Okura açık mektup – son
Asmalı Mescit’e vardık. Yazar sipariş vermeyi bana bıraktı. İncelikli bir tavır. Söyledim: Beyaz peynir, üstüne iki damla zeytinyağı, varsa kızarmış ekmek, ince kıyım sarımsaklı roka

27.09.2025
Nar ekşisi olmasın. Sadece limon ve zeytinyağı. Kırmızı biber turşusu. Masada renk olsun diye. Beyaz masa örtüsü üzerinde güzel duruyor biber kırmızısı. 20’lik rakı, yaprak ciğer.
Y.: Aynı şeyler. 30 senede değişmeyen şeylerden biri.
Gülümsüyor. Değişmeyen bir şey bulmak hoşuna gitti. Genç adam, değişime neden bu kadar hassas ki? Eğer gelecek endişesi diye bir derdi varsa bana baksın, ben onun gelecek diyebileceği yerdeyim. Durum çok parlak değil ama –bir tarafımıza kaçmış olsa da– kuyruğu dik tutuyoruz şükürler olsun.
Asmalı Mescit’e gelince aklıma meyhaneci Refik geliyor. Hemşin çınarı gövdeli adam. İkinci cihan harbi arefesinde, Trabzon limanından gemi ile gencecik bir delikanlı olarak gelmiş. 1954’te Demokrat Parti devrinde, Baba Nişan adlı bir Ermeni’den bu mekânı almış. Alış o alış. Bir gün bana, “tükenmez” adlı bir mezeden söz etmişti. Savaş, kıtlık, yokluk günlerinde bir tepsiye su doldurup, ortasına bir kalıp beyaz peynir yerleştirip, peynir yağını suya bırakırken ekmeği banıp, arada peynir tırtıklayıp, su azalınca ilave edip…
Dükkâna kadın müşteri geldiğinde canlanırdı. Müşteriyi alır, götürüp bir masaya oturtur, bir süre ayrılmazdı yanlarından. Sağa sola parmak şıklatır, servise gaz verirdi. Ya da müşteriye “sizinle bizzat ilgileniyorum” gazını verirdi. Veya kadınlar hoş, güzel idi, ihtiyar kendine gaz verirdi. Yaşlı erkeklerde hayat enerjisi üretme halleri diyelim.
Ona da anlattım. Biliyor zaten. Özellikle son cümle hatırına anlattım. Gülümsedi.
Y.: “Heves kuşu döner durur.”
Akıllanıyor. Kadeh tokuşturdum. Rakıya buz atmıyor. Bu huyumuz da aynı. Biz demiş oldum. Nedense aklıma gece yarıları rakısını alıp oğluyla birlikte mezarlıkta demlenen kocakarının hikâyesi geldi. Mezarlıkta çilingir sofrası hikâyesi, yazarın Müzeyyen’den sonra yazdığı devam kitabından bir detay. Devam kitabı ile Müzeyyen’de olup bitenleri yalanlamak istemişti:
“Bir zamanlar, yolunda giderken tıkanmış ve yarım kalmış bir hikâyenin figüranıydım. Hikâyenin kahramanları işi gücü bırakıp kafayı yazmaya takan, fakat ne yazacağına karar veremeyen bir adam, adamın her hareketini gidip annesine yetiştiren küçük kız ve birkaç sayfa sonra kızı alıp evi terk eden Müzeyyen adlı kadın idi. Bana sorulmamıştı ama, kadının evi terk edişine hak vermiştim.” (devam kitabı: Albayım beni…)
Neden yalanlamak, reddetmek istedi ki? Mesela küçük kız müzevir bir çocuk değildi. Sevimli bir ufaklıktı sadece. Adam ile birlikte uyduruk resimler yaparlardı. Resimlerin birinde, desenlerinde güleç güneşler taşıyan palyaço giysileri içinde ikisi dans ediyordu. Daha doğrusu adam klarnet çalıyor, ufaklık dans ediyordu. Para toplayıp eve dönüyor, Müzeyyen’e günlerinin nasıl geçtiğini anlatıyorlardı.
“Devam kitabında neden Müzeyyen anlatısını reddettin?” diye soracaktım fakat yanı başındaki duvarda asılı duran küçük çerçeveler içindeki resimlere dalmıştı. Özelikle birine, Burhan Uygur’un Kapı resmine. “Yine mi kapılar?” dedim. Takılmak istedim.
Y.: O kapı değil, bir eşik. İstanbul üzerinden başka bir zaman-mekân boyutuna geçebilmenin eşiği. Önünde oturup bir roman açarsanız, mesela Üç İstanbul veya Hagop Muntziri okursanız eşik açılıyor. Bu minik figürler, dansöz, melekler, simitçi, fal bakan kadın, lunapark, Kızkulesi, cami silüeti, martılar, gramofon, balkonda saksıların arasındaki kedi… Çok tanıdık, çok bildik, yakın. Bir yanıyla düş dünyası, öte yandan mekânda birikmiş zaman.
Mekânda birikmiş zaman, ikimizin de ortak takıntısı. Yavaş yavaş, o ve ben ayrımının yerini “biz” duygusu alıyor. Bir masaya oturunca mı oluşuyor biz?
