Türkiye’de gazetecilik ‘adli kontrol’ altında
Gazetecilerin meslekleri gereği haber takibi yapması, toplumu ilgilendiren gelişmeleri yerinden aktarması, basın ve ifade özgürlüğü kapsamında kalemini kullanması adli kontrol kararlarının gerekçesi haline geldi
03.11.2025
Basın davalarında hâkimlerin giderek daha sık başvurduğu adli kontrol kararları, yargısız cezalandırma yöntemine dönüştü. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) verilerine göre Eylül 2024 – Eylül 2025 kapsayan bir yıllık süreçte gözaltına alınan 109 gazeteciden 67’sine adli kontrol tedbiri uygulandı.
Bir caydırma ve gözdağı yöntemi olarak kullanılan adli kontrol kararları, habercileri işini yapamaz hale getiriyor. Gazeteciler Ömer Çelik ve Tuğçe Yılmaz bu kararların mesleği yapmaları üzerinde ciddi bir baskı oluşturduğunu söylerken, avukat Elif Ergin ise adli kontrol tedbirlerinin peşinen cezalandırma aracı olduğuna dikkat çekiyor.
“Adli kontrol tedbirleri ile serbest bırakıldı.” Son yıllarda gazeteci yargılamalarında en çok duyduğumuz birkaç cümleden biri. “Tutuklandı” sözü ile bitmediği için üzerine çok konuşmadığımız, hatta “kötünün iyisi” diye razı olduğumuz bu cümle giderek gazetecilerin hayatında daha fazla yer kaplamaya başladı. Peki nedir bu adli kontrol tedbiri? Adli kontrol, yasal olarak kişinin kaçma ya da delilleri karartma ihtimaline karşı, tutuklama yerine getirilen yükümlülükler bütünü olarak tanımlanıyor. Ancak Ceza Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) bu kavrama ilişkin detaylı tanım yapılmazken, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarında adli kontrol, “serbest bırakılma ile tutuklanma arasında etkinliğe sahip bir koruma tedbiri” olarak nitelendiriliyor. Yasal zeminde adli kontrol kararı verilebilmesi için tutuklama nedenlerinin bulunması gerekiyor. Buna göre, kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerin bulunması ve kişinin kaçma ya da delil karartma riski taşıması şart koşuluyor. Ancak son yıllarda, hakaret suçları ya da sosyal medya paylaşımları gibi katalog suçlar dışında kalan davalarda da adli kontrol tedbirlerine sıklıkla başvurulduğu görülüyor.
Gazetecilerin meslekleri gereği haber takibi yapması, toplumu ilgilendiren gelişmeleri, gelişmelerin yaşandığı yerlerden aktarması, basın ve ifade özgürlüğü kapsamında kalemini kullanması adli kontrol kararlarının neredeyse gerekçesi haline geldi. Bir foto muhabiri fotoğraf çektiği için, bir muhabir haber yaptığı için, bir gazeteci araştırmasını yazdığı için ev hapsine, imza yükümlülüklerine, yurt dışı çıkış yasaklarına mahkûm ediliyor. Öyle ki basın meslek örgütleri sayıları gittikçe artan bu adli kontrol kararları aracılığıyla basın faaliyetlerinin adeta kontrol altına alındığına dikkat çekiyor.
Son 1 Yılda 67 gazeteciye adli kontrol uygulandı
TGS, 14 Eylül’de gazetecilerin yargılandığı davalarda adli kontrol kararlarını mercek altına alan bir rapor yayınladı. Eylül 2024 ile Eylül 2025 dönemini kapsayan rapora göre bir yıllık süre zarfında 109 gazeteci gözaltına alındı. Gazetecilerin 36’sı tutuklanırken, 4 gazeteciye ev hapsi, 67 gazeteciye de adli kontrol tedbiri uygulandı.
Bu tedbirler arasında en yaygın olanlar, haftalık imza yükümlülüğü ve yurt dışı çıkış yasağı. Ama tablo bu sayılarla sınırlı değil. Nitekim birden fazla soruşturma dosyası kapsamında hakkında birden fazla adli kontrol tedbiri uygulanan gazeteciler olduğu gibi, 2024 Eylül ayından önce açılan soruşturma ve kovuşturma dosyalarında haklarında adli tedbir hükümleri uygulanmaya devam eden gazeteciler bu verilere dahil edilmemiş. Dolayısıyla hâlihazırda hakkında adli kontrol tedbiri olan gazeteci sayısı çok daha yüksek. TGS’ye göre gerek bu sayının gerekse hangi adli kontrol tedbirlerinin ne kadar süre ile uygulandığının tespit edilmesi, hukuksuz uygulamaların yaygınlığı nedeniyle neredeyse imkânsız.
