Okumalar, değinmeler
“Hayatın dışına itilmek” ifadesi içinde çok şey taşıyor. Kim, kimi nasıl itiyor? Hayatın dışı nere? İçi, kenarı nere? Sınırlar nasıl belirleniyor? Kaç hayat var?

26.04.2025
Geçen haftanın “Okumalar, değinmeler” yazısını Latife Tekin’in cümleleri ile bağlamıştım: “Yoksulların ruhları en iyi birbirleriyle tanışır ve anlaşırlar! Yoksulluk ölüm kadar kesin ve keskin olan tek şeydir ve yoksullar, bu gerçeğin baskısına direnebilmek için, yoksul olmayanların asla öğrenemeyeceği sessiz işaretleri ve gizli dilleriyle yüzyıllardan beri durmamacasına mırıldanıyorlar.” (Latife Tekin, Buzdan Kılıçlar, Metis Kitap tanıtım sayfasından)
Biraz daha açalım. Latife Tekin-İskender Savaşır söyleşisinden aktarıyorum:
“… yoksul bir insan olduğumu öğrendiğimde, belli bir yaşta bunu hissettiğimde ve öğrendiğimde, aynı zamanda kendimi yoksul bir insan olarak nasıl taşıyacağımı da öğrenmiştim. Meselâ çocuklara büyüyünce ne olmak istediklerini sorarlar değil mi? Bu bütün çocuklara sorulur. Yoksul çocuklara ne olmaları gerektiği hakkında bir bilgi aktarılır.
Mesela benim olmaktan en çok korktuğum şeylerden biri hırsız olmaktı. Çünkü sürekli olarak yoksul çocukların çalmasına karşı açık ya da gizli önlemler alınır. Farklı bir psikolojidir bu. Üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin, insanın üzerinden atamayacağı bir şeydir, sana aktarılan bir bilgidir. Yoksul bir insansın ve yoksulluğunu, kendine ve çevrene zarar vermeden, kendini en iyi hissedebileceğin biçimde şöyle taşıyabilirsin, diyen bir bilgidir. Tenine siner.
(…) en temelde çok geleneksel bir bilgi bu. Dayanıklılığını, yokluğa, inanılmaz yoksulluklara, hep hayatın dışına itilmeye çalışılmasına rağmen varlığını sürdürebilmesinden alan (…) bir bilgi. Benim kendimi beliri bir yaşa kadar içinde tanıdığım, kendimden geçerek, kendimden hareketle tanıdığım bir bilgi bu.” (“Yazı ve Yoksulluk” başlıklı Latife Tekin söyleşisi, İskender Savaşır, Defter, sayı 1, 1987)
“Hayatın dışına itilmek” ifadesi içinde çok şey taşıyor. Kim, kimi, nasıl itiyor? Hayatın dışı nere? İçi, kenarı nere? Sınırlar nasıl belirleniyor? Kaç hayat var?
Nurdan Gürbilek, Örme Biçimleri’nde yukarıdaki söyleşinin bir yerine dair şunları yazıyor:
“Söyleşide İskender Savaşır Latife Tekin’e şunu sormuştu: Gecekondular ‘ANAP zihniyetinin yatağı’ haline gelmişken, gecekondu başka bir şeye evrilirken bu yoksulluk tanımında nasıl ısrar edersin? Soruyu yanıtlarken, sanki bir Orhan Kemal dokunuşuyla her olumsuzluğun (‘fuhuş’,’hırsızlık’, ‘şiddet’) yoksullarda görünür hale gelmesine itiraz ettiğini söylemişti Tekin. Hayatın bu kadar kenarına itilmiş insanların her şeyi yapmaya hakları olduğunu (‘Yani bırak Arabesk de söylesinler, oylarını kime istiyorlarsa versinler’) söylüyordu. Savaşır olumsuzluktan değil, gecekondulardaki dönüşümden, Tekin’in kendisiyle o ‘biz’ arasına giren çatlaktan söz ettiğini söyleyince de şöyle cevaplamıştı. Tekin’in galiba en açık sözlü cümlelerinden biri : ‘Kendi yoksulluğumun değişmez olduğuna inanmaya çok fazla ihtiyacım var belki de.’ ” (Nurdan Gürbilek, Örme Biçimleri, Metis)
“Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana”[1]
Şimdi daha gerilere, geçen yüzyıla, 1950’lerin yoksulluğa dair kalem oynatan yazarlarına gidelim. Bu yılların “pir”i Kemallettin Tuğcu’dur. Tuğcu, “…viranelerde barınan, köprü altlarında geceleyen, hayatını kâğıt toplayarak, yük taşıyarak, çıraklık ve işportacılıkla kazanan çocukları anlattığı üç yüzü aşkın romanıyla orta sınıfın yoksulluk algısını onyıllar boyunca neredeyse tek başına şekillendirdi. (…) ‘Zavallı çocuk’un tuttuğunu koparan bir erkeğe dönüştüğü şehir masalları. ‘Masal’ diyorum, çünkü bu hikâyelerde yoksulluk bir toplumsal adalet problemi olarak değil, çocuğun erdemleri sayesinde üstesinden geleceği bir kişisel talihsizlik olarak anlatılır.”
