Adımı verdim sana
“Kendimizden öyle çok şeyi fırlatıp atıyoruz ki, otuz yaşında iflas ediyoruz ve yeni birisiyle başladığımızda verecek pek bir şeyimiz kalmıyor!”
17.11.2019
Bir insanı neden sevdiğini tam olarak anlatamamak gibi, Call Me By Your Name filmiyle ilişkim. İçimde biliyorum, kelimeleri çağırıyorum imdadıma. Ama yine de hep eksik kalacak. Kendi hayatımdan bir parçaymış gibi hafızama kazılı olduğunu, son nefesimde hayatın film şeridi gibi gözün önünden geçmesi diye bir şey varsa, son çakan birkaç görüntünün arasında bir filmin sahnesi olarak değil kendi anım olarak Elio ve Oliver’ı göreceğimi biliyorum. Böyle anlatabilirim galiba.
Kerelerce izlediğim, sanırım hayatta en çok izlediğim, izliyor olduğum, izliyor olacağım film o. Yetinmeyip senaryosunu sonra kitabını okuduğum, okuyor olduğum, okuyor olacağım hikâye o. Hâliyle asıl mesele benim onda neye takıldığım. İnsana kendini keşfettiren, varlığını buldurup kaybettiren bir ilk aşk eşliğinde çıktığım bu neyin yolculuğu? Neyin yolu? Soğan kabuğu gibi katmanları açmaya, matruşka bebekler gibi anlamları birbirinin içinden çıkarmaya cesaret ettim nihayet. Nereye kada götürürse, oraya kadar gitmeye.
Yol öncesi bavul hazırlarcasına bilgi topladım önce. Biraz da gerginliği bastırmak, yola çıkışı geciktirmek içindi. Oysa her yazı bir yolculuksa, yıllardır yollardayım. Bazen ama böyle olur, bedenin uyuşur yazılmamışın karşısında. Korkarsın. İçine sinmemesinden ödün patlar. Sonra, bu korkunu da yazıyla itiraf eder, başlarsın çakıl taşlarına basmaya.
Karanfil elden ele
Filmin ortaya çıkış macerası da şükür, benim şu anlatmaya çalıştığım ruh hâline yakın. Gerçek bir yol hikâyesi. Io Sono Amore ve A Bigger Splash filmleriyle arzu kavramına odaklanan ve Call Me By Your Name ile üçlemesini tamamlayan Luca Guadagnino’nun yönettiği, André Aciman’ın aynı adlı eserinden James Ivory’nin senaryolaştırdığı film, usûl gereği konusunu kısaca özetlemek gerektiğinde, kendinden başka her şeyi anlatıyor gibi geliyor bana. Ama işte yazı yolunun da ilk adımları hep sarsak gelir insana.
Kuzey İtalya’da bir yerde, 1983 yazında geçen hikâyede 17. yüzyılından kalma bir villada, 17 yaşındaki Elio (Timothée Chalamet) tatil günlerini nota transkripsiyonu yapıp piyano çalarak, gölde yüzüp kitap okuyarak arada da arkadaşlarıyla dışarı çıkarak geçirmektedir. Arkeoloji profesörü babası Samuel Perlman (Michael Stuhlbarg) ve çevirmen annesi Annella (Amira Casar) ile birlikte tekdüze bir dinginlik içinde akmakta olan hayat, her yıl profesöre arşiv işlerinde yardım etmek ve bu arada kendi çalışmalarına yoğunlaşmak için altı haftalığına villaya kalmaya gelen genç akademisyenlerin o seneki temsilcisi 24 yaşındaki Oliver’in (Armie Hammer) varışıyla hareketlenir. Odasını verip yan tarafa geçen Elio, bu yakışıklı ve özgüvenli konukla hayatının sınavını yaşayacaktır.
Kitabı keşfedip haklarını satın alan yapımcı Peter Spears and Howard Rosenman, arkadaşları James Ivory’yi baş yapımcı olarak davet eder ardından da Guadagninoyla yönetmen olarak temasa geçer. Guadagnino, yoğun takvimi dolayısıyla teklifi geri çevirir ama hâlihazırda Kuzey İtalya’da yaşadığı için mekân sorumlusu olarak projeye dahil olur. Bir süre Ivory ve Guadagnino’nun ortak yönetmesi gündemde olsa da, nihayetinde James Ivory’nin senaryoyu uyarlamasına, Luca Guadagnino’nun filmi yönetmesine karar verilir.