Somut bir örnek verecek olursak, gazeteci Özlem Gürses sonunda beraat ettiği bir suçlama nedeniyle 52 gün boyunca ev hapsinde tutuldu. Gazeteci İsmail Saymaz hakkında uygulanan ev hapsi 56 gün sonra kaldırılarak, yerine haftada bir imza ve yurt dışı çıkış yasağı şeklinde tedbir getirildi. Gazeteci Semra Pelek, Artvin merkezli ve gizlilik kararı olan bir soruşturma kapsamında İstanbul’daki evinden alınarak 1500 kilometre uzaklıktaki bir şehre ifade işlemleri için götürüldü, çıkarıldığı mahkemede hakkında imza yükümlülüğü ve yurt dışı çıkış yasağı kararı verilerek serbest bırakıldı. Gazeteci Timur Soykan hakkında hâlihazırda başka bir soruşturma kapsamında haftada üç gün imza şartı varken, gözaltına alındığı diğer bir soruşturma dosyası kapsamında yeniden haftada üç gün imza yükümlülüğü getirildi. Bu tür örneklerde adli kontrol kararları katman katman üst üste eklemlenebilen, karmaşık hukuki süreçlere dayalı girift bir uygulamaya bürünüyor.
Gazeteci Tuğçe Yılmaz: “karakoldaki polisler ‘sizin imzanız kalkmadı mı’ diye sorup şakalaşıyorlar”
Adli kontrole tabi gazeteciler listesi uzun, gelecekte daha da uzayacak gibi. bianet editörü Tuğçe Yılmaz, bu listedeki gazetecilerden biri. Yılmaz, 26 Kasım 2024’te yedi gazeteci ile birlikte “terör örgütüne yardım” suçlamasıyla gözaltına alındı. Gözaltına alınan gazetecilerden ikisi tutuklandı, altı gazeteci ise çeşitli adli kontrol uygulamalarıyla serbest bırakıldı. Aynı suçlama ile haklarında açılan dava Aralık ayında görülmeye başlanacak. Yılmaz’ın yurt dışı çıkış yasağı ve haftada bir imza adli kontrolü o tarihten bu yana devam ediyor. Yaptıkları itirazlar ise gerekçe gösterilmeksizin reddedildi.
Yılmaz, adli kontrol uygulamalarına üç kez itiraz ettiklerini ve her defasında “ret” cevabı aldıklarını söyledi. “Daha geçen hafta geldi son ret kararı: Uygun değildir. Kararda da hiçbir şey yazmıyor. Bize bir cümle de olsa bir gerekçe bile söylenmedi,” diye anlatıyor avukatlarının sürdürdüğü itiraz sürecini. “Kasım’da 1 yıl olacak. Dört yıldır bianet’te çalışıyorum. İş yerim belli, evim belli. Ama yine de kaldırılmıyor. Her pazartesi karakola gidip imza veriyorum.”
Peki, bu süreç gazetecilik mesleğini yapmasını nasıl etkiledi? Önce fiziki kısıtlamalarından bahsediyor Yılmaz. “Gazeteci olduğum için mobilize olacağım alanlar kısıtlamış durumda şu an. Mesela şehir dışında bir iş varsa ve Pazartesi’ye denk geliyorsa ya da o günü kapsıyorsa, gidemiyorum. Örneğin bir panele konuşmacı olarak davet ediliyorum, ona da gidemiyorum. Veya mesleki bir eğitime katılmam gerektiğinde ona da katılamıyorum. Böyle böyle birçok etkinliğe gidemedim,” diyor. “Yurt dışı zaten hiç yok. Psikolojik olarak da bir yük tabii ki. O gün imzayı attım mı, atmadım mı derdi bitmiyor. Unutan arkadaşlarımız da oluyor çünkü, hele ki yoğun bir günse. O yüzden ben işe gitmeden atıyorum mesela. Pazartesi rutinim karakol, iş şeklinde gidiyor.”
