Linç Dosyası 4: İç Yüzünden Linç Yüzüne Anti-Trans Şiddet
Devletin transların temel haklarını inkâr ettiği ve toplumun bir suç ortağı olarak dünyayı translar için bir suç mahaline çevirdiği bu iklimde, suçun nevinden, manevi unsuruna, nefretinden maddi boyutlarına kadar translara yönelik suçlar, nefretle başlayıp cezasızlıkla son bulur
30.12.2024
“Bir düş ancak bu kadar sürer”[1]
Yaşanan hiçbir deneyim, cisimleşmiş hiçbir varlık boşlukta kaybolmaz, başka bir şeye dönüşerek var eder kendini. Olmamış gibi devam edemezsiniz. Yaksanız da ötekinin külleri gelip bulur sizi. Türkülerle, ağıtlarla, sözle, yazıyla… Dilsizleştirmeye çalışsanız da yok edemezsiniz dillerini.
Pınar Selek[2]
Gölgeler linç edilebilir mi sorusu, aslında gölge metaforu arkasında başka bir şey anlatmaya yönelik. Metaforların hem ima edilen yan anlamı, hem de arkasına gizlendiği temel anlamını içinde barındırarak yapıyor bunu. Transların yaşadığı üçlü/ trifecta şiddet biçimlerini inceledikleri çalışmasında üç yazar, Lenning, Brightman ve Buist, transların gölgelerin altında yaşayan ikinci sınıf vatandaşlar olarak görülmelerinden bahsediyor. Ama yine de gölgeler, onları görünmez kılmıyor. Çünkü şiddet, gölgeler halinde yaşasanız da hatta bazen sadece gölge olmak zorunda olduğunuz için sizi daha öfkeli ve dehşetengiz şekilde takip ediyor. [3] burada mağdur ve failliğe ilişkin yerleşik kalıpların, verili kabul ettiğimiz lineer ilişkilerin de altının oyulduğunu söylemek mümkün çünkü transların uğradıkları ve manevi unsuru anti-trans motivasyon olan şiddet biçimlerinde, linç hem yapısal olarak şekil değiştiriyor hem de nefret söylemi ve terörizm gibi yerleşik diğer adlandırmalar bağlamını kaybediyor. Söylemek istediğim şu: Translara karşı işlenen suçlar, sadece nefret söylemiyle açıklanabilir mi, yoksa translara karşı işlenen suçlar bir tür translara yönelik terörizm mi sayılır? Eğer bunu cinsel terör olarak açıklarsak, terör kavramının hangi fasit dairelerine çarparız? Yoksa translar, sistematik bir linçin ezeli ve ebedi hedefleri midir? Transların linç edilebilir yaşamlarının iç yüzü nedir? Çerçeveyi buradan çizdiğimizde onları salt mağdur dilinin epistemolojik sınırlarına mı hapsederiz? Transfobik motivasyonla işlenen suçlarda, suçun mağduru olan transtan kaynaklanan bir indirim sebebi öngörülebilir mi? Translar, yerleşik nizamda vurgulandığı üzere kendilerine karşı işlenen suçların ayrıca sebebi sayılabilir mi? Transların, suçun mağduru ya da faili olduğu zemin nasıl bu kadar kaygan ve geçirgen olabilir? Bir yandan transların hayatına kasteden, yaşam hakkı ihlalleriyle sonuçlanan suçlar varken, öte yandan trans bir kimsenin cinsel ilişkiden önce ya da sonra trans olduğunun anlaşılması, onu kendi ölümünün faili yapar mı? Translar için mağdurluğun bittiği yerde, faillik başlar mı? Yoksa translar ezeli birer fail olarak, kendi ölümlerinin dahi cinayet ortağı mıdır?
Sadece hukuk literatüründe değil, kriminoloji ve viktimoloji literatürü açısından da transların yerleştirildiği konum genellikle faillikle ilişkilendirilir.[4] Norm dışı ve bir cinsel sapma örneği olduğu düşünülen translar, suçla ancak fail olarak ilişkilendirilebilir. Tuvalet taleplerinden, suç işlediklerinde konulacakları hapishane koğuşunun cinsiyetine kadar tüm tartışmalar transların o mekanlarda da suç işleyebileceği varsayımı üzerine konumlandırılır. Yani ezeli fail konumları, kendi hayat hakkı ihlallerinin mağduru olmalarına dahi izin vermez, onlar o suçun ortağı olur. Ceza hukuku bağlamında suçun mağduru, bu kavramın genişletilmesi veya aşırı yorumlanmasının riskleri de göz önünde bulundurularak tanımlandığında, transların suç söz konusu olduğunda faillik ve mağdurluk arasında sallanan konumlarını da belirginleştirebilir. Tuğrul Katoğlu’nun suçun mağduruna ilişkin berrak ve kavramları kendi aralarında da konuşturan tanımı, suçun mağdurundan yola çıktığımızda nereye ulaşabileceğimizi gösterebilir:
“Suçun mağduru ya da suçun pasif süjesi kavramının içeriği de, suçun hukuki konusundan hareketle belirlenmelidir. Buna göre, suçun mağduru ya da pasif süjesi, ceza normu tarafından korunan, suç fiili ile ihlal olunan varlık ya da menfaatin hamilidir. Bu bilgiler ışığında suçun mağduru, ihlali suçun özünü oluşturan ya da suçun varlığı için ihlal edilmesi zorunlu olan varlık ya da menfaatlerin hamili olarak da tanımlanabilir.”[5]
Suçun varlığı için ihlal edilmesi zorunlu olan varlık eğer translar olursa, mağdurluk ve faillik aritmetiği yön değiştirir. Bir mağdur, ancak kendisine karşı bir suç işlendiği zaman mağdur olur. Dolayısıyla ortada kendisine karşı suç işlenmemiş biri yoksa, hukuken mağdur da yoktur. Ancak bir trans, toplumsal konumundan yola çıkarak, tam da o yaralanabilir, linç edilebilir, kırılgan ve savunmasız mağdur pozisyonundan ötürü öncelikle hikâyenin eşitsiz kahramanıdır. Bu yüzden mağdurluğunun açık yarası olarak suça karşı savunmasızdır. Dolayısıyla hukuki anlamda suçun işlenmesi sonucu ihlal olunan varlık olarak tanımladığımız suçun mağduru, translar söz konusu olduğunda bu teknik ve lineer nedensellik bağıyla tarif edilemez. Çünkü burada karşımızda önce suç, daha sonra mağdur yoktur, bu ışıklı sahnede önce mağdur, sonra suç vardır.[6] Bu tersine kurulmuş ilişki, transların ezeli ve ebedi ötekinin ötekisi olma konumlarıyla ilgilidir. Söz konusu cinsel yönelimler olduğunda öteki olarak tarif ettiğimiz grup lezbiyen, gay ve biseksüeller (LGB)’dir, bu bağlamda translar bu grubun da dışına itilir ve cinsel kimliklerinden ötürü ötekinin ötekisi oluverir. Cinsiyet kimliğinin toplumsal açmazlarının tamamını bir kesişim kümesi olarak bedenlerinde taşıyan translar, toplumsal düzen ve cinsiyet kimliğinden bir seksüel sapma olarak tarif edildikleri için bu sapmanın faili oldukları kadar bu failliğin getirdiği toplumsal konumun bizatihi mağduru olurlar. Bu konum, transları nefret suçu, nefret söylemi, hatta literatürdeki kimi yazarlara göre terör suçlarının mağduru yapar. Translara karşı işlenen suçları, üçlü şiddet yapısı ile çözümledikleri makalelerinde yazarlar, bu suçları Amerika Birleşik Devletleri’nde ırksal nedenlerle işlenmiş suçların analizindeki gibi ırkçı terör eylemleriyle benzerlikleri ekseninde ele alırlar.[7]
Benim bu yazıda kavramsallaştırmaya çalışacağım şey translara yönelik suçların, nefret suçu ve nefret söyleminin dışına taşan, onlarla sınırlı kalmayan, daha geniş düzlemde bir linç meselesi ve linç suçu olarak tarif edilmesi olacak. Terör kavramsallaştırmasının da burada yapısal ve içeriksel olarak mağdur ve fail konumu saptıran bir noktaya ulaştığını, ancak translara karşı işlenen suçlar söz konusu olduğunda hukuk, devlet, toplum, mekanlar, sokak ve bireyler eliyle işletilen mekanizmanın linç kültürü ve linç motivasyonu ile benzerlik gösterdiğini ele almaya çalışacağım. Ayrıca linçin bir yapısal unsuru olarak linç edilenin ortak faillik kategorisini tartışmaya açacağım. Çünkü linç edilen, linç edilmeyi hak eden pozisyonu itibariyle sürekli bir ihlal eylemi gerçekleştirir ve suçun mağduru olduğu kadar, kolektif failidir.