Elden ele emanet edilen hikâye yol boyunca sayısız değişikliğe uğrar. Filmin ve hikâyenin büyüsü tam da burada yatar aslında. Sanki siz de sette olsanız, bu organik kurgu içerisinde önereceğiniz bir şeylere yer vardır. Her şeyden önce kitap baştan sona Elio’nun yirmi yıl öncesini hatırlayarak kendi dilinden aktardığı iç dünyasının çırılçıplak dökümüdür. Zamanı 1983 yazına odaklayan Ivory’nin uyarlamasında da halen anlatıcı bir dış ses vardır. Romanı, "geçmişi hatırlamaya ve kaybedilmiş şeylerin melankolisine dalmaya dair Proustyen bir kitap” olarak tanımlayan Guadagnino, izleyiciyi tamamen karakterlerin içine sokmak üzere dış sesi devre dışı bırakır. Kitapta 1988 yılında geçen yaz öyküsünü neden 1983’e taşıdığı sorulduğunda Guadagnino, 1983 yazının Reagan ve Thatcher döneminin zehrinin henüz hayatlara zerk edilmediği ‘son yaz’ olduğunu söyler. Aşk dışında her şey devre dışı bırakılacak, boşlukları doldurmaksa biz izleyicilere kalacaktır.
Sana bakışım kendime bakışım
Filmi birden fazla kez izlemeye sebebiyet veren şeylerin başında bahsi geçen boşluklar geliyor. İnsana kimi yerde “Acaba filmi mi sansürlediler?” diye sorduran keskinlikte anî kesişlerle, bölünmelerle adeta önümüze boca edilmiş bir dizi fotoğrafa bakar gibi oluyoruz.
Filmin özellikle ilk yarısı Elio’nun sürekli Oliver’i gözlemlemesi üzerine kurulu. Bu kendine aşırı güvenli görünen haşmetli konuk, bir lokmada yediği yumurtadan tek nefeste içtiği kayısı suyuna, boynunda gururla parlayan Davud’un Yıldızı kolyesinden kısacık şortlarına, spordan iskambile danstan felsefeye her konudaki yetkinliğine varıncaya kadar Elio’nun bakışının radarı altında. Önceleri saf bir merak, bolca sinir oluş eşliğinde ilerleyen bu izleme, Elio’nun arkadaşlarıyla gittiği açık hava diskoteğinde Oliver’i ekibin en havalı kızlarından Chiara ile sarmaş dolaş öpüşüp dans ederken gördüğü an dönüşüme uğruyor. Kamera Elio’nun yüzünde kadrajlanırken an be an Elio’nun kıskançlıkla ve özlemle kıvranan yüzüne tanıklık ediyoruz. Şarkı değişince Oliver, “Love My Way” eşliğinde tek başına dans etmeye başlıyor. Elio bu kez de hayranlıkla ve tutkuyla izliyor onu. Gecenin devamında yakın arkadaşı Marzia ile göle yüzmeye gider ve öpüşüp koklaşırken bunun uyanmaya başlayan cinselliğinin doğal bir aşaması olduğunu hissediyoruz.
Elio için ikinci büyük kırılma evde yalnız olduğu bir gün gizlice eski odasını girip Oliver’in eşyalarını karıştırdığı zaman yaşanıyor. Oliver’in kırmızı şortunu başını geçirip koklarken sertleşiyor. Tıpkı evde bir başına kaldığında onu düşünüp mastürbasyon yapışında olduğu gibi. O gün Oliver pat diye odasına girdiğinde ve onu birlikte yüzmeye çağırıp flört ettiğinde, nasıl saklanacağını bilememişti. Şimdi de yaklaşan sesleri işitip toparlanıyor. Taraçadan aşağı doğru baktığında, yürümekte ve giderek küçülmekte olan Oliver’ı görüyor. Onun gözünden bir nokta dönüşünceye değin biz de bakıyoruz bu silüete. Ve Elio’nun sırtında durmuşken, bu bakışın aynı zamanda bir iç kabulleniş, bir teslimiyet olduğunu hissediyoruz. Elio adını koyuyor sanki aşkın. Duymasak da biliyor oluyoruz.