Tuğcu’ya dair cümleleri Nurdan Gürbilek’in Sessizin Payı adlı kitabından (Metis) aldım ve devam ediyorum:
“Tuğcu hikâyesinin vaktiyle okurunu yakalayabilmiş olmasının nedeni, Türkiye’de orta sınıfın kendini yoksullardan henüz kalın çizgilerle ayrıştırmamış olmasıydı. Kanaatkârlık, tutumluluk, çalışkanlık gibi değerleri önemseyen, ’kardeş payı’ kavramını henüz sözlüğünden çıkarıp atmamış olan, şehre tutunmaya çalışan kimsesiz çocuklara henüz yabancı bir maddeymiş gibi bakmayan bir okurdan söz ediyoruz. Kent yoksulluğunun henüz tehlike ya da suçla değil, masumlukla bir arada düşünülebildiği bir iklimden.”
Gürbilek’in “iklim”ini 1950’ler ile 1960’lar arasına seriyorum. Meraklı bir çocuk olarak Grundig ya da “Filibis” marka, lambalı radyo kadranlarında Bucuresti, Praha, Cairo diye dolaşıp dünyanın seslerini dinlediğim yıllar. Kirada oturuyoruz. Sokağımızın adı Osmanlı dönemi bir şaire ait. Ev sahibimiz Süleyman Çavuş, Kuruçeşme kömür depolarında işçibaşı. Çavuşluğu o anlamda. Karısı Zahide, nam-ı diğer deli Zahide, arada sırada maraza çıkarıp anneme hayatı dar ediyor. Annem, “kiradan kurtulalım” diye babama hayatı dar ediyor. Babam “nereden borç alırım, nasıl öderim” diye dert ediyor.
Mahallede kızın biri taş atıp alnımı yarmış. Olayı hatırlamıyorum. Alnımdaki izin tanıklığı ile sonradan öğreniyorum. Kızın babası filmlerde figüranlık yapan, folk dans ekibi dansçısı, kel bir adam. Kel adamın çok güzel bir kızkardeşi var, genç kadının güzelliğini hatırlıyorum. Çocuklar güzel kadınları tanımaya erken yaşta başlarlar. Sokakta misket oynamak sadece misket oynamak ile sınırlı değildir.
Genç kadın evleniyor galiba, evin önünde bir hareketlilik var. Kapıda havalı bir Amerikan arabası duruyor. Üstü açık, kemik rengi bir Şevrole. Güzel kadını alıp gittiler. Mahalle olarak her zamanki doğal halimize döndük. “Reci” işçisi kadınlar, öğle tatillerinde iş önlükleri ile görünür oldular. Abiler sokakta top oynayan çocukları kışkırtıp Süleyman Çavuş’un camını kırdırdılar. Süleyman Çavuş elinde ekmek bıçağı ve diz hizasındaki uzun donu ile “kan kohir, kan kohir” diye sokağa fırladı. “Kan kokuyor” demek istiyor.
Haftaya Nurdan Gürbilek, Kemalettin Tuğcu, Orhan Kemal, çocukluğumun hafızası… Ortaya karışık devam edeceğim.[2]
Selam sevgi ile
[1] Doğubayazıt’lı bir arkadaşım anlatmıştı: İki Kürd açık alanda, arazide giderlerken yerde yatan bir adam görmüşler. Bakmışlar ki ölmüş. Tanıdık biriymiş üstelik. Ceplerinde ekmek ve soğan bulmuşlar. “Cebinde soğanı da var” demiş biri, “niye öldü ki?”
[2] Yazılarımın yoksulluğun derinliği ve boyutları konusunda yüzeysel kaldığını, çok daha sert yaşanan hayatlar olduğunu biliyorum. Siz de biliyorsunuz.