Okura açık mektup 9

Geçen hafta Fakat Müzeyyen’de Tophane geçişini  özetledim. Haliyle hızlandırılmış bir özet oldu. Yazar, “Dilinizde hırçınlık seziyorum. Kinaye de denilebir, belki de siniklik.” dedi

İLHAMİ ALGÖR

20.09.2025

“Dil işçiliği” diyerek durumu toplama çalıştım.  İkna olmadı.

Y.:Kuşağımın hafızasına yaslandığımı düşünün. Sizin de yabancısı olmadığınız bir hafıza. Fakat o hafıza galiba artık size uzak.  Anlatının dili, hissiyat dünyası da uzak geliyor. Bana gerilerde, geçmişte kalmış olduğum hissini veriyorsunuz.

– O hissi sadece ben mi veriyorum acaba? Geçen 30 senede olup bitenin payı yok mu? Hafızanın değilse de anlatım dilinin bana artık uzak geldiği doğru. Mesela tek erkek sesinin anlattığı varoluş hikâyeleri düşünmek, hissetmek, anlatmak isteği artık bana uzak.

Y.: Yakın olan ne?

Ben 30 yıl sonra bugün kitabın bana düşündürdüklerini söylemeye çalışıyorum. Kutsal kitap değil ki bu.

– Bu yaptığımız sohbet mesela. Yapabilirsek eğer! Durup bakmak, tartmak, düşünmek. Ya da Jül Vern anlatısı mesela. Ona başlamadan önce geniş kanatlı kuşlar gibi uzun uçabilen, süzülebilen bir anlatı geçiyordu gönlümden.

Y.: “Gönül” kelimesini kullanıyorsanız, “Yaşlanınca daha mı az seviyor” sorumu geri alıyorum

– Al. Gönül denilen şey, yoğun bakımda değilsen ömrü uzun olabilen bir cevher. Sen Müzeyyen anlatısında cevherini yoğun kullandın. Alevli meyve tabağı gibi. …!? Alev garip bir imge. Yanmak, tutuşmak, kül olmak… Niye çiçeklenmek olmuyor acaba? Kül veya çiçek, bende artık gökyüzü biraz bulutlu. Biriyle tanışsam ve ondan hoşlansam, bir iç ses “havalanma telli turnam” der bana. Sonra gider küçük bir not defterine, kısa notlar karalar.

Y.: Bir not defteri ve kalem var ama yine de. Görebilir miyim?

– Üçüncü kişinin hukukuna saygısızlık olur. Ama senin tarzında bir cevap verebilirim.

Y.: Benim tarzım?

– Şarkılı tarz; “Şu göğsüm yırtılıp baksan, dikenler aynı güldendir.”

Y.: “Şikayet bilmeyen kalbim, kanar, hep aynı eldendir…” Şaşırttınız beni. “Yaş alınca insan daha mı az…” sorusunda ısrar ile haksızlık ettiğimi düşünüyorum şu an. Sizi gündüz rakısına davet edebilir miyim?

– Güzel fikir. Zaten yolumuz burada bükülüyor. Burası Müzeyyen’in evi terk ettiğinin anlaşıldığı, kahramanın kucaktan düştüğünü idrak etmeye başladığı bölüm. Uzunca sürüyor. Bir ara kapılara takıktı. Burada ise bir aynaya sarıyor: “Yatak odasına girdim. Aynı anda iki zıt duygu birden geldi: Odadan çıkmak ve odada kalmak. Aynayı görmesem çıkacaktım. Giysi dolabının bir kapısı yarım açıktı. Kapı açıyla duruyor, üzerindeki aynada kendimi görüyordum. Ben kendimi, en sivil hallerimin tanığı olan mekâna giren adam olarak hissederken, ayna beni, arkasında boş bir koridor olan adam olarak gösteriyordu.”

– Anlıyorum kolay değil. Eşekten düşmüş karpuz misali. Örneğimi mazur gör. Fakat biraz öyle.

Y.: Müzeyyen okurunu kırıyor olabilirsiniz

– Mizah yeteneklerine ve sezgilerinin derinliğine inancım var.