Neden sonra cesaretten çok çaresizlikten gözünü Oliver’e dikip hayatında ilk kez bakışını kaçırmadığında “Benim için işleri zorlaştırıyorsun” diyecek Oliver ona. Arzudan çok korkudan. Akmaktan, duramamaktan. Birbirlerini görüyor olacaklar. Ve Elio hep en güzel tabiri bulmuş olacak: “Gözümün ışığı, dünyanın ışığı, sen busun işte, hayatımın ışığı…”
Tensel hafıza döngüsel zaman
Call Me By Your Name, Elio ve Oliver’ın aşkına odaklanmakla yetinmeyen, zamanı ve hafızayı da kendine mesele edinen bir hikâye. Hafıza burada tensel ve duyusal. Entelektüel birikimi ve olgunluğuna tezat oluşturacak cinsel deneyimsizliğiyle Elio için o zamana kadar iliklerinde bildiği sesler, kokular, tatlar Oliver’in varlığıyla bambaşka bir anlam kazanır. Karakterlerin birbiriyle kovalamaca oynadığı, cinsel gerilimin giderek arttığı tüm bu süre boyunca Elio’nun yaşanmakta olan ânı nasıl kaydettiğini de görürüz. Dönemin şarkıları, başına oturduğu piyano, kahvaltıdaki yumurta, güneş ve rüzgâr, günlerin geçtiğini gösteren ve tutku ateşleyen, banyonun bir yerlerine asılı Oliver’ın renk renk mayoları, bisikletle arşınladıkları bütün o yollar, doğa, kent ve kainat Oliver’dır artık. Kitapta akan zamanın Elio’da yarattığı aciliyet ve kayıt bilinci, aşk daha itiraf edilmemiş ve yaşanmamışken dahi oradadır: “… o sabahlarda ettiğim tek dua, zaman dursun diyeydi. O yaz hiç bitmesin, Oliver hiç gitmesin, sürekli yeniden çalan müzik sonsuza dek çalsın… Sabahları yuvarlak masada oturup uyarlamalar üzerinde çalışırken hedeflediğim şey onun arkadaşlığı değildi, herhangi bir şey değildi. Sadece başımı kaldırıp bakınca orada onu, güneş kremini, hasır şapkayı, kırmızı mayoyu, limonatayı görmekti. Başımı kaldırıp seni görmek, Oliver. Çünkü başımı kaldırıp baktığımda senin artık orada olmayacağın gün çok yakında gelecek.”
Elio o yaz bitmek bilmez bir bekleyişle sınanır. Biz de beraber. İlk öpüşmeleri sonrası Oliver’in akışa kapılmamak için kayıplara karıştığı Elio’nun bekleyiş sahnesinde pelikül kopar ve renk huzmeleri patlar. Yönetmen bu teknik aksaklığı düzeltmez ve bize aşkın, zamansız bir an bahşeder.
“Sessizliğe dayanamıyorum. Seninle konuşmam lazım” diye not yazıp “Büyü biraz. Geceyarısı göreceğim seni” diye bir karşılığı okuduktan sonra gün boyu akmayan zaman, Elio’nun habire bakıp durduğu kol saatindedir. Aradan geçen haftaları artan samimiyetlerinden, ortasından dahil olduğumuz konuşmalardan, arka planını bilmediğimiz aralarındaki şaklardan yakalamaya çalışan bizler de akmak bilmeyen bir günde Elio ile kısılıp kalırız. Kalbimiz sıkışır kendi beklentimizden.
Bizi bir o ev ve sığındıkları doğa anlar sanki. Rüzgârda habire çarpan kapıları, gıcırdayan ahşap zemini, ağustosböcekleri, kayısı ve şeftali ağaçlarıyla villa da başlı başına bir kahramandır. Duvarlarına kaydetmiştir yaşanan ve yaşanmayan her şeyi. O yüzden Elio aylar sonra ailesiyle birlikte Oliversiz bir kışta Hanuka kutlamak üzere aynı eve dönmüşken bir an için üst kata bakar ama yukarı çıkamaz. Oliver’in anısının değil adeta hayaletinin Elio için evin her köşesine sinmiş olduğunu, dahası aylar değil on yıllar sonra dahi öyle kalacağını hissederiz. “Zaman bizi duygusallaştırır. Belki de sonuçta zaman yüzünden acı çekeriz” der kitapta.
Oliver’ın memleketine dönüşü sonrası oğluyla baş başa oturan baba Perlman’ın konuşması da hafızaya övgüdür aslında. Oliverle yaşadıklarına imrendiğini itiraf eder açıkça. “Ben belki yaklaştım ama, senin yaşadığını hiç yaşamadım. Birtakım şeyler daima beni geri çekti ya da yarı yolda durdurdu” der ve asıl mesajını verir oğluna. “Kendimizden öyle çok şeyi fırlatıp atıyoruz ki, otuz yaşında iflas ediyoruz ve yeni birisiyle başladığımızda verecek pek bir şeyimiz kalmıyor. Ama bir şey hissetmemek için hiçbir şey hissetmemek… yazık! Şimdi keder ve acı var. Öldürme bunları ve bunlarla birlikte hissetmiş olduğun o mutluluğu.”
