı boyunca Dersim coğrafyası kana boyandı ve kırım, 1940’lı yıllara değin yer yer devam etti.
Dersim’in katline ferman verenlerin gözünde Dersim, etnik ve inançsal değerleri nedeniyle ülkenin “çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarılması” projesine uymuyordu ve madem uymuyordu, yok edilmesi gerekirdi… [19]
19 Aralık 1978 günü Maraş’ta bir süreden beri “hazırlıkları” süren katliam planı için “düğmeye” basıldı. Ökkeş Kenger isimli bir ülkücü, sağcı mesajları olan bir filmin oynatıldığı sinemaya ses bombası attı. Hemen ardından “Komünistler sinemaya bomba attı! Aleviler sinemayı bombaladı” vaveylası kopartıldı ve güvenlik güçleri gözetiminde bir hafta sürecek bir katliam başladı…
Mayıs-Temmuz 1980 tarihleri arasında bu kez Çorum’da yine adeta güvenlik güçlerinin gözetimi ve dönemin hükümetinin koruması altında Alevilere yönelik bir katliam gerçekleştirildi. Yaklaşık üç ay süren kuşatma ve katliam, TRT’de yayınlanan “Aleviler Alaattin Camiine bomba attı, ateş açtı” haberiyle cuma cemaatinin galeyana getirilmesiyle başladı. Adı geçen camiye veya herhangi bir camiye bomba atılmış, ateş açılmış değildi. Haber yalandı ve sorumluları açığa çıkarılmadı…
2 Temmuz 1993 günü bu kez Sivas’ta Madımak otelinde bir otel dolusu insan yakılarak öldürüldü. Katliamın gerekçesi, “Din elden gidiyor” idi, çünkü Aziz Nesin şehre gelmişti. Katliam yine güvenlik güçleri gözetiminde gerçekleştirildi. Otel katliamını gerçekleştiren güruh valilik binasına toplandığında devlet “devlet” olduğunu hatırladı ve kalabalığı dağıttı… [20]
12 Mart 1995 günü çoğunlukla Alevi yurttaşların yaşadığı İstanbul’un Gazi Mahallesinde, dört kahvehane ve bir pastaneye, şoförü öldürülerek aracı gaspedilmiş bir taksiden otomatik silahlarla ateş açıldı. İstanbul’un diğer semtlerine de sıçrayarak büyüyen olaylar sonucunda, provokasyonu ve güvenlik güçlerinin tutumunu protesto eden 22 kişi polis kurşunlarıyla hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı…
***
Yakın tarihimizin farklı dönemlerinden bu örneklerin çok önemli “dersleri” olsa gerektir. Alevi olmak bir çileli şeydir bu ülkede. Bazen “medeniyet projesine” uygun insanlar olmamak gerekçesiyle, bazen “darbe şartlarını olgunlaştırmak” için, bazen “laiklik” ya da “irtica” türü hassasiyetler yaratmak ya da duruma göre “devlet elden gidiyor”, “laiklik elden gidiyor”, “din elden gidiyor” türü konseptlerin zemini olsun diye, öldürülmeniz gerekir. En korkunç ve vahşi yöntemlerle hem de. Yurdunuzu, toprağınızı, tarihinizi terk etmeniz gerekir…
Her şeye rağmen hala yerinizde kaldıysanız ve yaşıyorsanız eğer, hayatın her alanında ayrımcılığa uğryacaksınız ve bunu “kaderiniz” bilmeniz gerekir…
Eşit yurttaşlık
20 yılı aşkın AKP iktidarının ikinci döneminde AKP bir “açılım” yapmaya niyetlendi. Aleviler tarihleri boyunca olmadığı kadar bu dönemde “görünür” olmuşlardı, talepleriyle meydanlara çıkmışlardı, yazıyor, çiziyor, konuşuyır ve “eşit yurttaş” olmak istiyorlardı…
“İslamcı”, “siyasal İslamcı”, “muhafazakar” olarak bilinen bir siyasi partinin iktidarında gerçekten bir Alevi açılımı yapılsaydı, bu, tarihi bir dönüm noktası olurdu. Ama AKP, bu “niyetinden” çok çabuk vazgeçti; “kutuplaşmadan” iktidar devşirmek daha “karlı” bir işti…
