İsrail ordusu, 9 Eylül 2025 tarihinde Katar'ın başkenti Doha'da Hamas'ın üst düzey isimlerine suikast düzenledi. 

Dünyanın En Büyük Teröristi İsrail’dir

Senaryo; İsrail’in kafasına göre davranması. Gerçek; ABD’nin bilgisi dahilinde jandarma rolü oynayarak önüne gelene saldırması, ardından da Trump’ın barış çağrıları yaparak avantajlı masalar kurması. Öte yandan Türkiye’de CHP ekseninde yaşanan gelişmeler, erken seçim hazırlığı diye okunmalı

ASLIHAN GENÇAY

11.09.2025

İsrail ne sınır tanıyor ne engel. Uluslararası hukuku guguk yaparak, BM’yi paçavraya çevirerek, istediği her ülkeyi hedef alıp saldırabiliyor ve kimi isterse terörist ilan edebiliyor. Peki, dünya ülkeleri ve devleriyle kıyasladığımızda tıknaz, çirkin bir cüceye benzeyen İsrail, bu gücü nereden alıyor?

Adına ister papaz/cellat deyin ister iyi polis/kötü polis veya havuç/sopa, sonuç değişmez: İsrail on yıllardan bu yana ABD’nin Orta Doğu’daki jandarmasıdır. Bölgede pek çok ülkeyle müttefik olan ve iş birlikleri kuran ABD’nin, işler yolunda gitmediğinde veya çözümsüzlük yaşandığında öne sürdüğü tek piyon vardır; o da İsrail.

Devasa bilgi kirlilikleri içinde dünyaya halen antiemperyalist perspektiften bakmayı başarabilen, temel çelişki/baş çelişki ayrımını yapabilen ve ilkelerini yitirmeyen herkes bilir ki ABD’nin ne dünyada ne de Orta Doğu’da barış planları vardır. Diğer tüm emperyalist ülkeler gibi kandan, sömürüden, petrolden, sudan, yeraltı/yerüstü zenginliklerinden ve ülkelerin jeopolitik öneminden beslenir ABD. Her kimle ittifak kuruyor ve yan yana yürüyorsa da amacı, onu kalkındırmak değil, öncelikli olarak kendi hedeflerine ulaşmaktır.

Bugün hem dünya hem de Orta Doğu, büyük bir paylaşım kavgasına sahne oluyor. Bir yanda ABD bloğuyla Rusya bloğu gerek gizli gerek açık çatışırken, öte yanda Avrupa Birliği ülkelerinin konumu var ki şu an için geleceklerini, ABD ile yakınlaşmakta görmekteler.

Gazze’deki direniş sürdükçe, Suriye’de istediği gibi bir haritaya sahip olamadıkça, jandarmasını sahaya daha güçlü ve sert biçimde süren ABD, sonrasında rollenmekten de imtina etmiyor.

ABD’nin de haberi vardı, Katar’ın da

Bu hafta tüm dünyanın gözü önünde hem Katar’a hem de Yemen’e saldıran İsrail’in planlarından, ABD’nin haberi olmadığına inanan var mı? Ya da Trump’ın, üzgünüm, son anda haberim oldu, açıklamalarına? Varsa ya çok saftır ya da büyük bir yanılgı içindedir.

Tabii ülkeler arası mesajlarda, diplomatik ilişkileri bozmamak adına bu gerçekler kolayca dile getirilemeyebilir lakin belirtelim; herkes her şeyin gayet net farkında.

Bakın, ABD’nin en büyük üslerinin bulunduğu ve Hamas bürosuna da ev sahipliği yapan Katar, İsrail ve Hamas arasındaki barış müzakereleri için arabuluculuk görevi üstlenmişti. Fakat ne oldu? Hamas heyeti oradayken, İsrail uçakları Doha’yı bombaladı. Hamas’ın üst düzey yöneticileri, bu saldırıdan sağ kurtulsa da ölen ve yaralananlar oldu. İsrail maddi amacına tam anlamıyla ulaşamasa da istediği terörü estirdi, korkutarak caydırma diyebileceğimiz moral üstünlüğü elde etti.

Saldırı sonrası mağdur durumda görünmesine rağmen, Katar’ın bu saldırıdan haberdar olmaması pek olası değil. Ortada, ABD’nin bildiği, hatta Katar’a da haber verdiği bir saldırı olduğu açık. Belki de Katar bu vesileyle hem arabulucu olmaktan hem de ülkesindeki Hamas bürosundan kendince kurtulmuş oldu. Bu saatten sonra başının ağrımayacağını dahi düşünmüş olabilir. Lakin yanılıyor.

Saldırının hemen ardından Trump’ın üzüntüsünü bildirmesi ve Netanyahu ile konuştuğunu, onun kesinlikle barış istediğini belirtmesi ise tam anlamıyla B sınıfı bir Hollywood filmi tadındaydı. Amacı, gaz almaya çalışmak olsa da rezil bir tiyatroya imza attı Trump. Ki bu senaryonun benzerini, İran’a düzenlenen saldırılarda da görmüştük.