Oliver’in Heraklitus kitabının içindeki notunu okur Elio bize bir gün: “ ‘Her şey akıp gider’ sözü, her şey değiştiği için aynı şeylerle bir kez daha karşılaşamayacağız demek değil, bazı şeylerin ancak değişerek aynı kalacağı anlamındadır.” Değişen ama o sırada aynı kalamayan bir kaderin yasını tutacaktır çok sonradan.
Kitapta olup da filmde eksik kalan şeylerin başında ise küçük kız Vimini vardır. On yaşında lösemi hastası olan ve öleceğini bilerek yaşayan bilge komşu çocuk. Faniliğe çok acil, çok yakıcı bir boyut kazandıran ve zamanı tende hissettiren bu varlıkla Oliver’in çok yakın bir dostluğu oluşur. Elio bir tek Vimini’den kıskanmaz Oliver’ı. Ölümünü bildirmek de yine Elio’ya düşer. Zamanın hatrına: “Gönderdiğim tek mektup, bir yıl sonra, Bimini’nin öldüğünü haber vermek içindi. Oliver hepimize yazıp ne kadar üzgün olduğunu bildirdi. Asya’da yolculuk yapıyordu ve mektubu bize ulaştığında Vimini’nin ölümüne tepkisi, açık bir yaranın acısını yatıştırmaktan ziyade, kendiliğinden iyileşmiş bir yarayı yeniden sıyırıyordu sanki. Oliver’a Vimini hakkında yazmak, özellikle de bir zamanlar aramızda geçmiş şeylerden asla söz etmeyeceğimiz, bunun lafını bile hiç anmayacağımız gayet açık hale geldikten sonra, aramızda kalan son köprüden geçmek gibiydi.”
Mahrem sahiciliği
Filmin benim için en çarpıcı yönlerinden bir diğeri mahrem sahiciliği diyeceğim yanı. Bu duyguyu veren doğrudan Elio’dur. İçe kapanık bir genç olan ve kendisi dışında kimselere pek bir şey anlatmayan Elio, Oliver’a karşı içinde uyananlarla ne edeceğini bilemez. Hâlden hâle bürünür ve kimi gün cennet bahçeleri içinde Dante’nin cehennemine düşerken film izliyor gibi değil, Elio’yu gizlice gözetliyor gibi hissederiz. Yatağa uzanmış bedeni, yüzünün her santimetrekaresi ve hele de gözleri sırlar anlatır. Oliver’ın kokusundan, eşyasından, tekmil varlığından tahrik olurken dibinde bitmiş dikizleriz onu sanki.
Bu his ilk sevişmelerinde katlanılmaz hale gelir. Bakmamamız lazım da kendimizi alıkoyamıyoruz hâli. Sinemanın büyüsüdür bu, ruhlarını veren oyuncuların armağanı. İkisi de gergindir, kendi durumlarına gülerek güreşmeye başlarlar adeta. Kim kimi neresinden tutsa, yetmez. O yüzden yatağa devrildiklerinde bir noktadan sonra kameraların onlardan uzaklaşmasına isyan ederiz. Onların cinselliği sonuna kadar, en sahici, en leş haliyle gösterilmeyi hak eder. Tıpkı kitapta olduğu gibi.
İki sevişme arası bir esrik anda Oliver, kitaba ve filme adını veren cümleyi fısıldar âşığına: “Adınla çağır beni, ben de seni benimkiyle…”
Mahrem duygusu asıl doruk noktasınaysa meşhur şeftali sahnesinde ulaşır. Oliver’la yeni sevişmiş olan ve her zerresi seksi çağıran Elio, kendi başına takıldığı çatı katında elindeki şeftaliyle oynamaya ardından da çekirdeğini çıkarıp ortasından yardığı meyveyle mastürbasyon yapmaya başlar. Timothée Chalamet zevkten kasılı yüzüyle, boşluğa sabitlenmiş gözleriyle Elio’nun bütün hayallerinden ve hakikatinden geçirir bizi. Ardından Oliver gelip şeftali lezzetindeki penisini yediğinde ve bir köşede duran gariban şeftaliyi fark ettiğinde mizaha vurur işi. Filmdeki Elio çok utanır, adeta ezilir. “Ruh hastasının tekiyim, değil mi?” diye sorar. Aldığı cevap koşulsuzluktur: “Keşke herkes senin kadar hasta olsa. Hasta olmak ne demek, görmek ister misin?”Şeftaliyi ağzına atmaya davranan Oliver’dan meyveyi almak için çırpınır. Sonunda da bendi yıkılır ve sevgilisinin kollarında ağlamaya başlar. Gözyaşlı öpüşmeleri, kimin kim olduğunun ortadan kalktığı bir hemhâldir.