Başka bir yokuş

Humbaracı Yokuşu’na vurduk. Artık Kumbaracı diyorlar. Şimdi gel de Humbaracı Ahmet Paşa’dan  veya asıl ismi olan Kont de Bonneval’den söz etme. Veya  XIV. Louis ile takışıp Osmanlı’ya sığınmasından. Bu konular beni çekiyor. Acaba yazar haklı olabilir mi?  İnsan yaş aldıkça duygulanımlardan uzaklaşıp, tarihi konulara yaklaşıyor olabilir mi? Yaşadığı zamandan uzaklaşmak anlamında. Birilerinin kaçış dediği anlamda. Hayat beni saçımın aklığı nedeniyle yavaşça kenara alıyorsa eğer, ben başka bir zaman diliminde var olabilmeye mi çalışıyorum?

Asmalımescit’e gidiyoruz. İki kadehlik gündüz rakısı teklifi acaba yolu ve konuyu değiştirmek için taktik bir tavır mı?  Yoksa hakikaten “Şu göğsüm yırtılıp baksan, dikenler aynı güldendir” dizesi onda bir şeyleri mi tetikledi? İfadeyi kendine yakın mı buldu mesela. Eğer yolu ve konuyu değiştirmeyi düşündü ise beni pek etkilemez.

– Ayna konusu yarım kalmasın, ekleyeceklerim var.

Y.: Humbaracı dik bir yokuştur, nefessiz bırakabilir, erteleyin isterseniz.

– Ertelemeyelim. Dura dura yürürüz. Ayna konusu önemli. O evde yeri kalmadığını yüzüne vuruyor kahramanın. Yani kahraman böye algılıyor. Aynayı boyamaya başlıyor:  “Henüz boya ile kapatılmamış, küçük bir açıklık kalmıştı ki, ben gittim Müzeyyen’in yansıması geldi. İlk günlerimizin birinde aynanın önünde durmuş ve orada başka bir kadını gördüğünü söylemişti. Bedeni Müzeyyen olan başka bir kadın. “Aynadaki kadın benim zıttım,” demişti, “ben ne kadar ev haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben gündüzüm, o gece… Çapkın, güçlü, özgür.”

Y.: Bu  bizi nereye götürür? Yorumunuz ne?

– Yorum yok. Haklısın, yokuş nefessiz bırakıyor.

Y.: Dinleyin o halde. Müzeyyen’e haksızlık yapıldığını söylemiştiniz, yeterince işlenmediğini… 30 sene sonra hâlâ herşeyin öznesi o değil mi? Bütün enerji onun etrafında dönmüyor mu? Ve 30 sene sonra sizi bu kadar yabancılaştıran nedir merak ediyorum. İhtiyarlayınca, –affedersiniz– yaş alınca insanın tadı kaçar, acılaşır derler. Aksilik, huysuzluk katsayısı yükselir. Siz böyle bir yerde misiniz?

Hak ettim bu lafları. Yazdığına “ağlak” dedim, başka bir sürü şey söyledim. Ağzımdan pek iyi bir söz çıkmadı. Oysa bir okur, onun için güzel şeyler yazmıştı: “Müzeyyen’in yazarı aynı zamanda şair, ayrılık acısıyla şakıyor, kitap da Orfeus’un şarkısı gibi, gideni geri getirebileceğine tüm kalbiyle inanmış ve asla inanmamış.”

Güzel bir yorum. Yazarın, “duygulanımlar da bir düşünüş biçimidir” cümlesi şimdi yerine daha sağlam oturdu. Bana yaşımla ilgili sorular soracağına, “şiirle aran nasıl?” diye sormalıydı. Veya “nasılsın, keyfin kederin nedir?” diye hal hatır etmeliydi. Yeni bir şeyler hayal edip etmediğimi, neler biriktirdiğimi falan. Bilmediği şeyler var. Ya da üstünde durmadığı. Müzeyyen’i yazdığı yıllarda kirasını ödeyebildiği bir evi vardı. Şehir henüz onu “yoksulsun, daha ucuz bir yerlere git” diye sürmemişti. 30 sene göçebe olmak nedir, bir fikri yok. Ama konu bu değil.

– Yokuş hakikaten eşek osurtan cinsinden. Sohbete masada devam edelim.

Y.: Belki yeniden ele almayı bırakırsınız. Başka şeylerden söz ederiz.

Gülümseyerek söylüyor. İğneli, ince bir gülümseme. Yeniden ele almanın neresi yanlış?

– Belki. Fakat İlhan Berk’in, Lüleci Hendek’e dair yazdıklarını, Papadopulos Apartmanı’nı atladık. Hoş olmadı.