Neticede, 2009 yılında (Haziran) “Alevi çalıştayları” adıyla başlatılan “açılım”, yaklaşık 1,5 yılın ardından sürecin raporlaştırılmasıyla herhangi bir somut adım atılmadan sona erdirildi, “açılım” sokağa terk edildi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kesinleşerek bağlayıcı nitelik kazanan cemevlerinin ibadethane statüsünün tanınması, zorunlu din derslerinin zorunlu olmaktan çıkartılması kararları, iktidar partisi tarafından “yok” sayılıyor, uygulanmıyor. [21]Cemevlerinin –ve dedelerin- Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bir “folklorik unsur” olarak kabulüyle yetinilmesi isteniyor, bekleniyor…
Şunu da vurgulayarak belirtmek gerekir ki, Alevi meselesi bir eşit yurttaşlık reformu gerektirir, din ve inanç özgürlüğü hakkının gereği gibi tanınması ve uygulanmasını gerektirir. Ama aynı zamanda sorun, ciddi, köklü, tutarlı ve kararlı bir toplumsal yüzleşme sorunudur. Bu, belki de yasal değişikliklerden, yasal reformlardan daha önemlidir; çünkü bir toplumsal zihniyet dönüşümünü gerekli kılmaktadır…
________________________________
[1] Bu aslında tümüyle “tedavülden” kalkmış da değil, günümüzde de tuhaf biçimler alarak sürüyor: Sağcı olabilirsiniz, solcu olabilirsiniz, dinci olabilirsiniz ama önce Atatürkçü olacaksınız… Çeşitli dönemlerde yapılan değişikliklerle yamalı bohçaya dönen ancak ideolojik özüne dokunulamayan 12 Eylül darbe anayasasının başlangıç metninde, “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda; (…) Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği…” denilmektedir. Yani, devlet nezdinde “makbul vatandaş” olmak için Türk, Sünni ve mümkünse Atatürkçü olmak mecburiyeti var. Bu anayasal mecburiyete rızanız, biatınız yoksa, anayasal bir koruma beklentiniz de olmasın…
[2] Sünnilikten sonra en yaygın İslam mezhebi olan Şiilik ile Aleviliği birbirine karıştırmamak gerekir. Hz. Ali ve Ehl-i Beyti savunmak ortak referansları olmakla beraber inanç ve ibadetlerinin pratiği birbirinden çok farklıdır. Ancak İran ve Irak Kürdistanının bazı bölgelerindeki Ehl-i Hak/Kakai inancıyla Anadolu’daki Alevi-Bektaşi inanç ritüelleri arasında büyük benzerlikler olduğunu da belirtmek gerekir.
[3] “Yavuz Sultan Selim, şehzadeler gailesini iki senede bertaraf ettikten sonra İran seferine hazırlanıyordu; fakat Şah İsmail’in Anadolu’da el altından yaptığı tahrikatiyle Osmanlı idaresinde bulunan kızılbaşlar o tarafa meyletmişlerdi ve bunu şah kulu hadisesi göstermişti. Bundan dolayı Şah İsmail ile yapılacak harpte memleket içinde yer yer Alevi isyanlarıyla devletin başına büyük bir gaile çıkması durumu pek ziyade tehlikeye düşürebilirdi; bunun için Anadolu’daki beylerbeyliği ve sancakbeylerine verilen emirler üzerine bunlar araştırılarak Şah İsmail’e taraftar olan ve ayaklanmak ihtimalleri bulunanların bir defteri yapılmış bu suretle nazarratları dokunacak olan kırk bin kişi haps ve idam ettirilmiştir.” (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, c. 2, sf. 257-258)
Aynı yerde 2 No’lu dipnotta da aynı bilgi yineleniyor: “Bundan akdem padişah Anadolu’da aram eden kızılbaşları teftiş için hükkam-ı memalike hükümler gönderip yedi yaşından yetmiş yaşına varınca kızılbaş olduğu sabit olanların isimlerini deftere kayıt ile kendisine gönderilmesini emretmişti. Padişahın emri ile kırk bin kişi tevkif olunarak kimi katledilmiş ve kimisi hapis olunmuştur.”
[4] “Bundan başka kan damlayan kılıcının başı, Kızılbaş kalabalığını nice defa perişan eyledi.” (Mehmet Hemdami Çelebi, Solakzade Tarihi, c.1 s.438, Kültür Bakanlığı Yay. 1989)
[5] “Mes’ele: Kızılbaş tâifesinin şer’an kıtâli helâl olup, katl eden gâzi ve Kızılbaş tâifesinin ellerinde maktul olanlar şehid olurlar mı?