Kitaptaki his ise bundan çok daha mahremdir. Elio burada bize şeftaliyi neredeyse bilerek orada bıraktığını, “haylazca, utanmış gibi yaptığını” söyler. Oliver, “Senden önceki insanların sayısını bir düşün…. Gerilere giden bütün Elio kuşakları ve çok uzaklardakiler, bunların hepsi, seni sen yapan şu damlanın içine sıkışmış. Şimdi, tadına bakabilir miyim?” diyerek şeftalinin tamamını Elio’nun gözünün içine baka baka yer. Ve Elio’nun ağlayışı minnettendir: “… ve buna karşı mücadele etmek yerine, orgazmda olduğu gibi bıraktım kendimi, sırf ben de ona aynı şekilde özel bir şeyimi gösterebilmek için. Ağlamamın nedeni, hayatımda hiç bu kadar minnettarlık hissetmemem ve bunu göstermenin başka bir yolunun olmamasıydı.”
Elio’nun cinsel uyanışı ve dünya üzerinde ait olduğu yeri buluşu, Oliver’ın son günlerinde birlikte çıktıkları Roma gezinde olur. Filmde Roma ayağından maddi sıkıntılar nedeniyle vazgeçilirken, Bergamo’da doğa içinde çekilen sahnede Elio’nun bir an için Oliver’ın saçlarını karıştırıp yamaca tırmanmaya devam edişi ve Oliver’ın nefes nefese durduğu yerde bir süre kalışıyla verilir duygu. Kitap ise otelde Elio’nun parmağını Oliver’ın içine soktuğu ama birbirilerini sonuna kadar asla boşaltmadıkları için “elektrik yüklü iki çıplak tel” gibi hissettikleri âna götürüp bütün Roma’yı bize bu esriklik içinde yaşatır. Hatrı olan ve mahremi bütünleyen son parmaksa, içip içip sarhoş olan Elio’yu küçük diline değip kusturan Oliver’ın parmağıdır. Sır kalmaz, sınır kalmaz. Elio Oliver’dır, Oliver da Elio. Adınla çağırmak bir insanı budur. Daha azı değil.
Sesler ve müzik
Filmin doğal sesleri ve müziği de bambaşka bir hikâye anlatır. Rüzgârın sesi, sineklerin vızıltısı, meydandaki trafik gürültüsü, Elio ve Oliver’ın aldığı her nefes içimizde yankılanır. John Adams, Ryuichi Sakamoto, Erik Satie, Johann Sebastian Bach, Maurice Ravel’in eserleriyle “Lady Lady Lady,” “Love My Way,” “Words,” “È la Vita” gibi unutulmaz parçaları birleştiren müziğin dilinde asıl hikâye anlatıcısı ise “Futile Devices,” "Mystery of Love ve Visions of Gideon” ile filme bir boyut daha ekleyen Sufjan Stevens’dır. Onun emeğiyle Büyük İskender nam-ı diğer Aleksandros ile baş yardımcısı olan Hephaeston’un aşkı, Tanrı’ya aşkla bağlı Yahudi savaşçı Gideon ve kelimelerin beyhudeliği katılır filme. Bütün bu göndermeler film içinde gölden çıkarılan ya da slaytlarına bakılan antik heykellerle ve çekimlerde Elio ve Oliver’ın bedenlerinin güncel heykelleriyle birleşir ve eşcinsel aşkın ezel ebed dünyada ve doğada varoluşunu müjdeler.