Hangi hayatların yasının tutulabileceğini anlattığı Kırılgan Hayat kitabında Butler[8], çağdaş ulusal egemenlik biçimlerinin değişimine odaklanıyordu. Ona göre, insan bağımlılığı ve toplumsallığının değişmeyen boyutlarından biri zedelenebilirlik ile ihlal edilebilirlikti. Bu duygu durumlarını kontrol etmenin kendisi çağdaş egemenlik biçimlerinin yeni yüzlerinden sadece biriydi. Bu ise belli yas biçimlerinin ulusal düzeyde kabul görmesi, seslerinin ve ağıtlarının duyulabilmesi karşısında, bazı diğer kayıpların yasının tutulamayacağının dikte edilmesi, yasın başkaları için inkâr edilmesiydi. Ölüm ilanlarının itibar farkına baktığı bu metinde Butler, ABD örneği üzerinden yola çıkarak bazı ölümlerin, yaslarının dahi kamusal temsilinin mümkün olmadığını vurgularken, bazı ölümlerin ise ulusal kimlik inşası için elzem olduğunu söylüyordu.
“Kimi yaşamların yası tutulabilir, ötekilerin yası tutulamaz olduğuna; hangi tür öznenin yası tutulabilir olduğuna ve yasının tutulması gerektiğine, hangi tür öznenin ise yasının tutulmaması gerektiğine karar veren ayrımcı yas tahsisi, kimin normatif olarak insan olduğuna, yaşanabilir bir yaşam ve yası tutulabilir bir ölüm sayılanın ne olduğuna dair belli dışlayıcı kavrayışlar üretmekte ve sürdürmektedir.”[9]
Trans hayatların itinayla yas parantezinin dışına çıkarıldığı, bir insan hakkı olan itibar hakkından yoksun kılındığı fiziki sosyal ortamın bu anlamda siyasal bir şiddet mahali olduğu söylenebilir. Ancak bundan daha belirgin bir şey, artık bu suçların salt kişiler arasında işlenmiş birer adli suç olarak değil, kamusal içeriği de olan, devletin pozitif yükümlülükleriyle şekillenen ve hem canlı hem de ölü bedeniyle itibar hakkından yoksun bırakılan translar bağlamında linç olduğunun tespitidir. Çünkü translara karşı işlenen suçlardaki nefret ve edimlerinin artan ivmesi, hem sözel hem fiziksel hem de siyasal bir şiddet olarak kendini gösterir. Alev Özkazanç ve Özkan Agtaş’ın da hukukun ötesindeki faillik kavramını Butler’in nefret söylemi eleştirisi üzerinden tartıştıkları makalelerinde dile getirdikleri siyasallaşma çağrısı, bu açıdan translara yönelik suçların iç yüzündeki linç yüzünün kavranması açısından önemli bir başlangıç noktası olacaktır:
“Fakat doğrusu, hem genel olarak nefretin ve nefret edimlerinin yükselişini, hem de onun dilsel biçim altındaki spesifik formunun, yani nefret söylem ve ifadelerinin yükselişini siyasal açıdan düşünmenin aciliyetini ortaya koyan başka ve belli açılardan daha temel sebeplerimiz de var. Aslına bakılırsa nefret sorunu siyasetin çeperine yerleştirilebilecek veya başka herhangi bir sorun gibi siyasetle de ilişkilendirilebilecek bir sorun değildir —zira nefretin yükselişi ile siyasetin iptali arasında doğrudan ve oldukça güçlü bir ilişki bulunuyor. Nefretin, her türlü siyasallaşma girişimini boğmaya, siyasallaşma imkanlarını berhava etmeye ve siyasal sahneyi gasbederek yerine kendi dehşetli temsilini geçirmeye dönük zorlamaları bu ilişkinin sadece bir yanını gözler önüne seriyor.”[10]
Bu adlandırma, benim de vurgulamaya çalıştığım gibi translara yönelik suçların, siyasalın çeperinde adli bir suç olmadığıdır. Çünkü buradaki siyasetin iptali, bizi linç kültürünün sahası olarak trans bedenlerine götürür. Bu bedenler, devletin cinsel ve cinsiyet politikasının savaş mahalidir. Nefret ve siyaset arasındaki o boşluk, kendisini linç olarak gösterir. Özkazanç ve Agtaş’ın kavramsallaştırmasıyla nefret, siyasal sahnenin çöktüğü yerde patlak verir, nefret siyasetin iptal edilmiş olduğunu kayda geçirir.
Siyasetin iptalini nefretin dizginsiz ve kontrol edilemez hale gelmesine zemin hazırlayan bir unsur olarak gördüğümüzde, translara karşı nefret saikiyle işlenen suçların, sadece nefret suçu olarak kategorize edilmesinin, onların ebeli ve ezeli faillikten mağdurluğa giden ötekinin ötekisi konumlarını tarif etmekte yetersiz kalacağı açıktır. Bu yüzden bu dizginsizliğin kendine özgü koşulları ve devamlılığı olarak linç biçimine dönüşümünü ise incelememiz gerekir.
Transların itibar hakkından linçe: Normatif değerlendirmenin ötesinde
“Dün ofise onu ziyarete gittim ama değil varlığımı kabul etmek, başını kaldırıp bana bakmayı bile reddetti. Bir süre kapının yanında durdum ve sonra ofisi terk ettim.”[11]
Lou Sullivan
Translara yönelik şiddetin linç olarak kavranmasına yönelik çabam, her bir tekil şiddet biçiminin elbette linç kapsamına girip girmediğine ilişkin öznel değerlendirme gerektirir. Bunun için suçun, transa yönelik, trans kimliğinden ötürü, nefret saikiyle işlenmiş olmasından bahsedebiliriz. Bir politik duygusal motivasyon olan nefretin, suçun subjektif (manevi) unsuru olan kasıt veya taksir yanında failin nefret ve ayrımcılık saikini de gerektirdiği açıktır.[12] Translara karşı suçlardaki temel motivasyonun cezasız kalacağına emin olunan nefret olduğunu iddia ettiğim bu çalışmada, bu sistematik hak ihlalinin linçe hazırladığı zemini tartışmaya açmak istiyorum. Bu zemin yapısal olarak başlangıcından itibaren ihlal edilen transların itibar hakkıyla ilgilidir. Bu hakkın normatif temeli, devletin kuruluşunu düzenleyen Anayasa’da dahi belirir.
