Mahkemelerin tahliye kararlarından saatler sonra verilen yeniden tutuklama kararlarının “son dakika” başlığıyla medyaya yansıması, olağan hale geldi.

Yeniden tutuklamalar: “Kanuna uygun olması, hukuki demek değil”

Tahliye kararlarına yapılan itirazlar sonucunda verilen yeniden tutuklama kararları giderek yaygınlaşıyor. ÇHD Genel Sekreteri av. Çiğdem Akbulut, bu durumu tutuklamanın bir tedbir olmaktan çıkıp fiili bir cezalandırma aracına dönüşmesi olarak değerlendiriyor

Ayça Söylemez

26.12.2025

Yaklaşık bir yıl süren soruşturma sonucunda hazırlanan dosyayı en az aylar boyunca inceleyen, sanıkları duruşmalarda –kimi zaman yıllarca– dinleyen mahkemelerin kararları, aynı dava dosyasıyla sadece birkaç saat haşır neşir olabilen hakimler tarafından bir çırpıda tersine çevrilebiliyor.

2017’den beri uygulamada olan ve son dönemde örneklerine giderek daha sık rastladığımız “tahliye iptali” ya da “yeniden tutuklama” karalarından söz ediyoruz. Tahliye edilen tutukluların cezaevinden çıkar çıkmaz, hatta kimi zaman henüz hücresinden bile ayrılmadan yeniden tutuklanmaları neredeyse bir teamül haline geldi. Bu nedenle, tahliye kararları artık gerçek anlamda bir sevinç yaratmıyor; aksine, tedirgin bir bekleyişi beraberinde getiriyor.

Siyasi dosyalarda çok sık karşılaştığımız ve haberlere konu olan bu uygulama, söz konusu adli dosyalar olduğunda “sosyal medya mahkemesi”nin etkisi altına girebiliyor. Savcıların tahliyelere itirazlarını incelemekle yükümlü hakimler, kamuoyunda infial yaratan bazı davalarda yeniden tutuklama kararları verebiliyor.

Tahliyenin hemen ardından yeniden tutuklama kararı verilmesiyle ilgili, sadece bu yıl içinden birkaç örnek:

> 17 Nisan: Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Onursal Başkanı, avukat Selçuk Kozağaçlı, tahliye edilmesinin üzerinden 24 saat geçmeden kararın kaldırılmasıyla yeniden cezaevine gönderildi.

> 2 Eylül: Görevden uzaklaştırılan Beykoz Belediye Başkanı Alaattin Köseler hakkında, tahliye edilmesinin ardından savcılık itirazı sonrası yeniden tutuklama kararı verildi.

> 2 Ekim: Menajer Ayşe Barım hakkında önce tahliye kararı verildi; savcılık bu karara itiraz etti. İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi itirazı reddederek dosyayı üst mahkemeye gönderdi. Bu kez dosyayı inceleyen İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi ise itirazı kabul etti ve Ayşe Barım’ın yeniden tutuklanmasına karar verdi.

> 13 Ekim: Kamu kurumları yöneticilerinin elektronik imzalarını kopyalayarak sahte diploma ve sürücü belgesi düzenledikleri iddiasıyla yargılanan 199 kişinin davasında, haklarında tahliye kararı verilen beş sanık, savcılığın itirazı üzerine yeniden tutuklandı.

> 8 Kasım: “Hells Angels (Cehennem Melekleri)” olarak bilinen organize suç örgütünün elebaşı olduğu belirtilen Coşkun Necati Arabacı, “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” ve “nitelikli yağma” suçlarından yargılandığı davada adli kontrol şartıyla tahliye edildi. Ancak İzmir 1. Ağır Ceza Mahkemesi, savcılığın itirazı üzerine Arabacı hakkında yeniden tutuklama kararı verdi.

> 2 Aralık: Gazeteci Furkan Karabay, “Cumhurbaşkanına hakaret”, “kamu görevlisine hakaret” ve “hedef gösterme” suçlarından toplam 4 yıl 3 ay hapis cezasına mahkum edildi. Mahkeme, tutuklu kaldığı süreyi göz önünde bulundurarak Karabay’ın tahliyesine hükmetti; savcılık ise bu karara itiraz etti. Bu kez dosya yerel mahkeme tarafından hükme bağlanmış olduğu için Karabay hakkında yeniden tutuklama kararı verilmedi.