Piyanolu baştan çıkarma sahnesi ise başlı başına bir sevişmedir. Elio aslında Oliver’ın müziğin neresine takıldığını çok iyi bilse de, kırk yılın bir başı yakaladığını düşündüğü etkileme fırsatını layıkıyla yaşamak adına gitarı bırakıp piyanonun başına geçer ve Bach’ın melodisini sırasıyla Liszt ve Busoni yorumlarıyla çalar. Bir yandan bu gencin birikiminden çarpılan bir yandan da sabırsızlanan Oliver “Bach’ın Bach versiyonunu çalmakta ne sıkıntı var?” diye isyan eder. “Bach bu parçayı gitar için yazmadı. Aslına bakarsan eserin Bach’a ait olduğundan bile emin değiliz” der Elio ukalaca. Dikkatin kendi üzerinde oluşunun, Oliver’i sarsmanın tatminiyle. “Sormadım varsay” diye pes eder Oliver. Elio işte o zaman aşkının asıl istediği şekli çalar. Fareli köyün kavalcısı misali onu tekrar yanına çekerek. Ve sonunda “Genç Bach’ın eseri” der, “Ağabeyine adamıştı.” Tıpkı benim sana yaptığım gibi diye eklemez. Onu biz yaparız.
Elio’nun hislerini açtığı sahne sesin ve müziğin iç içe geçtiği bir diğer mucizedir. Elio ve Oliver bisikletleriyle kasaba meydanına doğru gelir, şehrin gürültüsü içerisinde bisikletlerini kenara çekip I. Dünya Savaşı’ndaki Piave muharebesinde genç yaşta şehit olmuş askerlerin anısına dikilen anıtın çevresini ters yönden turlamaya başlarlar. Oliver, Elio’nun genç yaşına karşın ne kadar çok şey bildiğinden bahsedince “Gerçekten önemli olan şeyleri ne kadar az bildiğimi bir bilsen” der Elio. Söz ağızdan çıkmıştır sonunda. Muharebe anıtının önünde bir muharebe yaşanmaktadır. Luca Guadagnino bu sahnenin çekiminde çok zorlandığını, nihayetince giderek genişleyen açıyla tek plan çekim fikrinin Armie Hammer’dan geldiğini anlatacak, muhteşem ışığın ve unutulmaz sahnelerin yaratıcısı görüntü yönetmeni Sayombhu Mukdeeprom da bu sahnenin sonunda bir kenara çöküp hüngür hüngür ağlayacaktır.
Sığınak çocukları
Elio bir gün sığınağını da gösterir Oliver’a. Koruluğun arkasındaki Monet’nin taraçasını… Burası kitap okumak için geldiği ve dünya üzerinden sadece kendisine ait olan saklı köşedir. “Onu buraya sadece küçük dünyamı göstermek için değil, küçük dünyamdan onu kabul etmesini istemek ve yaz ikindilerinde yalnız kalmak için geldiğim yerin onu tanıması, değerlendirmesi, oraya uygun olup olmadığını görmesi, onu anlaması ve buraya tekrar geldiğimde, bu ânı hatırlayabilmek için de getirdiğim aklıma gelmemişti” der kitapta. İkinci sığınağı ise filmde gösterilen tavanarasındaki odadır. Toz içindeki minderlere uzanır burada, Marzia ve Oliverle sevişir, radyodan müzik dinler, kitabını okur.
Oliver’ın de bir sığınağı olacağı hiç aklına gelmez ama. Öyle ya, Oliver meydanların ve sahaların yıldızıdır. Bir yere saklanmak ihtiyacı hissetmez sanki. Oysa özünde en az onun kadar yalnız ve utangaç olan Oliver da bahçenin ucundaki bir köşeyi kendine mesken edinmiş, Elio onu Chiara ile âlemlere akıyor sanırken her gece buraya gelmiştir. Bu iki insanın paylaştığı özellik hafızaya bakışlarına da işarettir. Çünkü hatıralar en çok sığınaklarda kazınır hafıza duvarlarına.
Elio, doğası gereği fanuslar içinde yaşamayı seven bir çocuktur. Sığınağını, dünya üzerinde sadece kendisinin olan yeri Oliverle paylaşması aslında onu ne kadar kendisinin kıldığının göstergesidir. Oliver ile oluşturduğu fanusa da kimseyi dahil etmek istemez. Koma olarak tanımlayacağı sonraki yirmi yıl boyunca o fanusu kapsüller halinde yutmayı öğrenecektir.
Elio-Oliver, Timmy Tim- Armie
Bir söyleşisinde Guadagnino, oyuncularıyla ilişkisini şöyle anlatır: “Bir yönetmen olarak benim için asıl önemli olan kamera önündeki insanın ruhuna nüfuz ederek oyuncunun karakter ile kendi kişiliği arasındaki sınırların bulanıklaştırmasını sağlamak. Buna ulaşmak için birlikte çalıştığım insanların kendilerini rahat hissetmesini, zihinlerinin sorunlardan arınmasını ve ve adeta tenlerinden soyunarak her şeylerini kameraya vermelerini sağlamaya çalışıyorum. Kırılganlıklarına karşı saygım büyük.”