Türk hukukunda Anayasa’nın 5. ve 15. maddesiyle korunur. Anayasa’nın 5. maddesinde “Devletin temel amaç ve ödevleri” düzenlenir. Maddedeki “insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” ifadesi devletin, kişinin manevi bütünlüğüne yönelik pozitif yükümlülüklerini kasteder. Bu pozitif yükümlülüğün somut koruma bulduğu ilk mecra ise Anayasa’nın 17. maddesinde düzenlenen kişinin manevi bütünlüğü bağlamında şeref ve itibarının korunması hakkıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi mekanizması içinde itibarın korunması hakkı, özel hayatın gizliliği hakkının bir parçası olarak Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında korunan bir haktır.[13] Ayrıca Sözleşme’nin 14. maddesi olan ayrımcılık yasağı, cinsel eğilimi ve cinsel kimliği de kapsamaktadır.[14] Bu temelde ayrımcılık yapılmasının normatif olarak yasaklamış olması, itibar hakkının kapsamının yorumlanması açısından da yol göstericidir. Ayrıca AİHM, cinsel kimliğin ve cinsel eğilimin iki farklı ve mahrem özellik olduğunu kabul etmiştir. Bu nedenle, ikisinin karıştırılması, kişinin söz konusu mahrem özelliğine dokunma konusunda önemli seviyede bir ciddiyete ulaşmaya neden olabilecek şekilde kişinin itibarına karşı bir saldırı teşkil edebilir.[15]
Transların itibar hakkı sürekli olarak inkâr edilir. Transların uğradığı hem yakın ilişkilerin şiddetli[16] biçimleri, hem yerlerinden edilme deneyimleri[17], hem hapishane, askeriye, meslek sahası gibi alanlardaki kolektif ve düzeltici olduğu varsayılan[18] cezalandırmalar linç kategorisini tarif etmemizi sağlar. Transların linçi, itibar suikastının devamlı suç tehdidiyle şekillenir.
Lenning, Brightman ve Buist’in trifecta olarak ele aldıkları trans şiddetinin iç yüzüne yönelik araştırmada, bu üç unsurlu şiddetin bir sistem olarak ele alındığını görüyoruz. Bu sistem, transların itibar hakkının gaspından başlayarak fiziksel bütünlükleri ve yaşam haklarına yönelik müdahaleye varan, hatta kimi durumlarda ölü bedenler üzerindeki şiddeti açığa çıkaran sistematik bir yapının üçlü unsuruyla oluşur. Yazarlar, translara yönelik şiddeti hem linç hem de anti-trans şiddet olarak tarif ederken üçlü ağa (trifecta) değiniyor: Şiddet ideolojisi, şiddet politikası ve şiddet eylemleri.[19] Yazarlar şiddet ideolojisini, baskın bir grubun, kendilerinden daha az eşit gördükleri başka bir gruba yönelik medya, kurumlar ve sosyal hayat aracılığıyla işlettikleri sistematik ve ideolojik dışlama propagandası olarak ele alıyorlar.[20] Dışlama burada önemli bir bileşen ve Türkiye bağlamındaki pratikler için de yol gösterici.
Bu şiddet ideolojisiyle başlayan ağın ikinci ayağı şiddet politikaları ise, şiddet ideolojisinden beslenerek oluşur. İdeolojinin resmi ve resmi olmayan tezahürleri, yarattığı kamusal ve politik iklim, şiddet politikalarını oluşturur. Bu politikalar, ırk ayrımcılığı yasalarından, kürtaj, doğum kontrol ya da hormona erişim gibi bedene yönelik biyopolitikaya, oradan istihdam ve ekonomik erişim politikalarına kadar baskın grupların ötekini dışlamak için yarattıkları hukuk mekanizmaları örneği olarak anlaşılabilir.
Bu üçlü sistematik ağın son ayağı ise, şiddet ideolojilerine dayanan şiddet politikalarının yarattığı şiddet eylemleridir. Hükümet organlarının şiddet ideolojilerine dahil olmalarıyla birlikte, ideolojiler hukuka, hukuk da kişiler arası düzey de dahil olmak üzere şiddet eylemlerine dönüşür. Bir başka ifadeyle şiddet politikalarını yasallaştırmak, kamuoyu önünde şiddet ideolojisini onaylamak demektir ki bu da kişilerin, yani hem vatandaşlar hem de hükümet organları olarak kişilerin, marjinalize edilmiş ve bastırılmış madunlara karşı suçluluk duygusu ve hesap verilebilirlik kaygısı olmaksızın şiddet eylemlerine açık olmalarına sebep olur.[21] Bu açıklık, sadece bu eylemlerin faili olmak değil, başkaları tarafından yapıldığında da göz yummak ya da onay vermek şeklinde toplumsal bir suç ortaklığı yaratır.
Cinsel linçi kavramsallaştırmaya çalıştığı çalışmasında Chiesa’nın cinsel linçi bu trifecta ile olmasa da benzer bir sistematik yapıyla tanımlamaya çalıştığını görürüz. Bu yüzden de Chiesa, tecavüz suçunu salt bir cinsel saldırı olarak değil bir cinsel linç biçimi olarak görür. Bu suçun kadınlar ve LGBTİ+’lara karşı işlenişindeki hem benzer nefret güdülerine, hem de iki gruba işlenişindeki farklara değinir. Bu yaklaşımın önemli bir özelliği, literatürdeki bir boşluğu dolduruyor olmasıyla da ilintili. Alev Özkazanç ve Erman Örsan Yetiş’in kadına şiddet sorununu erkeklikle beraber inceledikleri çalışmasında değinildiği gibi, şiddet hem edimin belirsizliğini örten bir şemsiye gibi şiddetin içeriğini belirsizleştirir, hem de erkeği bir şiddet faili olarak değişken şekilde irdelemez.[22] Chiesa’nın bu adli görünen suçları cinsel linç kavramsallaştırmasıyla ele alışının, translar bağlamındaki şiddeti değerlendirirken erkeğin bu değişken biçimini de dikkate almayı sağladığını vurgulamaya çalışıyorum. Çünkü Chiesa’nın çalışmasında, cinsel saldırı ve tecavüzün mağdurunun kadın olmasıyla, trans olması arasında, fail için bir fark bulunur ki bu da “düzeltici tecavüz” kavramıdır.[23] Sistematik ve kültürel bir boyun eğdirme biçimi olarak cinsel linç, translar bağlamında bir düzeltici tecavüz retoriği ile dolaşıma sokularak erkekliği tahkim eder. Henüz suç işlenmeden önceki suç fikri ve tasavvurunda dahi itibar hakkından yoksun kılınan trans için bu şiddet, artık sadece fail ile mağdur arasındaki bireysel ve adli bir suç değildir. Cinsel linçin nevi yani türü de cinsiyetlendirilmiştir. Düzeltici tecavüz, tecavüz edilenin cinsel yönelimi değiştirmeye yönelmiş olan cinsel saldırı biçimidir. Cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliği toplumsal cinsiyet kodlarına uymayan bir grubun herhangi bir üyesine karşı homofobiye ve transfobiye dayanan bir cinsel linç ve şiddet eylemi, artık düzeltici olduğu iddia edilen cinsel saldırı suçudur.[24] Bu suç erkekliği tahkim etme biçimi olarak işlev görür. Bu yüzden de cis-gender ya da heteroseksüel olmayan erkeklerin, yani eşcinsel, biseksüel ve/veya transların, cinsel linç edilme korkusu, cis-gender heteroseksüel erkeklere göre iki kat daha fazladır.[25] Yapılan bir araştırma, cezaevinde erkekler koğuşunda kalan bireylerin, kendilerini cinsel linç ve saldırıdan korumaları karşılığında hapishane çetelerine katıldığını ortaya koymuştur. Chieasa bu durumu kadın olan cinsel suç (potansiyel) mağdurları ile karşılaştırırken kadınların kendilerini korumak için çetelere değil, ama kalabalık kadın gruplarına katılmak zorunda hissettiklerini yazar.[26]
Translara yönelik şiddetin linç yüzü bu yüzden salt nefret suçu ya da nefret söylemiyle de açıklanamayacak kadar yapısal ve sistematiktir. Bir “vurun kahpeye” şiddet biçimi olan linç ya da linç girişimi bir çağrı üzerine işlevselleşir. Bunu Tanıl Bora şöyle açıklar: “Sosyal teoride bir unsur daha vurgulanır linçi tanımlarken: Ajitasyon unsuru. “Halktan bir topluluk”, onları eyleme çağıran birileri tarafından seferber edilmiştir”[27] Linçin hedefi sadece suçlular değil, “kendine göre suç olan davranışta bulunmuş birisi” veya birileri… linç, bir cezalandırma eylemi. Linççiler, “suçlunun” tesbitini ve cezalandırılmasını bizzat ellerine alıyor, hukuku devre dışı bırakıyorlar.” [28]
Hukuk dışı alana geçirilen translar için itibar hakkından başlayarak devam eden bu linç süreci, Chiesa’ya göre bu yüzden salt nefret söylemi ile açıklanamaz. Çünkü translara yönelik bu ucu açık ve sınırları belirsiz şiddet biçimini sadece failin nefret saikiyle açıkladığımızda, bu saikin arkasındaki toplumsal yapıyı, bireysel bir öfke ve nefret duygusunun arkasında saklamış oluruz. Halbuki mesele sadece faili şiddetli eyleme iten manevi saik unsuru değildir. Burada translara yönelik yapısal ve sistematik zarar verme güdüsü, toplumun kılcal damarlarına işlemiştir ve sadece failin duygu durumuyla açıklanamaz.[29] Bir başka deyişle failin öfke ve nefret dolu manevi saiki ve güdüsü, kurucu (constructive) değil, bağlıdır (incidental). Bağlı olduğu yer ise sadece failin manevi motivasyonu değil, toplumun kılcal damarlarındaki eşitsiz ve çatlatılması gereken yapısal linç kültürüdür.
