Okura açık mektup 6

Fakat Müzeyyen anlatısı, Tophane Hacı Mimi mahallesine girmek üzeredir ki Yazar Dolmabahçe’den gelip, Karaköy’e uzanan Kemeraltı Caddesi’nden söz eder

İLHAMİ ALGÖR

30.08.2025

“…trafik ekipleri yolun bir şeridini kesmiş, diğer şeridini de el-kol hareketleri ve düdük zoruyla hızlandırarak boşaltmaya çalışıyorlardı. Belli ki kırmızı plakalı arabalar içinde, kalın birileri geçecekti.”

Acaba Yazar, bu paragraf ile bölgenin geçmişteki iktidar, resmiyet ilişkisine mi işaret ediyor?

Y.: Hayır. Böyle düşünmedim. Kırmızı plakalı konvoy tesadüfen denk geldi, kerhanenin yanından Karaköy yönünde geçti. Biraz garip duruyor haliyle kırmızı plaka o an için. Sizce de tuhaf değil mi? Burnundan kıl aldırmayan kırmızı plakalıgiller ile kerhane gerçeğinin yan yanalığı…?

1884 kerhane yönetmeliğinden haberi yok. Galata ve Pera’da Padişah izniyle üstelik. Kırmızı plakaların geçişini çocuksu bir şaşkınlıkla algılıyor sanki. 40 yaşındaki biri ne kadar çocuksu olabilir? Olabilir mi hakikaten? Nasıl?

– Tophane’ye giriyoruz. Burada 30 yıllık bir hatayı düzeltelim. Tophane Tayfur diye söz etmişsin ama doğru isim Tayfun’dur. Ayrıca Tayfunspor olarak birleşik yazılır.

Y.:  Haklısınız. Teşekkür ederim

*

Bu dosyaya çalışırken Tayfunspor önünden yine geçtim (2025 Temmuz). 1995’te okey masalı, kahvehane iskemleli bir mekân idi. Sonraki yıllarda kadınların da oturup çay, kahve içtiğini görebildim. Şimdi çepeçevre camekân içinde akvaryuma dönüşmüş. Yapay, sentetik bir malzeme ile kaplı dört adet tekli koltuğu bir sehpa etrafına dizerek adeta askeri nizam bir düzenleme ile oturma birimleri yapmışlar. Yaz sıcağında o koltuk kaplaması insanın bir tarafına yapışır.

2010’lu yıllarda yapılmış bir araştırmada Tophane Tayfunspor’a dair bir paragraf gördüm:

“Tophanenin Turistik olarak en merkezi yerinde, Karaköy’den gelenlerin Tophane’ye giriş yaptıkları Boğazkesen Caddesinin başında, Karabaş Camii’nin hemen arkasında büyük bir kahvehane bulunmaktadır. Bu kahvehane Tophane Tayfunspor Kulübü Başkanı Mustafa Yalçın’a aittir. (…)  yaptığımız söyleşide anlattığına göre, oldukça büyük kahvesini, pek çok kiralama talebine rağmen olduğu gibi tutmakta, sadece çay kahve ve nargile ikram etmekte, tavla oynatmamakta ve gelen turist kızların şortlu bacaklarını örtmeleri için onlara örtü vermektedir.” (“Tophane’nin Sosyal Sermayesi ve Soylulaştır(ama)ma”, Ahmet Araşan, Ankara Üniv. DTCF, Sosyoloji, 2017)

Şortlu bacakları örtmek… Mahallenin huyu suyuna dair işaretler birikiyor. Bu konu da bizi meşgul edecek. Devam edelim:

“İkiledim, Tophane denilen, liman bitirimleri, fetbazlar, üçkâğıtçılar, cazgır karılar, sert delikanlılar semtinin bağrına daldım.”