Elcevap: Olur, gazâ-i ekber ve şehâdet-i azîmedir.
Su’al-i âhar: Kıtâlleri helâl olduğu taktirce, mahzâ sultân-ı ehl-i İslâm hazretlerine bağy ve adâvet üzere olup, asker-i İslâm’a kılıç çektiği için mi olur, yâhud gayri sebebi var mıdır?
Elcevap: Hem bâgilerdir, hem vücûh-i kesîreden kâfirlerdir. (…) -M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları. Gonca Yay. İst. 2009. Sf. 161-172 (“Kızılbaşlar” başlıklı bölüm). Ayrıca bknz. Cafer Solgun, Dersim… Dersim… İst. 2010.
[6] Akt. Cafer Solgun, Gayrıresmi Cumhuriyet. İst. 2012, sf.280.
[7] Cafer Solgun, age. Sf. 280
[8] Cafer Solgun, age. Sf. 281
[9] Hüseyin Şimşek, Alevileri ‘Taşralı Sünniler’ değil asıl Sünni muktedirler aşağıladı. Alevileri Sesi, 2007, sayı 103.
[10] Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri, Özge Yay. Ank. 1993, s. 508.
[11] Akt. Ahmet Güven, Türkülerimiz. Kırkısrak Dergisi, 2008, s.2.
[12] Akt. Ali Murat İrat, Devletin Bektaşi Hırkası ve Ötekiler. Chiviyazıları Yay. İst. 2006, s. 62.
[13] Konuyla ilgili etraflı görüşlerim Alevilerin Kemalizmle İmtihanı adlı kitabımda bulunmaktadır. (İlk baskı, 2008, genişletilmiş 2. Baskı, 2011.)
[14] Diyanet yayını olarak 1948 yılında basılan bu kitaba Ahmet Hamdi Akseki’nin yazdığı önsöz, ilk defa “Rafızilik, Batınılik, Alevilik hakkında Diyanet reisi ile mülakat” başlığıyla, 1948’de İslam-Türk Ansiklopedisi Mecmuasında yayınlanmıştır. Metin “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi”nin yeni baskısına da alınmıştır; genişletilmiş 4. baskı, İstanbul, Dergah Yay., 2011. Sebil Yayınevi Diyanet’ten 55 yıl sonra 2013 yılında bu kitabı tekrar basmış. Yayınevinin kitabın arkasına düştüğü not hayli düşündürücü: “Sebil yayınevi günümüz ihanetlerini anlayıp değerlendirmede çok müessir bir kıstas olarak rol oynayabilecek böyle bir eseri yayınlamaktan şeref duyar.” Bu yayınevi ve kitap hakkında aynı yıl eski Alevi Bektaşi Dernekleri Federasyonu (ABF) başkanı Turan Eser Alevilere karşı nefret suçu işlendiğini belirterek suç duyurusunda bulunmuş, fakat sonuç alması mümkün olamamıştır.
[15] İlgili haber: Diyanet’ten skandal soru, skandal cevap (cumhuriyet.com.tr)
[16] İlgili haber: Alevilerin ibadet yeri cami olmalı – Son Dakika Haberleri Milliyet
[17] Ruşen Çakır-İhsan Yılmaz, “Yolunu arayan Alevilik”, Milliyet 18 Ağustos 2001. http://www.milliyet.com.tr/2001/08/18/guncel/gun00.html
[18] Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili kapsamlı bir rapor, (h)Yurttaşlık Derneği tarafından 2021 yılında yayınlandı. Rapor söz konusu derneğin web sitesinde erişime açık: Tartisilan_kurum_diyanet.pdf (hyd.org.tr)
[19] 38 ve Dersim gerçeklerine ilişkin kaynak önerisi: Cafer Solgun, Dersim… Dersim… İst. 2010.
[20] Katliamların Cuma namazı cemaatinin “galeyana” getirilmesiyle baş göstermesi, düşündürücü bir “ayrıntı” olsa gerektir. Bu konuya dikkat çeken bir makale için: P24 Blog – “Cuma namazını müteakip…”
[21] AİHM’in “zorunlu din dersleri” ve “cemevlerinin statüsü” konularındaki kararları için bknz: AİHM KARARLARI – II | ALEVİ PORTAL (alevi-portal.net) ve AIHM KARARLARI – III | ALEVİ PORTAL (alevi-portal.net)