Burada Chiesa’nın cinsel linçe ilişkin bir başka vurgusu ise translara yönelik bu şiddetin, cinsel terörizm sayılıp sayılamayacağı konusudur. Nefret suçunun cinsel linçi tanımlamak için yetersiz kaldığını düşünen Chiesa, cinsel terör kavramına da bu yüzden mesafelidir. Ama benim burada vurgulamak istediğim husus, terör kavramının içinde bulunduğu siyasal iktidarın dilini ve şeklini alan baskıcı ve kriminalize edici yapısıyla ilgili. Çünkü cinsel şiddet ve linçi anlatırken terör retoriğine yaslanmanın yaratacağı tehlikeler, bu kavramın açıklamaya niyet ettiklerinden daha fazladır. Terör her zaman iktidar dilinin kullanışlı bir aparatı olarak, alt edilmek istenenleri kendi torbasına ve devletin şiddet tekeline sıkıştırır. Bu yüzden cinsel terör kalıbına şerh düşüyor olmakla birlikte, Chiesa’nın eleştirisi de vurgulamak gerekir. Ona göre terör, politik olarak zayıf konumda olan siyasal bir aktörün, politik olarak güçlü ve dominant olan aktörlerin dikkatini çekmek için oran ve ayrım gözetmeksizin uyguladığı şiddet biçimidir. Halbuki translara yönelik şiddet uygulayan fail, politik olarak güçlü ve dominant taraftadır, linç kültürünün aksına yerleşir, bu yüzden de toplumsal bir destek ya da hoşgörüden beslenerek harekete geçer.[30] Bir başka ifadeyle linç edeni bir tür cinsel terör faili olarak göstermek, güç dinamiklerini yanlış konumlandırma riskini barındırır.
Türkiye’nin hikayesi: Yasaklamadan göz ardı etmeye trans hayatlar
Ölümcül anti-trans şiddete yönelik 2018 tarihli bir rapor, anti-trans şiddeti ulusal bir pandemi olarak tarif ediyordu.[31] Anti-trans şiddete yönelik veri toplamanın hem güvenilmez hem de eksik olduğunu söyleyen rapor, translara yönelik şiddetin üçlü sistematik yapısını da ortaya koyuyordu.[32] Çünkü üçlü/ trifecta şiddet yapısıyla anti-trans linç, hem ideoloji, hem politika hem de eylem düzeyinde birbiriyle kesişen kümeleri gösteriyordu. Siyasal iklimin ayrımcı ve şiddetli yapısı, kamusal alandan transların dışlanması, organ kanıtlanması suretiyle belli kamusal mekanlara girişlerinin yasaklanması, mağdur suçlayıcılığı, sağlık hizmetlerinin reddi ya da inkârı aracılığıyla kendisini gösteriyordu.[33] Bu yüzden de bu şiddet biçiminin bir bütün olarak ele alınması, adli ve bireysel değil, kamusal ve sistematik yüzüne dönülmesi önem taşır. Ceza hukukunun, kriminolojinin ve hatta viktimolojinin açmazı, suçluluğa yönelerek suça yönelik tavsiflerde bulunmasıdır ama trans hayatlar, ne ceza hukukunun manevi unsurlarına, ne viktimolojinin onları sokmaya çalıştığı mağdur statüsüne, ne de kriminolojinin suç ve suçlu dikotomisine indirgenebilirler. Türk hukukunda belli kategoriler ve tasnifler, ileri ve geri gidişlerle örülü trans hayatları bir cezasızlık ve linç edilebilirlik hikayesi olarak yeniden kurar.
Yeşim Atamer ve Damla Taşkın’ın da Transseksüellere İlişkin Hukuksal Düzenlemeleri inceledikleri makalelerinde, Türk hukukundaki transseksüellere ilişkin yasal seyir üç dönem olarak ele alınmıştır. Bu dönemler :
- Hiçbir düzenlemenin olmadığı ve Yargıtay’ın önüne gelen dosyada, yurtdışında cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirerek bu değişikliği nüfus siciline geçirmek isteyen Bülent Ersoy başvurusunu, Türk hukukunda kimseye keyfiyetine tabi olarak cinsiyet değiştirmek hakkı verilmediği gerekçesiyle reddettiği 1988 öncesi dönem;
- 1988 yılında yukarıda da kısaca değinilen Türk Medeni Kanunu (TMK) md. 29’a eklenen 2. fıkra ile cinsiyet geçiş ameliyatına izin verilen dönem;3.
- 2002 yılında yeni TMK’nın yürürlüğe girmesiyle başlayan ve nüfus sicilindeki cinsiyet kaydının düzeltilmesini isteyen kişinin, ameliyat öncesi ve sonrası iki aşamalı yol izlediği dönem.
Buna ek olarak bir dördüncü dönem çizilebilir ki o da Türk Medeni Kanunu md.40’daki üreme yeteneğinden sürekli yoksunluk şartını Anayasaya aykırı bulan norm denetimi kararıdır.[34] Bu dört dönem sadece yasal düzeydedir ancak yasal düzenlemeler dahi tam anlamıyla hak ve eşitliği sağlamaktan uzaktır. Gerçek hayat ise bu yasal düzenlemelerin arkasında başka bir hikâye anlatmaktadır. Hakkında çalıştığı kasabada eşcinsel olduğu yönünde söylentiler çıkan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni’nin görevine son verilmesinden, trafik suçu işlediği halde trafik şube yerine ahlak büroya götürülen transa[35] kadar sokaktaki LGBTİ+ hayatlarının her adımı bir başka ihlalin mecrasıdır.