“Liman bitirimleri” ifadesi doğrudur. 19. Yüzyıl üçüncü çeyreğinde Galata önlerine demirlemiş yelkenlilerin fotoğraflarını internetten bulabilirsiniz. Reşad Ekrem Koçu metinleri bize bu fotoğrafa yakından bakma imkanı verir:

“O tarihte (1874) Galata’nın rıhtımları yapılmamıştı.[1] Yalıboyu bir sıra salaş kahvehane ve meyhane, önleri kazıklar üstünde kurulmuş kayık iskeleleriydi. Bu iskeleler arasına , baştan denize lenger ve kıçtan karaya palamar atmış yelkenliler sıralanmıştı: bombardeler, guletler, çırnıklar, brikler, peremeler, karamürseller, sandallar, beşçifteler[2]; yelkenleri yeni, yırtık, kirli, sakız beyazı; boyaları kara, ak, kırmızı, mavi, yeşil, yaldızlı, soluk; mahmuzlarının altında arslan başları, koç başları, yunus balıkları, yılan dilli ejderhalar, fırlak gözlü ve tombul memeli deniz kızları: ve türlü devlet bayrakları…” (R. E. Koçu, Gaalata Canavarı Bıçakçı Petri, Doğan Kitap)

Koçu’ya devam edeceğim ama araya kısa bir Jules Verne, Tophane alıntısı alacağım:

“16 Ağustos günü, akşam saat altıda, kalabalığın gelişi gidişi ve gürültüsüyle her zaman gayet hareketli olan İstanbul’un Tophane Meydanı sessiz, mahzun, neredeyse ıssızdı. Boğaziçi’ne inen merdivenlerin başından bakıldığında yine aynı güzel manzara görülüyordu, yalnızca insanlar eksikti. Pera semtine giden, dar, pis, çamurlu, sarı köpeklerle dolu ara sokaklardan ancak birkaç yabancı geçiyordu hızlı adımlarla. (…) Fakat bu saatte, Tophane Meydanı’nın her zaman ortalıkta dolaşan insanları neredeydi?” (Jules Verne, İnatçı Keriban, Çev.: Nihan Özyıldırım, İthaki Yayn.)

Y.: Jül Vern çalışmanızdan haberdarım.[3]

–  Okudun mu?

Y.: Evet

– Nasıl buldun, ne düşünüyorsun?

Y.: Jül Vern’in 80 Günde Devriâlem’ini yeniden ele alıyorsunuz. Yeniden ele almaları bırakın, olmuyor. …Ve iki genç, Jean ve Mary arasındaki yakınlıktan söz ediyorsunuz. Yakınlığın derinliğini bilemiyoruz çünkü işlememişsiniz. Sonra gençlerden biri, Jean, bir beyefendinin hizmetkârı olarak apar topar yollara düşüyor. Sevgilisine haber veremeden şehirden ayrılıyor. Haber vermeyi deniyor ama haber yerine ulaşmıyor. Ah zalim kader! Melodrama müsait bahtsızlık. Beyefendinin hizmetinde şehirden uzaklaşan Jean’ın geri dönme isteği, sevgiliden uzaklaştıkça güçleniyor. Nihayet bir gün ayrılığa dayanamıyor, beyefendiyi yarı yolda bırakıp dönüş yoluna giriyor. Sevgiliye ulaşıyor mu bilemiyoruz. Anlatınız orada bitiyor.

–  Sende kalan sadece bu mu?

– Değil. Ama aşk’ı, sevmeyi sos olarak kullandığınızı düşünüyorum. Duygular sizde pek yer tutmuyor gibi.

– Sürekli duygu halinde yaşamayı mı savunuyorsun?

– Hayır.  Duygu denilen şeyi bu kadar kenara itmeyin demeye çalışıyorum. Duygular hayatın pazar günü değil.

Anlatısına “ağlak” dediğim için incitmiş olabilirim. Haklı olabilir. Duyguları kenara ittiğim falan yok. Ayrıca onun tabiri ile bir “didaktik” olarak duygu sosyolojisi diye bir şeyin varlığından -en azından başlık seviyesinde- haberdarım. Benim yaşımda duygulanım sistemlerinin farklı çalıştığını ona anlatmalıyım bir ara. Ama galiba duygulanma kapasiteme değil, hayat ile duygular ilişkisine meraklı. Fakat “İnsan yaş alınca daha mı az seviyor?” sorusu galiba yanlış soru.

Haftaya Koçu’nun denizcileri ile devam edelim.

*

 

[1] Rıhtım 1892’de yapılmaya başlandı.

[2] Tekne adlandırmalarının araştırmasını okura bıraktım. Böyle bir araştırma başka bir yüzyıla seyahat bence.

 

[3] İlhami Algör, Jül Vern Seyahat Acentesi, İletişim Yayınları.