Yılmaz, adli kontrolün uzadıkça ağır bir yüke dönüştüğünü söylüyor: “O kadar uzun zaman oldu ki karakoldaki polisler ‘sizin imzanız kalkmadı mı’ diye sorup şakalaşıyorlar. Pazartesi benim her halükârda İstanbul’da olmam gerekiyor. Örneğin yıllık iznim iki hafta, kullanmak istiyorum. Öyle uçuk tatil planları da kurmuyorum. Ama Pazartesi illaki burada olmak gerekiyor. Yani tekrar mı gidip dönmeliyim? Ya da mazeret bildirebiliyorsun ama neden? Yani bir suç yok ki, neden bunu yaşamak zorunda kalıyoruz?”
Bu “zorunluluk” halinin başlı başına kısıtlayıcı olduğundan bahsediyor Yılmaz, hele ki ortada işlenmiş bir suç yokken daha da baskıcı bir duyguya dönüşüyor. “Bu sosyal açıdan da bir sorun; insanlara bunu anlatmak, bunu tekrar tekrar paylaşıyor olmak,” diyor Yılmaz. “Mesleki faaliyetlerimizden dolayı ‘örgüt propagandası’, ‘örgüte yardım’ gibi şeylerle suçlanmak. Her defasından bunu anlatmak zorunda olmak sosyal açıdan kriminalize edici bir şey.”
Yılmaz, son olarak haziran ayında yine bir haberi nedeniyle gözaltına alındı. Bu kez savcılık iddiasını TCK 301’ye dayandırdı, yani “Türklüğü aşağıma” suçuna. Gerekçe, yaptığı bir haber. Yılmaz hakkında yakalama kararı olduğunu rutin bir Genel Bilgi Taraması (GBT) sırasında öğrendi ve sokakta apar topar gözaltına alındı. “Bu olay bir Salı günü yaşandı. Oysa ben, bir gün önce, yani Pazartesi karakola gidip imza vermiştim,” diyor. “O da davaya dönüştü. İki dava var şu anda hakkımda. Ve adli kontrolüm devam ediyor. Mesleğimi yaptığım için mesleğimi yapmam zorlaştırılıyor adli kontrollerle.”
14 yıllık döngü: Tutuklama, dava, tahliye, adli kontrol
Gazeteci Ömer Çelik’in hikâyesi ise daha uzun, tam 14 yıllık bir döngü. Tutukluluk, tahliye ve adli kontrol silsilesi 2011 yılında, KCK Basın davası kapsamında tutuklanmasıyla başlamış. Muhabir olarak çalıştığı Dicle Haber Ajansı için yaptığı haberler ve haber kaynaklarıyla olan görüşmeler gerekçe gösterilerek ‘örgüt üyeliği’ suçlamasıyla yargılanmış. “Bir buçuk yıllık tutukluluktan sonra tahliye edildim. O dosyada 6 ay kadar bir adli kontrol uygulandı, bu sürede imza veriyordum,” diye anlatıyor Çelik. “Mahkeme devam ederken bu kez 2016’da, RedHack dosyası nedeniyle ikinci kez tutuklandım. 2016 yılı sonunda cumhurbaşkanının damadı, dönemin bakanlarından Berat Albayrak’ın toplumu yakından ilgilendirip, özünde suç konusu olan e-maillerini haberleştirdiğim için hapsedildim. 10 ay tutuklu kaldım. Tahliyeden sonra imza adli kontrolü yine devam etti. O dosyada yargılandığımız meslektaşlarımızdan bazıları ile birlikte 1 yıl 6 ay hapis cezası aldık.”
Çelik’in mesleğini icra ettiği için maruz kaldığı yargı baskısı bununla da bitmedi. 2022’de 20 gazeteci ile birlikte gözaltına alındı, 16 gazeteci ile birlikte tutuklandı. Suçlamaların konusu olarak yine yaptığı haberler ve programında işlediği konular gösterildi. “O dosyadan tahliye edildikten sonra bu kez imza zorunluluğu verilmedi ama yurt dışı çıkış yasağı şeklinde adli kontrol kararı var, o hâlihazırda sürüyor,” diyor Çelik. “Mahkeme bütün itirazlarımızı da reddediyor. Bu da yetmiyor, mahkemelerin verdiği kararlar tek başına bir şey temsil etmiyor. Bunu neden mi söylüyorum? Mesela benim ikinci tutuklanma-tahliyeden sonra yurt dışı çıkış yasağım kaldırılmıştı, ama bu sefer de idari durum devreye girdi. Mahkemenin benim hakkımda herhangi bir adli kontrol, yani yurt dışı yasağı ya da imza kararı olmamasına rağmen ailem ile birlikte yurt dışına çıkış için başvuruda bulundum. Ve bu defa da İçişleri Bakanlığı’nın bir kararı olduğunu öğrendim. Bakanlık ‘bu çıkamaz’ demiş,” diye anlatıyor.