Eşcinsel olduğu iddiasıyla görevine son verilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni Z.A.’nın hikayesi bu yüzden vurgulanmaya değer. Niğde’nin Bor ilçesinde bir ilköğretim okulunda din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği yapan Z.A. hakkında okul hademesine eşcinsel ilişki teklif ettiği, kasabada bazı kişilerle bu şekilde ilişkide bulunduğu yönündeki iddiaya istinaden soruşturma açılmış, MEB Yüksek Disiplin Kurulu Kararı ile görevine son verilmiştir. Zonguldak İdare Mahkemesi’ne iptal davası açan başvurucunun davası reddedilmiş, karar kesinleşmiştir. Daha sonra 5525 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkındaki Kanun’un yürürlüğe girmesini takiben mesleğine iade edilmesini talep eden başvurucunun talebi reddedilmiştir. Ret kararı Danıştay 12. Dairesi’nin kararıyla onanmıştır. Başvurucunun, öğretmenlik mesleğine yeniden atanma, eğer o olmuyorsa da genel idare hizmetleri sınıfında bir görevde çalıştırılması talebine ilişkin bireysel başvurusunda Anayasa Mahkemesi, özel hayatın gizliliği yönünden inceleme yapmış ve şu sonuca ulaşmıştır:
“Bu itibarla somut olayda cinsel yönelimi dikkate alınarak başvurucu hakkında işlem tesis edildiğini söylemek mümkün görünmemektedir. Diğer bir ifadeyle bireysel başvuruya konu idari işlemde başvurucunun yeniden öğretmenliğe atanma talebinin cinsel yönelimi nedeniyle değil soruşturmaya konu fiilleri nedeniyle reddedildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle başvurucuya farklı bir muamelede bulunulmadığı sonucuna varılmıştır.”
Anayasa Mahkemesi’nin değerlendirmelerindeki başvurucunun görev yaptığı okuldaki davranışlarına odaklanıldığı savıyla ayrımcılık yasağının ihlal edilmediği sonucu bu açıdan oldukça şüphelidir ve cinsel yönelim farklarına ilişkin üçlü sistematik yapının henüz ilk adımının bir tezahürüdür. Başvurucunun okul hademesine eşcinsel ilişki teklif ettiği, hademenin iddiasından öteye gitmemiştir ve başvurucu Z.A. sadece kasabada bazı kişilerle cinsel ilişkide bulunduğunu kabul etmiştir. Bu noktada karşımıza çıkacak soru, eğer Z.A. bir cis-erkek olsaydı ve kasabadaki kadınlarla heteroseksüel birliktelikler yaşasaydı, bu durum onun öğretmenlik mesleğinden çıkarılması sonucunu doğuracak mıydı? Bu noktadaki cevabın özel hayatın gizliliği hakkının koruması kapsamında olduğu düşünüldüğünde, Anayasa Mahkemesi gerekçesindeki, başvurucunun durumu ile çocukların sağlıklı yetiştirilmeleri arasındaki toplumsal menfaat argümanı geçerliliğini yitirecekti. Bu durumda Engin Yıldırım’ın da karşı oyunda ifade ettiği gibi, idarenin başvurucunun talebini reddederken kullandığı “iffetsizlik/ huzur bozuculuk argümanları” başvurucunun cinsel yöneliminden ötürü ayrımcılığa uğradığı sonucunu kanıtlamaktadır. Özkan Agtaş’a göre “cinsel davranışları boyunduruk altına sokmak, yasanın belki de en eski takıntılarından biridir. Fakat yüzyıllar boyunca yasanın hedeflediği şey, hakiki bir cinsiyet talebinde bulunmak değil, belirli cinsel davranışları, evlilik ilişkilerini merkeze alarak yasaklamaktı. (Eş)cinselliği, bir hakikat ve bir müdahale alanı olarak inşa eden şey, yasadan çok norm olmuştur: Yasanın cezalandırdığı şey belirli bir cinsel ilişki türüydü, oysa normun patolojik ilân ettiği şey bir tür olarak eşcinselliktir.”[36]
Burada da yasa değil, ama yasa koyucunun elindeki norm ile uygulayıcılar yani yorumcular eliyle cinsel fark, kriminalizasyonun öznesi haline gelmiş, yani belirli bir cinsel davranışın bizatihi kendisi bir cezalandırılacak pratik olmuştur. Cinsel farkın yasaklanabilecek bir cinsel yönelim olmadığını bir kenara bıraksak bile, bu kriminalizasyonun normatif olarak var olmadığı sistemde, uygulayıcılar eliyle yaratılan bu pasif cezalandırma, sistemin bütününe işleyerek, hukuk düzenini kendi ilkelerine yabancılaştırmaktadır.
Zaman aşımına ramak kala: Trans-Linçin cezasızlığı
Nisan 2006’da Ankara Eryaman’da bir çete, trans kadınlara saldırdı. Birçok trans kadın yaşadıkları Eryaman’ı terk etti ve bazıları Esat’a taşındı. Ancak saldırılar, Esat’ta da devam etti. Saldırıya uğrayan trans kadınlar suç duyurusunda bulundu. Dava 2008’de sonuçlandı. Sanıklardan Ş. trans kadınların gittikleri kuaföre yönelik baskında silahla yaralamadan 45 ay; diğer sanıklar H. ve A. 40’ar ay, Kurtuluş bölgesindeki trans kadınlara yönelik silahla yaralama eylemlerinden dolayı A. ise 34 ay cezalandırıldı. Mahkeme, saldırganların çete olduğunu kabul etti ama hükmü alt sınırdan kurarak verdi, üstelik yağma iddiasını görmedi. Karar temyiz edildi. 2008’den 2 Ekim 2023’e dek süren davada Yargıtay, 2011 yılında kararı bozdu. Mahkemeler değişti, o sırada Ceza Muhakemesi Kanunu değişti. Yargıtay, 21 Eylül 2020’de aldığı kararla yerel mahkemenin saldırganlara verdiği cezayı bozdu.[37]
Av. Senem Doğanoğlu o dönemde trans kadınlara olan saldırıları şu şekilde değerlendirmişti:
“Eryaman’da inşaat sektörü canlanması vardı ve orada yaşayan trans kadınlara dönük organize çete saldırıları yaşanmaya başladı. Zamanla hem polis işbirliği içerisinde hem de bu inşaat firmalarının tuttuğu adamlar bir çete olarak trans kadınlara saldırıları arttırdı. Bir zaman sonra ‘haraç vereceksiniz bize’ denmeye başlandı paramiliter güç tarafından. Ancak temel amaç sürgündü. Evlere doğru saldırı başlayınca kızların birçoğu Mersin’e kaçtı. Bir grup da Esat’a yerleşti.
Eryaman’da da bir dava açtırabildik Şammas Taşdemir hakkında. 2008 yılında öldürülen Dilek İnce de şikayetçiler arasındaydı. Şammas Taşdemir’in mala zarar vermekten yargılandığı bir davayı da takip ettik. Bu kişi ceza aldı ama para cezasına çevrildi. Ödedi. Karar kesinleşti ve bitti. Adli cezadan hükme bağlanmış oldu ve saldırganların motivasyonları araştırılmadı.
Eşzamanlı olarak Esat olayları başlayınca çok uzunca bir süre bir şey yapmadı emniyet. Artık her gece birilerinin yaralandığı, malına zarar verildiği, telefondan da tehdidin başladığı bir sürece döndü ve o zaman işte kefenli eylem dönemi başladı. Her gece mumlu eylemler yapılmaya başlandı. Kefenlerle eylemler yapıldı. LGBTİ+ örgütlerinin ve kadın örgütlerinin katıldığı, sessiz protestolar başladı.
Yaralamalar oluyordu. Kuaföre, araçlara zarar veriliyordu. Geceleri sallama satırla kendi araçlarından inip kızların üzerine yürüdükleri ve bir kısmını yaraladıkları vukuatlar çok fazlaydı. Hepsini bir araya getirdik. Şikayetler teker teker alındı. Ardından faillerin hepsi toplandı. Tutuklandılar ve dava süreci başladı.”