Onun bu sözleri Timothee Chalamet ve Armie Hammer’ın yaşadıklarının tarifidir sanki. Timothee, film çekiminden bir buçuk ay önce Crema’ya gelmiş, İtalyanca ve piyano derslerine girişmiştir. Armie geldiğinde tıpkı filmdeki gibi onun rehberi olur. Bisiklete atlar ve saatlerce çevreyi gezerler. İkisi de doğrudan ve tek tercih olarak bu roller için seçilmiştir. İlk andan frekansları tutar ve çekimdışı bütün zamanı da birlikte geçirirler.
Filmden önce sadece tek bir prova olur. Ve bu provayı iki yıllık turne boyunca her iki oyuncu da kerelerce anlatacaktır. Yönetmen, Timothée ve Armie’den villanın arka tarafındaki çimenliğe geçmelerini ister. Oyuncular senaryoyu açtığında sayfada sadece “Elio ve Oliver çimenlerde öpüşüp oynaşıyor” yazılıdır. İki oyuncu öpüşmeye başlar ama kimse durmalarını söylemeye gelmez. İşte tek prova budur.
Doğrudan çekimle akıp giden kurguda oyuncular sadece son öpüşmede tökezler. Bütün ekip bir dönemin sonu hissindedir. Ömürlük öpüşmede yüzler bulanıklaşır çünkü bu, hafızanın iki insanın kişisel alan bırakmayan bir yakınlıkta eridiği anlardaki görüntüsüdür. Bu çekim tam sekiz kez tekrarlanır. Sonunda ortaya çıkan sahne sanki hepimizin kendi hayatına ait bir andır. Göz gözü bulur, bakışı tutsak eder, Oliver Elio’yu tutkuyla öper, derken Elio yön vermeye başlar ve en sonunda öpüşmelerinin son kısmı Oliver’ın omzunun arkasında sadece ikisinin bileceği şekilde saklı kalır.
Her iki aktör de İtalya’da film için durdurulmuş bu hayat zamanını ömürlerinin bir kesişim noktası olarak yaşadı. Timothée bu buluşma içn “kainatın nadir şanslarından biri”ydi derken film sonrası New York’un sürreal bir uzaklıkta kaldığını kendisini adeta sudan çıkmış balık gibi hissettiğini anlattı. Filmin görüntüleriyle, “vizyonlarla o zamandan beri evli” olduğunu söyledi. Armie de filmi “hayat boyu taşıyacağı bir deneyim” olarak tanımlarken “evlilik törenimden sonraki en özel video gibiydi” demekten çekinmedi.
Timmy için Armie kendi sözleriyle bir baba figürü, dost ve ağabeydi. Bir törende yanlarına gelen kadın oyuncuya Armie’yi “sevgilim” diye tanıttığı da görüldü. Armie, bu gencecik yeteneğin meteor gibi patlamasına şahit oluşlarından bahsetti. Kitabı seslendirmeye girişince Oliver olarak Elio’yu okumuş oldu kayıtlara yedi saat boyunca. İki yıl boyunca da Timmy ödüllere boğulurken her törende meslektaşını bizzat takdim etti. Oscar töreninde sarılmış fotoğraf çektirdikten sonra onu “Hadi git, ışılda, ışılda, ışılda” diye kameralara yolculadı. Timothée de Austin’de ona ödül verirken döngüyü şu sözlerle tamamlayacaktı. “Bu endüstride genç erkek aktörlerin önünde bu adam gibi tonlarca rehber bulunmaz. Bu adam, tam da olmayı istediğim kişi. Onunla ilk tanıştığımda da böyle hissettim, bir buçuk ay boyunca çalışırken de böyle hissettim ve şimdi film tanıtımının ikinci yılında daha da fazla böyle hissediyorum.”
