Okumalar, değinmeler
“Çaylara sakarin atılıyor, dolaptan diyabetik kurabiyeler çıkıyor, hoşsohbet teyzeler kısa sürede koyu bir muhabbete dalıyorlar, arada Carlitos’un yanaklarını mıncıklıyorlar, bana bakıp içinde Turco geçen cümleler kurup gülüyorlar.”

28.06.2025
“İspanya’yı hiç görmedim” cümlesinin gazıyla devam ediyorum. Salamanca’dayız. Bizi oralara Alişan Çapan götürüyor. Güzel abi Cevat Çapan’ın oğlu. Alişan, bir süre Salamanca’da yaşamış, yaşadıklarını yazıya dökmüş: (Bkz. Güle Güle Ki Tarif Edemem, Adam Yayınları)
El Greco Sokağı, 12 numara
“Bir süre burada kalacağım, Carol’le Carlos’un evinde. Eve adımımı attığımda henüz iki haftalık olan oğulları Carlos’u da unutmamak lazım. En küçüğümüz olduğu için kendisine Carlitos diye hitap ediliyor.
Carol aşçı ama yeni doğum yaptığı için o dönemde çalışmıyor. Carlos ise ilkokul öğretmeni o da çevre okullarda kadro olmadığından bir Çin lokantasında garsonluk yapıyor. Her türlü yokluğa rağmen kurmuşlar yuvalarını bir de Carlitos’u peydahlamışlar; ben de kiracıları olarak aralarına katılınca mürettebat tamamlanıyor.”
*
Bol alıntılı bir yazı olacak. Hatta susup kenara çekileceğim çünkü yazı güzel. Cep telefonlarının henüz yaygınlaşmadığı günlerde Salamanca’dan İnsan Manzaraları diyelim:
“Salamanca yüz elli bin nüfuslu küçük bir şehir. Sakinlerinin büyük bir kısmı öğrenci, ortaçağdan beri ülkenin en önemli üniversite şehirlerinden biri olmuş. Günümüzdeyse aynı zamanda İspanyolca öğrenmek isteyenlerin kabesi.”
“…serüvenimin daha ikinci gününde Salamanca nefesleri kesen bir maçtan sonra tarihinde ilk defa Barcelona’yı 4-3 yeniyor. Yeni arkadaşlarım memnun, ayağın uğurlu geldi diyorlar. Ben de bu arada ilk İspanyolca dersimi alıyorum: Fıçı bira istersen ‘una cana por favor!’ diyeceksin. Hay hay, ‘una cana por favor!’
(…) Ertesi gün İspanyolca kursuna başlıyorum. İlk öğretmenim Pilar harika bir öğretmen, bulunmaz bir dost. Hem dersi hem hocayı sevmek bir Türk öğrencisinin başına ender gelen mutlu kazalardan. Kendimi İspanyolcaya veriyorum, bir iki hafta içinde dilim çözülmeye başlıyor, hatta İspanyolların siesta düzenine bile ayak uyduruyorum. Geceleri on birde yemek yenen, akşam gezmelerinden sabaha karşı dönülen bir toplumda siestasız yaşamak mümkün değil.
(…) Sabahtan öğlene kadar dersimiz var. Öğlen yemeğinden sonra zorunlu istirahat. Çay saatindeyse ödevlerimi yapmaya koyuluyorum. O sıralarda yeni kalkmış olan Carlos arada ödevlerimi kontrol ediyor, ‘aferin turco çok çabuk kıvıracaksın sen bu İspanyolcayı’ diyor gülerek.
Çay saatinde çoğu zaman yaşlı akrabalar geliyor yeni doğan bebeği görmeye. Çaylara sakarin atılıyor, dolaptan diyabetik kurabiyeler çıkıyor, hoşsohbet teyzeler kısa sürede koyu bir muhabbete dalıyorlar, arada Carlitos’un yanaklarını mıncıklıyorlar, bana bakıp içinde Turco geçen cümleler kurup gülüyorlar.
Hiçbir şey anlamama rağmen ben de gülüyorum. Ne kadar da babaanneme benziyorlar, utanmasam sizde bir Giritlilik var mı diye soracağım.”
*
Alişan’ın son cümlesi mesafeleri kaldırıyor. Sadece fiziksel mesafeleri deği, beynimizde sınır ayrım çizgileri ile oluşmuş/oluşturulmuş mesafeleri de kaldırıyor. Sınır çizgilerine gıcığımdır.
Şimdi en sevdiğim paragraflardan biri geliyor. Damardan insana değen, mesafeleri buharlaştıran paragraf. Kesmeyeceğim. Güzel akıyor:
“Gecelerden bir gece çakır keyif bir halde eve döndüğümde Carol ile Carlos’u hararetli bir şekilde tartışırlarken buluyorum. Konu Carlitos’un vaftizi. Carol Pazar ayinlerini kaçırmamaya çalışan saf bir Katolik. Carlos’un ise o taraklarda hiç bezi yok. İbadete en yaklaştığı anlar hafta sonları sokağın köşesindeki barda seyrettiğimiz Barcelona maçları oluyor.
Carol’ün iyi niyetli isteğine Carlos’un karşı çıkma sebebi gayet basit, vaftiz töreni sonrası davetlilere yemek vermek adetten. Böyle bir ziyafetin maliyeti ise bizimkileri aşıyor. Bana soruyorlar sen ne dersin vaftiz konusuna diye. Hiç işim olmaz diyorum dinle mezheple, Bunuel’ciyim ben. Carlos bir imdat simidine yapışır gibi sarılıyor sözlerime. Bak, diyor, elin köktendinci müslümanı bile aşmış bu konuları, sen hala diretiyorsun vaftiz de vaftiz diye!
Gözlerimizden yaşlar gelene kadar gülüyoruz. Dolaba zulaladığım rakı şişesini çıkarıyorum, birer tek atarak vaftiz kararını kutluyoruz. Carol istiyor; tabii ki vaftiz edilecek çocuk. Vaftiz töreninden sonra bir kır lokantasında yemek veriliyor. Carol’ün kardeşi Dany piyanist şantör. Nino Bravo şarkılarıyla ‘renklendiriyor’ geceyi.
Sofia
Dany’nin bir de kankası var, geçkince bir şarkıcı, adı Sofia. Dibinden boyası çıkmış kabarık sarı saçları, görmeyen gözlerini örten büyük siyah gözlüğüyle tam bir diva. Şarkılar çalınıyor, danslar ediliyor. Köktendinciliğimin hakkını vermem lazım; Sofia’nın yanına gidip ‘dans edelim mi?’ diyorum. ‘Memnun olurum Turco’ diyor, ‘çok centilmensin.’
Carlos kenarda purosunu yakmaya çalışırken muzip gözlerinden gecenin hesabını denkleştirme sıkıntısının gölgesi geçiyor. Göz kırpıyorum, arkadaşına hazırlıksız yakalanmanın saflığıyla gülümsüyor.”
*
Burada kesip haftaya devam edeceğim. Günler uzun, yazılar kısa. Yaz ayları formülüm bu. Zaten teliflere zam da yok.
Selam sevgi ile