Linç kültürünün, güdüsünün ve sistematik bir iş birliğinin kristalize olduğu bir örnek olan Esat-Eryaman davası hakkında zamanaşımına ramak kala bir ceza verildi. Süreç hala kesinleşmemiş olsa da bu dava, tüm bu üçlü şiddet ağı olarak tarif ettiğimiz normatif sürecin adeta bir pratik çalışması olarak mahkeme salonlarında yaşandı.
Eryaman davasından önceki bir prelüd olarak Ülker Sokak örneği 1996 yılında yaşanmıştı. İstanbul Habitat-II İnsan Yerleşimleri Zirvesi’ne hazırlanırken Beyoğlu’nda ikamet eden trans kadınlara yönelik şiddet, mahalleli tarafından başlatılmış ve transların yerlerinden sürgün edilmesiyle sonuçlanmıştı. “Uygulanan şiddet evlerin yakılıp yıkılması ve linç girişimleri seviyesine ulaşmasına rağmen trans cinsiyetli kadınların güvenlikleri devlet tarafından sağlanmamış, saldırganlar hakkında soruşturma dahi yürütülmemiştir.”[38] Gerek Ülker Sokak, gerek Eryaman örnekleri göstermektedir ki anti-trans şiddet ve linçin ilk motivasyonu dışlama pratiğinde yatmaktadır.
Pınar Selek’in vurguladığı gibi insanı ve onun toplumsal tarihini sadece kapsadığıyla değil, dışladığıyla da birlikte okumak gerekir.[39] Saldırıları engellemeyen devlet güçleri, soruşturma açmayan savcılıklar, tamamlanmayan mahkemeler ve faili meçhul kalan vakalarla anti-trans linç, sokağın dışlama pratikleriyle başlamaktadır. “Transseksüel olmayanlar, kendi evlerine de saldırılmasın diye Türk bayrağı asıyordu.” diye anlatıyor Yasemin Öz, Ülker Sokak linçlerini.[40] Burada dışlama pratiklerinin nasıl iktidar ilişkilerinden güç aldığını gösteren bir başka motife daha dikkat çekmek gerekiyor haliyle.
Translara karşı işlenen suçları, sadece adli birer suç vakası olarak tanımlayamayacağımızı biliyoruz. Ama öte yandan sürekli çiğnediğimiz ama çiğnedikçe anlamını bastıran o sloganın da yetmediğini görüyoruz: “Trans cinayetleri politiktir.” Tabii ki, anti-trans şiddet politiktir ama bu politikanın içini dışına çıkarmak, buradaki süreklilikleri ve kesintileri görmek, failin ve mağdurun verili özelliklerini değişken halinde ele almak, bu yapının ifşa edilmesini kolaylaştırır. Bu yüzden de sadece kamusal ve politik olduğunu söylemekle yetinmeden, bir ağ ve sistem olarak translara yönelik linçi ele almak ama bu cinsel linç şemsiyesinin altındaki tekil suçları da o bütünün içinde eritmemek gerekir.
“Hukukun üstünlüğünün, -ki kanunlara riayetle mahdut olmayan bir etik ilkedir-, berhava olması, gücün ve şiddetin keyfîliğine alan açar. Linçi “tolere etmek”, Türkiye’de siyasî ve mülkî erkânın sıkça yaptığı gibi mazur göstermek, hukuk devletinin kendini inkârıdır.”[41]
Devletin transların temel haklarını inkâr ettiği ve toplumun bir suç ortağı olarak dünyayı translar için bir suç mahaline çevirdiği bu iklimde, suçun nevinden, manevi unsuruna, nefretinden maddi boyutlarına kadar translara yönelik suçlar, nefretle başlayıp cezasızlıkla son bulur, üstelik henüz linçin girişiminden linçin sonuna kadar.
Sonuç
Chimamanda Ngozi Adichie’nin Boynunun Etrafındaki Şey’de anlattığı o hikâye gibi, eşcinseller nereyi yansıtmamaktadır?[42]
Edward düşünceli bir şekilde piposunu çiğnedi ve “böyle eşcinsel hikayeler aslında pek de Afrika’yı yansıtmıyor”, dedi. Ujunwa şöyle söyleyiverdi: “Hangi Afrika’yı?”
Donna Harraway’le yapılmış söyleşiyi okumuş muydunuz? “Tıpkı Bir Yaprak Gibi” Orada Harraway, güçlü bir bilgi iddiasından bahseder. Bu iddianın, aptalca bir görecelilik değil, tanık olmak, beyan etmek olduğunu söyler. Bunu şöyle kavramsallaştırır: “Konumlulukla sırar etmek”[43] Çünkü konum, bir miras olduğu kadar, bir inşadır. Eğer bir erkeğin laboratuvarında bir özne konumumuz yoksa, o konuma yerleşemiyorsanız, o halde yerleşemeyenlerin konumlarını yeniden inşa etmesi gerekir. Harraway’in anlattığı biraz da budur tabii. Çünkü konumsuzluğun bir şiddeti vardır. Konumsuzluk şiddeti, sizi konumuzundan, o konuma sahipseniz bile mahrum eden bir şiddet biçimidir. Sadece belli bir grup, isimsiz ve konumsuz bir özne oluverirsiniz. Ne diyordu devrimci Victor Serge, “Asla sadece kendi çabamızla yaşamayız, asla sadece kendimiz için yaşamayız, en mahrem, en kişisel düşüncelerimiz dünyaya binbir biçimde bağlıdır.”
Transların kendi konumlarını sil baştan ve büyük bir dirayetle inşa ettikleri bu iklimde, cinsel farkın linçe mazhar olduğu memleketimiz için, tasavvur ettiğimiz hangi Türkiye?
Bu soruyu yanıtladığı çalışmasında, Ülker Sokak deneyiminden bahsediyor Pınar Selek. Ülker Sokak’ta kurdukları dayanışma ağı sayesinde, Ülker Sokak’ın bir grup travesti ve transseksüelin yaşadığı acı olmaktan çıkarak özgürleşme politikasının argümanlarından biri haline geldiğinden bahsediyor.[44]
Linçin hukuk tekniği bakımından uğrağı olan fasit daireler var. Literatürde 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun, 81, 87, 76, 77. maddeleri yani kasten öldürme, kasten yaralama, soykırım ve insanlığa karşı suç kategorileri linç bakımından dikkate alınması gereken hükümler olarak görülse[45] de bu tasnifler, linçin kolektif unsuru ve niteliği bakımından yekpare bir linç suçu olarak tasnif edilemez. Bu noktada linç kültürünün psikolojisi ve patolojisini anlamak için Faruk Erem’in şekilsiz topluluklar olarak kategorize ettiği yığınları ele almak gerekir.[46] Faruk Erem, Publiese’nin benzetmesinden yola çıkarak yığınları, buhar kazanına benzetir. Yığın, hacmen büyüdükçe ve heyecan arttıkça, tazyiki artan ve harekete geçmek için bir subabın açılmasını bekleyen şekilsiz bir topluluktur. “Halkın düşmanı olan şu adamı öldürelim” diye haykıran bir yığından bahseder Erem ve bireylerin, yığın içindeyken, yalnız oldukları zamankinden başka türlü düşündüklerini ifade eder. “Bir yığını ikna etmek, bir ferdi yalnızken ikna etmekten çok daha kolaydır.”[47]
Translara yönelik kolektif anti trans linç biçimlerinin, toplumun yığın haline gelmesini sağlayan kültürel kodlar, tahakküm ilişkileri ve cezasızlık kültürüyle ilişkisi de muhakkak. Yerleşik kalıpları sürekli sınayan trans bedenler, gündelik hayat pratiklerinde de ezilmemek için kalıcı bir kimlik edinerek dayanışma ağlarını ören bir strateji geliştirir.[48] Ülker Sokak deneyimi bu ağ örneklerinden biri olsa da, Yasemin Öz’ün vurgusuyla translara yönelik şiddetin en çok kendini gösterdiği mecralardan biri de yine sokaklardır. “Bulundukları hiçbir yerde istenmeyen trans cinsiyetli bireylerle gündelik hayatın hemen hiçbir yerinde karşılaşmıyor olmamız, tesadüfen oluşan bir durum değildir.”[49]
Selek, transların sürekli olarak aşağılandığından, ciddiye alınmadığından, birçok toplumsal yapılanmadan dışlandıklarından bahseder. Hatta aile içine sokulmayan translar, bir şekilde aileleriyle bağları devam etmek ve ailelerinden kopmamak için onlara düzenli olarak para gönderdiklerini, ilişkilerini böyle sürdürdüklerini anlatır.[50] Cezaevi pratikleri bağlamında dahi ikincil mağduriyete hapsolan transların, cezaevinde kalacakları koğuşlar, onlarla kadın mı yoksa erkek gardiyanların mı ilgileneceği, bu ilginin biçimi keyfi bir mekanizmanın suçluluk pratiklerini bile aleyhe dönüştürdüğü mecrayı yaratır. Artık onlar “suçlular” arasında bile dışlanmış hissederler.[51]
Anti-trans şiddetin linç boyutunun bu sebeple diğer linçlerden farklı olarak sokakta, sadece fiziksel görünümlerinden ötürü başlayan bir dışlama boyutu olsa da transların dayanışma ağları ve konum ısrarlarıyla politik bir güçlenme olarak yeniden kurgulanabilir. Bu kurgunun kendisi ise, dayanışma ağlarının linçe karşı da güçlendirilmesi ve dayanıklı olmasıyla siyasal alana çekilebilir. Ancak şiddetin içindeki siyaseti keşfedersek, siyasetin kendisi aracılığıyla anti-trans linçe karşı mücadele edebiliriz. Cinsel linçe karşı mücadele, linç eden güruhlara karşı olduğu kadar, sessiz toplumsal suç ortaklığına karşı direngen bir dirayeti gerektirir.