Çelik, bakanlığın bu kararından tesadüfen haberdar olmuş. “İdari olarak bu bana tebliğ edilmedi tabii, başvuru yapınca öğrendim. Ve pasaport alamadım sonuçta. Aslında sürekli tekrarlayan bir döngünün içerisinde sıkışıp kalıyoruz. Dava, tutuklama, tahliye, adli kontrol. Ya da tutuklama yoksa adli kontrol. 2011’den beri bu döngüdeyim, Sadece mesleğimi yaptığım için.”
Öte yandan, KCK Basın Davası olarak kamuoyunda bilinen dava süreci aradan bunca zaman geçmesine rağmen hâlâ neticelenmiş değil. “Düşünün 2011’deki dava 14 yıldır devam ediyor. Tutuklamaların dışında, açılan soruşturmalar da var ve bana yöneltilen suçlamalar hep ‘örgüte yardım’, ‘örgüt propagandası’ gibi maddelere dayanıyor. Hepsinin gerekçesi mesleki faaliyetlerim; haberlerim ve programlarım. Ki son davada doğrudan yaptığım programlar, bu programlarda Kürt meselesini işlemem iddianamede yer aldı,” diye anlatıyor ve ekliyor: “Ben Kürt meselesi ve onun sonuçlarına dair çalışıyorum. Yıllardır, yargılanıyorum, tutuklanıyorum bu nedenle. Mesela Temmuz ayında gidip silah bırakma törenini yerinde izleyemedim. Bazı gazeteciler devlet tarafından götürülüp o programı takip etti, ama ben adli kontrol tedbirleri yüzünden gidemedim.”
TGS avukatı Ergin: “Peşinen cezalandırma aracı”
TGS avukatı Elif Ergin ise adli kontrol kararlarının gazeteciler üzerinde bir baskı oluşturduğuna dikkat çekiyor. “Adli kontrol tedbirleri gazetecilerin mesleki faaliyetleri açısından yalnızca fiziki zorluklar çıkarmıyor. Kamuyu ilgilendiren herhangi bir gelişmede görüşlerini ifade etme iradesi üzerinde caydırıcı bir etkide de bulunuyor. Toplumu ilgilendiren gelişmeleri takip eden gazetecilerin kameraları adeta yaşananları çekmesin, kamuoyuna bilgilendirme aktarım yapmasın diye bu dosyalar bir baskı aracı olarak kullanılıyor,” diyor Ergin.
Ergin, adli kontrol kararların gerek Anayasa’ya gerekse uluslararası sözleşmelerden kaynaklı içtihada aykırı olduğunu da vurguluyor. “Anayasa’nın 26 ve 28. maddeleri, ülkemizin tarafı olduğu uluslararası sözleşmeler, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin basın ve ifade özgürlüğü alanında hak ihlallerine ilişkin vermiş oldukları kararlar… Bütün bir yasal mevzuat değerlendirildiğinde şunun altını ısrarla çizmekte fayda var: basın ve ifade özgürlüğü en temel haklardandır. Ancak yasal olarak korunan en temel haklar hiçe sayıldığı gibi, Anayasa ve uluslararası sözleşme hükümlerine uygun hareket edilmiyor. Yetkili makamlar basın ve ifade özgürlüğünün tesisi ve korunmasında pozitif ve negatif yükümlülüklerine aykırı hareket ediyor,” diyor. Bunun sonucunda bir değil, halka halka birbirine eklenen bir ihlal zinciri meydana geliyor. “İfade özgürlüğünden yararlanma hakkı hiçe sayıldığı gibi gazetecilerin çalışma hürriyetinden, seyahat özgürlüğüne, adil yargılanma hakkından, lekelenmeme hakkına kadar diğer temel kişi hak ve özgürlükleri de ihlal ediliyor,” diyor Ergin “Son bir yıl içerisindeki verilere bakılacak olduğunda bu ihlal boyutlarının maalesef büyük bir hızla derinleştiğini de görüyoruz. Bir an önce hukuksuz uygulamalardan vazgeçilmeli, adli kontrol tedbirleri peşinen cezalandırma aracı olmaktan çıkarılmalıdır.”