Akabinde, Gazze’ye en çok destek veren ve İsrail’i hedef alan Hutsileri bahane ederek Yemen’i bombaladı İsrail. Tabii onlar da teröristti. Aslında İsrail’e göre kendinden başka herkes teröristti.

Tüm bunları yaparken Türkiye’yi hedef göstermekten ve Ankara’ya saldırabileceğini ima etmekten de kaçınmadı. Katar’a ve Yemen’e saldırıları esnasında, sürekli Suriye’yi, özellikle Türkiye’nin üs kurmak istediği bölgeyi bombalamaya da devam ediyordu. Yarın nereye saldıracağı ise belli değil.

Kısaca, ABD’nin hamiliği ve Avrupa ülkelerinin bilgisi dahilinde önüme gelene bir tekme şarkısını söyleyen İsrail konusunda, aslında herkes gerçekleri görüyor fakat diplomatik dili bırakmamak için sadece kınamalar, geçmiş olsunlar, lanetlemeler, sınır ve egemenlik hakkı ihlali uyarıları, havada uçuşuyor. Hele Arap ülkeleri, konu İsrail olunca tam anlamıyla çıkarcılık ve korku batağına gömülmüş durumdalar.

İsrail neredeyse ABD’nin kirli işlerini yapan bir mafya babasına dönmüş durumda. Elini kirletmek ve uluslararası hukuku çiğnemek istemeyen ABD, İsrail’i öne sürüp güç gösterisi yapmak, bölgeleri terörize edip ardından barış, masa, kınama diye haykırmak ekseninde oyun kuruyor. Kim inanır?

ABD’ye sırtını dönen, Rusya’ya gider

Peki ABD, Avrupa ülkeleri ve İsrail, bu hatta ilerlerken, Rusya bloğu boş mu duruyor? Elbette hayır. Rusya da Polonya hava sahasında imha edilen İHA’ların yüksek ihtimalle sorumlusu. Zamanlama manidar, filler birbirlerine dişlerini gösteriyor. İsrail’in ipini ABD’nin tuttuğunu çok iyi bilen Rusya, varlığını Polonya üzerinden hatırlattı da diyebiliriz. İstediği korkuyu da yarattı. Ve elbette diplomatik akrobasiyle “Bizim ilgimiz yok.” deyip işin işinden çıkıverdi, tıpkı ABD’nin Katar ve Yemen saldırılarından haberinin olmadığı gibi.

ABD şunu hesap ediyor mu bilinmez; ortada iki büyük kutup varken –ki bugünün dünyasında ne kadar çok kutup varsa o kadar iyidir–  İsrail saldırganlığı ve ABD ikiyüzlülüğünün cenderesinden kurtulmak isteyen her ülke, tabii ki Rusya bloğuna yakınlaşacaktır.

Bugün Türkiye’nin konumu da böyle okunabilir. Bir yandan müttefikim, dostum, diyerek Türkiye’yi pohpohlarken, öte yandan jandarmasına tehdit ettiren ABD’nin karşılaşacağı sonuç, Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşmasından başka bir şey olmayacaktır.

Aynı şekilde, Ukrayna savaşından bu yana Rusya saldırganlığından deli gibi korkan ve Türkiye’yi sırf bu nedenle AB’ye almak isteyen Avrupa ülkeleri de yarın yanlarında, onları Rusya’ya karşı koruyacak bir güç bulamayabilirler.

Unutulmamalı ki ne ABD ne İsrail ne de Avrupa ülkeleri, dünyadaki tek oyun kurucu. Halklar olarak tüm savaşlara karşı olsak da bu gerçeği tahlil etmek zorundayız.

Suriye’de de barış bekliyoruz

Tüm bu gelişmelerle birlikte, bugün her zamankinden daha değerli hale gelmiştir barış. Fakat maalesef Türkiye’deki barış süreci, Suriye’de yaşanan Şam-SDG anlaşmazlığı nedeniyle tehdit altında. Bu konuyu yeterince yazdık ve ortak müştereklerde anlaşılması yönünde temennimizi ilettik. Hatta ortak nokta olarak idari özerkliği de dillendirdik.

Her ne kadar Türkiye’nin, Suriye’deki Kürtlerin idari özerklik kazanmasına karşı olduğunu düşünenler varsa da durum öyle değil. 10 Mart mutabakatına giden yolda, idari özerklik de konuşulmuş ve Türkiye tarafından onay görmüştü.

Fakat şu anda İsrail sayesinde ne kurallar kaldı ortada ne sınırlar ne de anlaşma metinleri. Siz ne yaparsanız yapın, benim dediğim olacak, dayatmasıyla nereye kadar gidilir ve ne kadar bedel ödenir bilinmez ama Türkiye’nin de operasyon hazırlığı içinde olduğunu geçen hafta yazdım. Umudumuz, buna gerek kalmadan anlaşmanın sağlanması veya kontrollü adımların atılması.

Ayrıca İsrail’den gelen tehdit salvolarının sürekliliği düşünülünce, Türkiye’nin İsrail’e de direkt veya endirekt bir yanıt vermesi söz konusu. Bu bilgiyi de geçen hafta aktardım.