________________________________
*Scuola Universitaria Superiore Sant’Anna
[1] Bu cümle bir transa ait. Pınar Selek’in alt kültürün dışlanma mekanı deneyimi olarak anlattığı Ülker Sokak deneyimine ilişkin kitabı Maskeler, Süvariler ve Gacılar’da önsözünde Selek, kendisini cezaevinde ziyarete gelen bir transın, kolektif bir dayanışma mekanı olan Ülker Sokak’taki merkezlerinin dağılışına böyle bir tepki verdiğini yazar.
[2] Pınar Selek, Maskeler, Süvariler, Gacılar, Ülker Sokak: Bir Alt Kültürün Dışlanma Mekanı, Ayizi Yayınları, 2011, s.11.
[3] Lenning, E., Brightman, S. & Buist, C.L. The Trifecta of Violence: A Socio-Historical Comparison of Lynching and Violence Against Transgender Women. Crit Crim 29, 151–172 (2021), s.159. https://doi.org/10.1007/s10612-020-09539-9
[4] Russell, E.K. Queer Penalities: The Criminal Justice Paradigm in Lesbian and Gay Anti-Violence Politics. Crit Crim 25, 21–35 (2017). https://doi.org/10.1007/s10612-016-9337-4; Woods, J.B. Queer Contestations and the Future of a Critical “Queer” Criminology. Crit Crim 22, 5–19 (2014). https://doi.org/10.1007/s10612-013-9222-3
[5] Katoğlu, T. “Ceza hukukunda suçun mağduru kavramının sınırları”. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 61 (2012 ): 657-694, s.660-661.
[6] Bu kavramsallaştırmayı, transları verili olarak mağdur diline hapseden ve onları edilgenleştiren, onları sadece mağdur olarak görmek isteyen ve diğer türlü varoluşlarını reddederek pathetic bir yere hapseden anaakım dil ile yapmadığımı vurgulamak istiyorum. Burada mağdur kavramını sıklıkla kullanıyorum çünkü teknik bir yerden translara karşı işlenen suçlarda trans-mağdurluğun, diğer mağdurluk biçimlerinden farklarına, kırılganlık, yaralanabilirlik açısından ayırıcı noktalarına bakmaya çalışıyorum. Dolayısıyla burada kullandığım mağdurluk, tamamen ceza hukuku anlamında “suçun mağduru” terimini kapsamaktadır. Suçun mağduru, translar olduğunda kümeye nelerin girip, nelerin dışarda kaldığında, suçun nevinin/ türünün/ kapsamının ne türden değişimler gösterdiğine, adli ve idari birimlerdeki sapmalara ve kaymalara, transların hapishane deneyimlerinde trans-mağdur olarak yaşadıkları ikincil travmalara bakmamda yardımcı olacak bir kavram olarak işlev görüyor.
[7] Lenning ve diğerleri., age, 157 vd.
[8] Butler J. Precarious Life : The Powers of Mourning and Violence. London: Verso; 2004. (Türkçede, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, Çev. Başak Ertür, Metis Yayınları, Kasım 2013)
[9] Butler, Metis Yay., s. 14 vd.
[10] Özkazanç, A. ve Agtaş, A., “Judith Butler’ın Nefret Söylemi Eleştirisi: Egemenlik ve Hukukun Ötesinde Alternatif Bir Faillik,” Fe Dergi 10, no. 2 (2018), 1-12., s.2 vd.
[11] Travestinin Feministe Cevabı, Trans Çalışmaları: Feminist Kuşatmalar içinde, Dipnot Yay., 2023, s. 113. Sullivan’ın metni tartışmalı bir metin olmakla birlikte, transların dışlanma pratiklerini nasıl gündelik hayatlarında yaşadıklarını göstermesi bakımından önemli.
[12] Türk hukukunda normatif düzeyde Türk Ceza Kanunu md. 122’de düzenlenen “nefret ve ayırımcılık” suçunun kapsamının darlığını eleştirmek de gerekmektedir. TCK’ya göre nefret ve ayırımcılık suçu “dil, ırk, milliyet, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi düşünce, felsefi inanç, din veya mezhep farklılığından kaynaklanan nefret nedeniyle” denilerek sınırlı sayıda sayılan nedenlere hapsedilmiştir. Bununla da yetinilmemiş, ilgili suçlar sadece aşağıdaki dar kapsamda öngörülmüştür:
- a) Bir kişiye kamuya arz edilmiş olan bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya kiraya verilmesini,
- b) Bir kişinin kamuya arz edilmiş belli bir hizmetten yararlanmasını,
- c) Bir kişinin işe alınmasını,
- d) Bir kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engellemek
Bu kapsam, nefret ve ayırımcılığın linç durumu yaratan siyasal nedenlerine tamamıyla kapalı ve yetersizdir.
[13] Axel Springer AG / Almanya Kararı, (Büyük Daire), 7 February 2012, §§ 83-84).
[14] Identoba ve Diğerleri/Gürcistan, 2015, § 96
[15] Sousa Goucha/Portekiz, 2016, § 27.
[16] Bu ifadeyi, Dr. Aslı Zengin’in 23 Şubat 2024 tarihinde yayımlanacağı duyurulan kitabının isminden esinlenerek kullanıyorum: “Şiddet İçeren Yakınlıklar: Transların Gündelik Hayatı ve Kent Dünyasının İnşası” https://bianet.org/haber/asli-zengin-lubunya-feminizm-baska-bir-deyisle-kuir-trans-feminizmi-275651; ; https://www.dukeupress.edu/violent-intimacies
[17] Aslı Zengin, Sex Under Intimate Siege: Transgender Lives, Law and State Violence in Contemporary Turkey, A thesis submitted in conformity with the requirements for the degree of Doctor of Philosophy Department of Anthropology University of Toronto, 2014, s.75 ve devamı.