> 6 Aralık: İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) soruşturmasında, iddianamede yer almayan 19 isim arasından tahliye edilen 11 kişi, savcılığın itirazı üzerine cezaevi kapısında yeniden tutuklandı.

Örnekler uzayıp gidiyor, artan operasyonlar silsilesinin ardından gelen tutuklamalarla tahliye bekleyenlerin sayısı katlanarak artıyor. Kimi tutukluların henüz iddianamesi bile yokken, kimleri yıllardır cezaevinde bulunuyor.

Tahliye kararının ardından verilen yeniden tutuklama karalarının hukuktaki karşılığı nedir? Üst mahkemelerin, henüz esastan incelemedikleri dosyalarda karar vermesi hukuka ve yerleşik teamüllere uygun mu? Mahkeme karalarının sürekli olarak tartışmaya açılması yargıya duyulan güveni zedelemez mi, yargı bağımsızlığını aşındırmaz mı? Tutuklunun psikolojik olarak sürekli bir belirsizliğe maruz bırakılması, fiilen “ceza içinde ceza” anlamına gelmez mi?


Peki bu uygulama nasıl başladı? 

Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun (CMK) 104/2. Maddesi şu şekildeydi: “Şüpheli veya sanığın tutukluluk hâlinin devamına veya salıverilmesine hâkim veya mahkemece karar verilir. Ret kararlarına itiraz edilebilir.” OHAL KHK’larından 20.11.2017 tarihli 696 sayılı KHK’nın 93. Maddesi ile “Ret kararlarına itiraz edilebilir” ifadesi “Bu kararlara itiraz edilebilir” şeklinde değiştirildi. Böylece şüpheli veya sanığın tahliye talebinin reddedilmesine yaptığı itiraz hakkının yanı sıra savcının da tahliye kararına itiraz edebilmesinin önü açıldı.


“Siyasi araç” olarak tutuklama

Çağdaş Hukukçular Derneği’nden (ÇHD) avukatlar, bu uygulamaya ilk maruz kalanlar arasında yer alıyor. Yukarıdaki soruları yanıtlayan ÇHD Genel Sekreteri, avukat Çiğdem Akbulut, söz konusu düzenlemeyle “yalnızca bir tedbir olarak uygulanması gereken tutuklamanın, siyasi bir cezalandırma aracı olma özelliğinin kuvvetlendirildiğini” söyledi.

Avukat Akbulut, KHK ile yapılan kanun değişikliğinin hemen ardından karşı karşıya kaldıkları uygulamayı şu sözlerle anlattı: “Bu düzenlemenin ne anlama geldiğine ve nasıl uygulandığına dair en bilinen, belki de ilk örneklerinden biri ÇHD dosyasıydı. Üstelik burada tutuklamanın ve yeniden tutuklamanın ‘siyasi araç’ olarak kullanıldığı öyle ayan beyan ki, yeniden tutuklama kararı üst bir mahkeme tarafından değil, bizzat tahliye kararını veren mahkemenin kendisi tarafından alındı. On saat içinde her ne olduysa, mahkeme kendi verdiği karardan dönüp yeniden tutuklamaya hükmetti.”

Akbulut, yaptıkları u-dönüşe rağmen tahliye kararının faturasının heyetteki hakimlere kesildiğini anlatıyor: “14 Eylül 2018 akşamı görevde olan İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti her ne kadar yeniden tutuklama kararı vermiş olsa da kendilerini kurtaramadı. Ertesi sabah, 15 Eylül’de tenzili rütbe diyebileceğimiz şekilde farklı mahkemelerde görevlendirilmiş olarak uyandı.”

Tahliye kararlarının ardından gelen “jet tutuklamalar,” bu dosyayla sınırlı kalmayarak birçok başka davada da uygulanmaya devam etti. Avukat Çiğdem Akbulut, durumu şu sözlerle özetliyor:  “Siyasi iktidara muhalif siyasetçilerin, gazetecilerin, sanatçıların dosyalarında iktidarla herhangi bir sebeple karşı karşıya gelmiş çok sayıda insanın hapisle ve yeniden hapisle cezalandırıldığı bir pratik artık yerleşmiş durumda. Bunun yakın dönemde belki de en çarpıcı örneklerden biri Ayşe Barım dosyası.”