Tabii bunların yaşanmaması için önemli bir eşik daha var; o da Öcalan faktörü. Öcalan, belki de bu anlaşmazlıkları çözebilecek tek isim olarak öne çıkıyor. Bölgedeki şartlar düşünüldüğünde, Öcalan ne SDG’ye tam anlamıyla silahsızlanın, teslim olun diyecektir ne de Şam’a federasyon dayatacaktır, düşüncesindeyim. Evet, bir şekilde açıklama yapacaktır ve bu açıklamada; SDG’nin Şam hükümetiyle görüşmeler yürütmesi ve anlaşması, yönetime ortak olması, valilik veya belediyeler aracılığıyla idari özerklik denebilecek bir şekillenmeyi talep etmesi gerektiği yer alabilir.

Bugün Öcalan’ı itibarsızlaştırmak, susturmak, yok saymak, sadece kandan beslenenlerin ve savaş baronlarının işine gelir. Bu nedenle Türkiye, Öcalan’ın arabuluculuk yapabilmesi için önündeki erişim engellerini kaldırmalıdır. Zira konu artık sadece açıklama yapmakla çözülemeyecek kadar derinleşmiştir.

Eğer Öcalan’ın arabuluculuğu sağlanırsa belki de herhangi bir operasyona, can kaybına veya barışın yara almasına mahal vermeyecek gelişmeler yaşanabilir.

Erken seçim hazırlıkları

CHP içindeki iki grubun savaşında, iktidarın taraf tuttuğu çok açık, en az kayyımların antidemokratik olması kadar.

Gürsel Tekin’in, değişimcilere muhalefet eden bir kimliğe sahip olsa dahi, partisinin il binasına polisler eşliğinde girmesi, devlet gücünü partili arkadaşlarına karşı kullanması hiç doğru değildi.

Gürsel Tekin ister kayyım olsun ister çağrıcı isterse CHP’yi temizlemek isteyen bir idealist, hepsinden bağımsız olan bir gerçek var ki o da hiçbir partinin il başkanı ya da genel başkanının, mahkeme kararlarıyla belirlenemeyeceği. Partililer belirler, seçmen belirler.

CHP İstanbul İl Başkanlığı’na kayyum olarak atanan Gürsel Tekin’in 8 Eylül 2025 tarihindeki açıklamasının ardından polis, parti binasını ablukaya aldı.

CHP, il başkanlığı için kongre yapar ve partililer kimi istiyorsa onu seçer. Bunun için çağrı heyetine ya da kayyıma gerek var mıdır? Aynı şey, genel başkanlık için de geçerlidir. 15 Eylül’de görülecek kurultay davasında çıkacak kararla CHP’nin başına geçebileceğini düşünmek komiktir. Elbette kâğıt üzerinde geçilebilse de gerçekte partililer ve seçmen istemediği sürece, kimse genel başkan olamaz.

Şimdiye kadar CHP yöneticileri içinde karanlık, ulusalcı, çıkarcı, müteahhit, sağcı, tefeci olmayan, sol gelenekten gelen, demokratik mücadeleyi bilen, partinin kapılarını sola, Kürtlere ve dezavantajlı kimliklere açabilen tek isim belki de Özgür Özel’di.

Bakın, winner adayları bilmem – ki winner olmaları, sağcı, yolsuz ve her tuşa basan kimliklerini de değiştirmez doğrusu. Gördüğüm kadarıyla Özgür Özel, onlardan biri değil lakin çevresinde çokça varlar.

Herkes tersini düşünse de 15 Eylül’deki mahkemeden, Özel lehine bir karar çıkacağını düşünüyorum halen ve Özel’in, kulislerde konuşulan, Ekrem İmamoğlu’nun kurmayı planladığı olası bir merkez sağ partiye geçmemesi gerektiği kanaatindeyim. Zira CHP içindeki yüzyıllık kemik ulusalcıları, çıkarcıları, yolsuzları, tefecileri, elitistleri etkisiz hale getirip, partiyi temizleyebilecek ve ilerici bir çizgiye çekebilecek potansiyel bir tek onda var gibi görünüyor. Belki de Ekrem İmamoğlu’na gösterilen ihtimam ve pohpohlama Özgür Özel’e gösterilseydi, bugün CHP çok daha farklı bir yerde olacaktı.

Nihayetinde CHP’nin rotasını, ne yapacağını, CHP yöneticileri ve seçmenleri belirler, bizim düşüncelerimiz değil.

Geçen hafta yazdığımda inanmayanlara hatırlatmakta fayda var: Erken seçim ufukta göründü, sular bulanıyor ve yeterince bulandığında, onu sadece seçim temizleyecek. Şimdi CHP’nin yaşadıklarına bir de bu gözle bakın.

Düşünelim: Mart 2026’da bir erken seçim olduğunda acaba CHP’den kaç tane Cumhurbaşkanı adayı çıkacak? Seçim öncesi kaç Sinan Oğan vakası yaşanacak? Ve koşullar böyleyken seçimi kim kazanacak?