Acaba başka bir şehirde, kasabada veya köyde doğup büyümüş olsaydık neler birikirdi bizde? Mesela denize uzak, dağlar arasında bir ova şehrinde. Yaz ortası sıcağında insanların kuytulara çekildiği, kedi köpeğin bile görünmez olduğu saatlerde bisikletli biri ana cadde boyunca iniyor. Belki de faytonların henüz çalışır olduğu yıllardayız, nal seslerinin ritmi duyuluyor ve ehram ile örtünmüş bir kadın, sadece burnu açıkta, hızlıca yürüyor kaldırımda. Ya da dağlar ve sınır çizgileri arasında sıkışmış bir köyde, büyük bir nehrin kıyısında kömür gözlü, kara üzüm gözlü bir çocuk olarak belirmişiz. Nehir kıyısı düzlükte buğday ekilirmiş, harman zamanı imiş. Babam harmanda çalışırken bir ara serinlemek için nehre girmiş. Nehir tabanının bazı yerleri oyukmuş, babam oyuğa denk gelmiş, nehir yutmuş babamı, almış götürmüş. Sınır ötesi nehir kıyısı köylerin birinden bir haber gelmiş, kıyıya bir adam vurdu diye.
Az önce sormak isteyip ertelediğim soruya geri döndüm:
– Fakat Müzeyyen’den sonra, devam kitabı ile ne yapmak istedin?
Y.: Müzeyyen’de yazılanların hiç de öyle olmadığını söylemek istedim, nevresimi ters yüz eder gibi. Beceremedim. Hata demek istemem fakat iz kaldı bende.
– Acele etmişsin bence, koşarak devam etmişsin. Yeterince düşünülmemiş, hissedilmemiş, biriktirilmemiş. Fakat “hata yapmayan hiçbir şey yapmayandır” demiş bir kel.
Y.: Tanıyorum o keli. İlyas Kanetti henüz bir çocuk iken, annesi ile bir Orta Avrupa şehrinde, bir kafe’de oturuken görmüşler o keli. Bayan Kanetti, “bak,” demiş oğluna, “Lenin, çok zeki bir adam.” Kanetti’nin çocukluk hafızası şaşırtıyor beni, çok güçlü bir hafıza.
Şu anda iki arada bir deredeyim. Müzeyyen filmi hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum, sormak istiyorum. Öte yandan biraz kafasına göre konuşsun, aksın istiyorum. Ben bile sıkıldım soran, sorgulayan tavrımdan. Galiba evren sesimi duydu ve:
Y.: Beni 1995’te, Müzeyyen’in yazılış yılında sabitlemeni anlayabilirim. Geriye dönüp yıllar önce yazılmış bir şeyi yazarı ile sohbet etsem, o yıllar içinde kalmaya gayret ederim. Fakat mesela yakın zamanda kitaptaki güzergâhı dolaştım. Kürt börekçi kapanmış. Yerine kuyumcu açılmış o küçücük barakada. Adı havalı, bilmem ne gold. Kuledibi çevresi kapalı çarşı ile AVM arası bir yere dönüşmüş.
Müzeyyen ile Kuledibi’nde buluşmalarının az öncesinde uğradığı börekçiden söz ediyor: “Erken gelmiştim. Uzaktan, kahvenin masalarını kestim. Müzeyyen’le her daim oturduğumuz masada, madamalar oturuyordu. Başka masaya oturmak içimden gelmedi. Gözüme börekçi ilişti. Müzeyyen Kürt böreği severdi. Böreği aldım, bitpazarı sokağına ikiledim.”
Y.: Soruların arasında tutku ile ilgili bir soru yoktu. Dikkatimi çekti. Kitabın kapağında bile yazıyor. Tutku’yu sana unutturan nedir?
“Sen” diyor artık, güzel. Sorduğu soru “insan yaşlanınca daha mı az seviyor?”a cevap adeta.
– Tutku çok enerji isteyen bir şey. Senden emer ve dönüp seni besler, sonra yine emer. Enerjinin bu hali veya böyle yoğun kullanımı gençliğe daha yakışıyor sanki. Ak saçlılarda tutku diğer insanlar nezdinde garip kaçabilir. Azıttı, cozuttu derler. “Şeyhimize cennet neşesi geldi” derler. Sıyırdı anlamında. O yüzden ak saçlı tutkuyu yumuşatmış, şefkate dönüştürmüş olabilir.
Y.: Şefkat çaresizlikten iyidir. Youth filmini hatırlıyor musun? Havuz sahnesini…?
Hatırlıyorum. Bir besteci, bir yönetmen, orta yaşları geçmiş iki eski arkadaş, İsviçre Alpleri’nde tatildeler. İyi bakılıyorlar, masajlar, havuz dinlenmeleri, küçük kır yürüyüşleri. Sohbetler sanat, geçmiş üzerine ama yaşlılıkları belirgin. Özellikle orkestra şefinin yaşlılığı. Yaşlılığa başrol verirsen konu haliyle zamanın getirdiği değişimlere, kişide birikmiş geçmişe geliyor. Havuz sahnesini de hatırlıyorum. Şef ve yönetmen, otelin havuzunda omuz başlarına kadar suyun içindeler, sırtlarını havuz kenarına yaslamış sohbet ediyorlar. O esnada genç bir kadın geliyor havuz kenarına. Miss Universe ünvanlı, cenabı hakkın boş zamanında yarattığı bir kadın. Üstündeki giysiler adeta kendiliğinden yere düşüyorlar. Bence o kadının da adı Müzeyyen. Doğuştan, yaradılıştan bezenmiş anlamında. Kadın biraz süzülüyor suda, sonra yine yavaşça üryan çıkıyor havuzdan. Şef ile yönetmen başka bir boyuttan baka kalıyorlar kadına. Yönetmenin gözlerinde o an yeryüzünde bulunuyor olmaktan mutlu birinin ışığı var. Şefin gözleri çaresiz bakıyor. Hiçbir zaman aşamayacağı, asla kapatamayacağı bir mesafe ile yüzyüze kalmanın çaresizliği.