Okumalar, değinmeler

Çok katlı bir binanın terasında rüzgâr altında yapılan bir kayıt. Kameraya konuşan adamda siyah ceket, beyaz gömlek, siyah kravat. Rüzgâr saçlarını ve kravatını savuruyor. “Barselona’yı çok seviyorum. Bu nedenle ondan uzakta yaşıyorum. Böylece onu görmeye gelebiliyorum” diyor. Ardından garip bir gülüş… Çatlak bence.  Tatlı bir çatlak

İLHAMİ ALGÖR

14.06.2025

Bir önceki yazı şöyle bitiyordu: “Haftaya becerebilirsem ilişikteki isimler aracılığı ile İspanya’da dolaşacağım: Manuel Vázquez Montalbán (Merkez Komitesinde Cinayet), Eduardo Mendoza (Zeytinli Labirent, Genç Kızlar Labirentinin Esrarı), Miguel de Cervantes (Tormesli Lazarillo).”

İspanya’yı hiç görmedim. Bir keresinde Güneybatı Fransa-Toulouse üzerinden İspanya sınırına, hatta Barcelona’ya çok yaklaştım. Barcelona merakımın derin olduğu yıllardı. Barcelona şehrinin gündeliğine, o gündeliğin detaylarına bakan bir belgesel izlemiştim. (Bir arkadaşım VHS veya BETA kaset olarak yurtdışından getirmişti.) Belgesel, şehirden insan portreleri sunuyordu.

Limanda “iş tutan” 18-19 yaşlarında büyük beden bir sarışın. (2024 yazında Türkiye’de, Katalan bir genç adamla tanıştım. Sarışını tanıyordu.)

Gay çift. Çiftlerden biri illüstratör. Çizgi romanları var. Hikâyeleri gay barlarda geçiyor. Bar’da siyah deri pantolonlu, kaslı adamlar takılıyorlar. Kadın yok.

Sabahın sakin vakitlerinde patenleri ile şehri dolaşan bir adam. Onun da  hikâyesi var, anlatıyor bir şeyler.

Genç bir berber. Müşterilerin kesilmiş saçlarını toplayıp heykelimsi kütleler yapıyor.

Mimar Gaudi’nin eseri veya şaheseri La Sagrada Familia adlı bina ve binada yaşayan bir kadının anlattıkları.

Küçük bir sahnede gösteri sunan travestinin gösterisi ve anlattıkları.

Çok katlı bir binanın terasında rüzgâr altında yapılan bir kayıt. Kameraya konuşan adamda siyah ceket, beyaz gömlek, siyah kravat. Rüzgâr saçlarını ve kravatını savuruyor. “Barselona’yı çok seviyorum. Bu nedenle ondan uzakta yaşıyorum. Böylece onu görmeye gelebiliyorum” diyor. Ardından garip bir gülüş… Çatlak bence.  Tatlı bir çatlak.

Kamera arkasındakiler kayıt sonunda tek bir soru soruyorlardı: “İspanyol musun, Katalan mı?” Bazıları “dünya vatandaşıyım” diye cevaplıyordu.

Barselona sınırın birkaç saat ötesindeydi, ben berisinde Toulouse’daydım. İstanbul’da tanıştığım, bir hafta boyunca yoğun bir ilişki yaşadığım Türkiyeli bir kadının peşinden gelmiştim. Kadın gelirken yorganını getirmemi istemişti. – ilk uyarı sinyali idi ama gözüm kördü. Yorganın ağırlığı, İstanbul havaalanında bagaj hakkımı aşmıştı. Çok para ödemem gerekiyordu. Yer hosteslerinden biri tanıdıktı. Bir aşkın peşinden gittiğimi öğrenince hayatımı kolaylaştırdılar.

Kadınlar aşk kelimesini bir kavram olarak sadece kulaklarıyla algılamıyorlar. Kan dolaşımları ile hissedebiliyorlar. (Bütün kadınlar değil. Genellemeler hataya müsait yaklaşımlardır.) İstisnalar dışında erkekler ise gereksiz duygulanım olarak bakarlar. Bazıları durumu kendi kırıklıkları, biriktirdikleri  üzerinden algıladıkları için böyledirler.

“Sevememek biraz yorgunluktandır.” (Gülten Akın)

Neyse, yorgan ile Touluse’a vardım. Meğer kadının Toulouse’da bir sevgilisi, ilişkisi, bağlantısı veya takıldığı biri varmış. Hatta adamı gördüm. Kadının evinde bizi ziyarete geldi. Neticede hepimiz medeni insanlarız ama ben bu ikisini bıçaklayamayacağıma göre gidip Toulouse-Barselona tren tarifelerine baktım. Param yetmedi, gidemedim. Bir yolunu bulup Türkiye’ye döndüm.

*

Bende yıl hafızası zayıftır ama sanırım 1990’lı yıllardan söz ediyorum. Montalbán ve Mendoza’yı da galiba o yıllarda okumuştum. (Remzi Kitabevi, Mendoza kitaplarını Hüseyin Boysan çevirisi ile 2000 senesinde basmış.) Sanki o yıllarda İspanyol edebiyatının Türkçeye çevirileri hızlanmıştı. Veya bana öyle geliyor.

Manuel Vázquez Montalbán’ın Merkez Komitesinde Cinayet’inden pek bir şey hatırlamıyorum. “Birileri bir cinayetin izini sürüyordu” diyebilirim. Bu cevabım Woody Allen’ın hızlı okuma kurslarına gittikten sonra Anna Karenina okuyup verdiği cevaba benziyor: “Olay Rusya’da geçiyordu.”

Manuel Vazquez Montalban

Mendoza’nın romanları sürükleyici idi. İlginç bir dedektif karakteri vardı. İkide bir yemek  yapıyordu. Kitabı okurken iştahım açılıyordu, kalkıp birşeyler hazırlıyordum.

*

Cervantes’i Don Kişot’u ile biliriz. Bir de Osmanlı’ya esir düşmüşlüğü ile. Bu nedenle ben daha az bilinir olan Tormesli Lazarillo’dan söz edeceğim. Daha doğrusu ona değineceğim. Elimde, Ertuğrul Önalp ve Arzu Aydonat çevirisi ile Can Yayınları’ndan çıkmış bir kitabı var. Arka kapak tanıtım yazısından bir paragraf aktarıyorum:

“XVI. yüzyıldaki ekonomik kriz sebebiyle İspanya’nın her köşesinde açlık ve sefalet kol gezmekteydi, bu durumun ahlaki çöküntüyü de beraberinde getirmesi kaçınılmazdı. İspanyol toplumundaki bu maddi ve manevi çöküntünün ortasında, 1554 yılında, sonradan pikaresk roman adı verilecek olan yeni bir anlatı türünün ilk örneği olan Tormesli Lazarillo ortaya çıktı. Din adamlarının ahlaksızlıklarına bolca yer veren bu eser, engizisyonun hışmına uğramamak için imzasız olarak basıldı.”

Haftaya  çevirmenlerin önsözü ile devam etmeyi düşünüyorum. Emin değilim. Belki Cervantes, Don Kişot’a veya Barselona’ya dönebilirim. Belki de şehre bir film gelir.

Selam sevgi ile