Her ne kadar kanuna uygun olduğu ileri sürülse de söz konusu düzenlemenin hukukiliği uzun süredir tartışma konusu. Hukukçular, düzenlemeye hem Anayasa Mahkemesi içtihatları çerçevesinde gem de evrensel hukuk ilkeleri bakımından itirazlarını dile getiriyor. Avukat Akbulut, bu tartışmayla ilgili değerlendirmelerini şöyle açıklıyor:

“Onlarca temel hak ve özgürlüğün ihlal edilmesine sebep olan OHAL dönemindeki KHK düzenlemelerinden birinin sırf kanunileşmiş olması, bu durumu hukuka uygun hale getirmiyor. Belki yüzlerce klasörden oluşan bir soruşturma dosyasında iddianamenin hazırlanmasının bir yılı geçtiği; dosya mahkemenin nihayet önüne geldiğinde sadece tensip zaptını düzenlenmesinin ve ilk tutukluluk incelemesinin yapılmasının haftaları alabildiği; ilk duruşmanın ise aylar sonrasına bırakıldığı düşünüldüğünde, dosyanın delillerini inceleyen ve sanıklarını duruşmada doğrudan dinleyen hakimlerce verilen tahliye kararlarının, tüm bu süreçle ‘görünüşte’ ve en iyi ihtimalle birkaç saat temas eden aynı derecedeki başka hakimler tarafından sorgulanabilmesi dahi, hukuk güvenliğinin fiilen ortadan kalktığının ispatıdır. Bugün artık ne yargılananların güvenliğinden, ne yargıya güvenden ne de yargılayanların bağımsızlığından bahsedebiliriz.”


“Topluma mesaj veriliyor”

Peki, bu tutuklama kararları en baştan hangi şartlarda veriliyor? Başka bir deyişle, tutuklama müessesesi hukuka uygun biçimde işliyor mu? Avukat Akbulut bu soruyu şu şekilde yanıtlıyor:

“Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını tamamen kısıtladığı için oldukça sıkı şartlara bağlı, son çare olarak başvurulması gereken ve de esasen yalnızca bir tedbir olan tutuklama, bu ülkede artık tam anlamıyla cezanın kendisi konumunda. Kişilerin, yapılacak yargılama sonucunda hapis cezası almalarından ve aldıkları hapis cezasının süresinden bağımsız olarak tutuklama ile hem yargılananın kendisine hem de onun üzerinden toplumun tamamına verilen bir mesaj var: ‘Eğer makul kişiler olmazsanız hiç bitmeyecek bir tutsaklık ile karşı karşıya kalacaksınız. En iyi avukatlar tarafından da savunulsanız –kaldı ki onların da en iyileri ‘içeride’– hakkınızdaki isnatları sağlam ve somut delillerle de çürütseniz, masumiyetiniz ne kadar ortada da olsa, hayatınız, özgürlüğünüz ellerimizde.’”

ÇHD dosyasının ilk örneklerden biri olduğunu belirtmiştik; benzer bir karar, aynı dosya kapsamında Silivri Cezaevi’nde bulunan ÇHD Onursal Başkanı, avukat Selçuk Kozağaçlı’nın bu yıl bir kez daha başına geldi. Kozağaçlı, 2018’de yalnızca bir gün bile sürmeyen tahliyesinin ardından yeniden tutuklandığı İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılamada verilen hapis cezasının infazında şartlı tahliye hakkı kazandı ve 16 Nisan 2025’te cezaevinden çıktı. Ancak tahliyesinden bir gün sonra yeniden tutuklandı.

Mahkeme kararlarının dahi defalarca sorgulandığı bir süreçten geçiyoruz. Uygulamada ise bu belirsizlik, herhangi bir yargılamada hakimlerin takdirine bağlı bir “piyango”ya dönüştü. Yargının geldiği noktada bu “piyango” herkese çıkabilir.