[18] Çalışmalarında Lenning, Buist ve Brightman, trans-mahpusların cinsel olarak düzelmeleri için onlara karşı işlenen “düzeltici tecavüz” pratiklerinden bahseder. Ayrıca onarım terapisi, onları düzeltmek için yapılan tedavi, işlem ve işlenen suçlar örnek verilebilir.
[19] Lenning, E., Brightman, S. & Buist, C.L. The Trifecta of Violence: A Socio-Historical Comparison of Lynching and Violence Against Transgender Women. Crit Crim 29, 151–172 (2021), s.159.
[20] Lenning ve diğerleri, s. 153.
[21] Lenning ve diğerleri, s.154 vd.
[22] Alev Özkazanç ve Erman Örsan Yetiş, “Erkeklik ve Kadına Şiddet Sorunu: Eleştirel bir Literatür Değerlendirmesi” Fe Dergi 8, no. 2 (2016), 13-26., s.14.
[23] Luis E. Chiesa, Sexual Lynching, 29 Cornell J.L. & Pub. Pol’y 759 (2020), s.769.
[24] Waruguru Gaitho, Curing Corrective Rape: Socio-Legal Perspectives on Sexual Violence Against Black Lesbians in South Africa, 28 Wm. & Mary J. Women & L. 329 (2022), https://scholarship.law.wm.edu/wmjowl/vol28/iss2/3; Sarah Doan-Minh, Corrective Rape: An Extreme Manifestation of Discrimination and the State’s Complicity in Sexual Violence, 30 Hastings Women’s L.J. 167 (2019).
[25] Mina Ratkalkar & Cassandra A. Atkin-Plunk, Can I Ask for Help? The Relationship Among Incarcerated Males’ Sexual Orientation, Sexual Abuse History, and Perceptions of Rape in Prison, J. INTERPERSONAL VIOLENCE 1, 12 (2017).
[26] Chiesa, s.772.
[27] Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi, Birikim Kitapları, 4. Baskı, 2015, s.7.
[28] Tanıl Bora, age, s.8.
[29] Jeannine Bell, Deciding When Hate is a Crime: The First Amendment, Police Detectives, and the Identification of Hate Crime, 4, Rutgers Race & L. Rev. 30, 33 (2002), Chiesa, age, 782.
[30] Chiesa, age, s.784.
[31] Human Rights Campaign Foundation, A National Epidemic: Fatal Anti-Transgender Violence in America in 2018.
[32] Janice Joseph, (2020). Transphobic Femicide: An Intersectional Perspective. In: Joseph, J., Jergenson, S. (eds) An International Perspective on Contemporary Developments in Victimology. Springer, Cham. https://doi.org/10.1007/978-3-030-41622-5_8 , s.110.
[33] A National Epidemic, s. 43.
[34] Ki burada sadece ölçülülük eksenli bir değerlendirme yapılmış, translar açısından maddi ve manevi bütünlük hakkı ihlali değerlendirmesi eksik bırakılmıştır. Çok yakın tarihli bir Japonya Anayasa Mahkemesi kararında uyum sürecindeki gereksiz tıbbı müdahaleler, özel hayat hakkının bir parçası olarak görüldüğünden iptal edilmiştir.
[35] Anayasa Mahkemesi Cemal Duğan Başvurusu: Başvurudaki önemli bir mesele de semantik ile ilgilidir. AYM translar hakkında konuşurken, trans yerine onları kriminalize eden nitelikte “travesti” kelimesini tercih etmektedir. Bu başvuru, kişilerin cinsel yönelimlerinden dolayı ayrımcılığa uğramaması gerektiğinin, özel hayat kavramının kişinin cinsel tercihinin ayrılmaz bir parçası olduğunun, sadece cinsel tercihe dayalı olarak maruz kalınabilecek bir uygulamanın kişinin kimliği üzerinde olumsuz etkiler doğuracağının adının konduğu ilk karardır. Bu sebeple diğer bireysel başvuru kararlarında sıklıkla referans verilen bu başvuru, trans başvurucunun, yolda yürürken kolluk görevlilerince, rızası hilafına Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüp iki/üç saat boyunca hürriyetinden yoksun bırakılarak, hakkında idari para cezası uygulandığına ilişkindir. Anayasa Mahkemesi, kişinin trafik para cezası kesilmesinden ötürü eşitlik ve özel hayat saygı hakkına yönelik bir müdahalede bulunulmadığını vurgulasa da trans Duğan’ın, trafiğin düzenini bozuyor olduğu kanısıyla neden trafik şube yerine, Ahlak Büro Amirliği’ne götürüldüğünün cevabını vermemiştir. Bu anlamda Engin Yıldırım’ın karşı oyunda dikkat çekilen husus, aynı eylemi heteroseksüel bir birey gerçekleştirseydi, muhtemelen herhangi bir şubeye götürülmeden sadece idari para cezasının kesilecek olmasıyla yaptırıma uğrayacağıydı. Bu durumda translar nezdinde ayrımcı muamelenin olduğu ve bu değerlendirmenin yapılmamasının Anayasa Mahkemesi açısından eksiklik olduğu ortadadır. Burada, homofobik ve transfobik bir yorumla söz konusu ayrımcı müdahalenin cinsel kimlik boyutu yok sayılmıştır. Nefret söylemi ve nefret suçuyla mücadelede yanımıza almamız gereken hukuk normları, uygulayıcıların elinde bu söylemlerin yaşayabileceği mekanlar haline gelmiştir.
[36] Özkan Agtaş, “Hakiki Cinsiyet, Yasanın Boyunduruğu ve Siyasi Öznellik,” Fe Dergi 4, sayı 2, 2012, 31-33.
[37] Yeşil Gazete, https://yesilgazete.org/zaman-asimina-ramak-kala-eryaman-esat-davasinda-karar-dort-saniga-62-yil-hapis-cezasi/ ; Avukat Senem Doğanoğlu beyanı için, https://bianet.org/haber/esat-eryaman-davasi-29-eylul-e-birakildi-283823
[38] Yasemin Öz, Dışlama ve Direniş İmkanları, Başkaldıran Bedenler içinde, s. 205; Pınar Selek, Maskeler, Süvariler, Gacılar.
[39] Pınar Selek, Maskeler, Süvariler, Gacılar, s. 33.
[40] Yasemin Öz, agm, s.206.
[41] Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi, s.8-9.
[42] Chimamanda Ngozi Adichie, Boynunun Etrafındaki Şey, Can Yayınları, s. 122.
[43] Donna J. Haraway ile Söyleşi, Donna J. Haraway, Thyrza Nichols Goodeve (Söyleşi), Tıpkı Bir Yaprak Gibi, Çev. Aksu Bora, İletişim Yayınları, 2020.
[44] Pınar Selek, Maskeler, Süvariler, Gacılar, Ayizi Yay., 2011, s. 17.
[45] Ülgen Aslan Düzgün ve Kübra Özkan, Toplumsal Şiddet Eylemi Olarak Linç. Güvenlik Çalışmaları Dergisi, 2017, 19(3), 44-56, s.50.
[46] Faruk Erem, Adalet Psikolojisi, Sevinç Matbaası, 7. Baskı, 1977, s.197.
[47] Erem, age, s.197.
[48] Işıl Baş, “Giriş”, Başkaldıran Bedenler: Türkiye’de Transgender, Aktivizm ve Altkültürel Pratikler, Haz. Berfu Şeker, Metis Yay., s.17.
[49] Yasemin Öz, Trans Cinsiyetli Bireylere Yönelik Dışlama ve Direniş İmkanları, Başkaldıran Bedenler içinde, s. 203.
[50] Pınar Selek, age, s. 103-104.
[51] Selek, age, s.103.