Filmde sesi açarsanız ilk sevişme öncesi Oliver “Seni öpebilir miyim?” diye sormadan hemen önce bir nefeste Armie’nin “Tim” dediğini işitirsiniz. Böylece bırakılmıştır. Belki de hiç fark etmeyeceğinden… Timothée’ye isimlerle ilgili şaka yapıldığında “Bana Dough diyebilirsiniz” der. Douglas Armie’nin ikinci ismidir. Armie “Bu film benim büyük yaz romansımdı” derken, Timothée de hiç böyle bir aşk yaşayıp yaşamadığı sorulduğunda hüzünlü bir sesle “Evet yaşadım aslında” diye itiraf eder, “Armie Hammer isimli aktörle çalıştığım o yazdı…”
Son çentik yoklaması
Kitabın ve filmin sonu, zaman olgusundan dolayı farklılık gösterir. Kitapta Oliver evleneceği haberini 83 yılının Noel’inde tekrar ziyarete geldiğinde bizzat söyler. Filmde ise bu haber Hanuka bayramı için kışın aile tekrar eve gitmişken telefonla bulur Elio’yu. Elio, ailesinin ilişkilerini bildiği de paylaşır artık. Oliver de tahmin etmiştir. “Sen şanslısın. Benim babam olsa beni çoktan ıslahhaneye göndermişti” sözleri bu açıdan önemli bir kilit noktasıdır.
Ama Elio’nun bu bilgilerle bir işi, bir tesellisi yoktur. Bu araya giren hayata isyan edercesine başını sallar ve ağzını ahizeye bastırıp eski oyunlarına girişir. Oliver dercesine kendi ismini mırıldanır aşığının kulağına: Elio. Elio, Elio, Elio, Elio, Elio, Elio, Elio, Elio… Telefonda uzun bir sessizlik olur. Oliver’ın derin bir nefes aldığını duyarız neden sonra ve aşkla fısıldar Oliver: “Oliver… Her şeyi hatırlıyorum.”
Her şeyi hatırlıyorum dediğinde Oliver, Elio’nun bir gülüşü var. En azından o izi bırakmış olmanın teyididir.
Kitapta ise yirmi yıl sonraki karşılaşma bir zaman muhasebesidir aynı zamanda: “Yirmi yıl öncesi dündü ve dün sadece bu sabahtan daha öncesiydi, ertesi sabah ise bir ışık yılı kadar uzak geliyordu.”
‘Ben de senin gibiyim,’ dedi. ‘Her şeyi hatırlıyorum.’
Bir saniyeliğine durdum. Her şeyi hatırlıyorsan eğer, demek geldi içimden, ve gerçekten benim gibiysen, o zaman, yarın gitmeden önce ya da tam taksinin kapısını kapatmak üzereyken, diğer herkese hoşça kal demişken, yaşamda söylenecek hiçbir şey kalmamışken, o zaman, sadece bu kez, bana doğru dön, sadece bir jest ya da sonradan aklıma gelmiş bir şey olsa da, seninle beraberken benim için her şeyden değerli olan, o zamanlar yaptığın gibi, yüzüme bak, göz göze gel ve adınla çağır beni…”
O telefon sonrası Elio bir süre evin salonunda rastgele turlar. Nesneler yeni anlam kazanmış gibi bakınır çevresine. Bayram için süslenmiş masanın üzerindeki altın para şeklindeki çikolatayla yazı tura atar. Ne diler, neyi teyit etmek ister, bilemeyiz. Sonra ateşi fark eder şöminede. Büyülenmiş gibi ateşe doğru yaklaşır. İzlerken bir an için elini ateşe sokacağını düşünmüştüm. Onun yerine ateşin dibine, alevin yüzünü okşayacağı kadar yamacına çöküp oturur. Ve sonra kamera Elio olur. Tam dört dakika boyunca jenerik yandan akarken usul usul, her duygudan geçe geçe ağlar. Son bakışı bize doğrudur. Alevlerin içinde oynaştığı gözbebeklerini doğrudan bize diker. Gafil avlanırız. Sade bir anın yakalanışı değildir bu. Elio bütün bu süre boyunca bizim varlığımızın farkındadır sanki. Bir anda bize “Asıl ben sizi izliyordum” der gibi bakar. “Hikâyemi emanet ettim. Ne yapacaksınız şimdi bununla?..”
Elio, peşinden gittiğimiz ne yaptığını soluk soluğa izlediğimiz değil yerine geçtiğimiz insan olur. Karşılıklı ağlar, Türkçenin güzelim deyişiyle ağlaşırız. Biz kimi beklemiştik, neyi arzulamıştık böyle? Günün hangi bitmeyen saatlerinden kaç uykusuz gecelerden geçmiş, en çok istediğimizden nasıl kaçmış, kaçtıkça ona tutulmuştuk?
Elio hepimiz için yanar sanki. Korumuzu yoklatır içimizde.
Ben bu yazıyı yazma savaşımın üçüncü günündeyken, dünya üzerinde hayranlar Elio’nun doğumgünün kutlamaya girişti. Meğer Aciman’ın henüz okumadığım Find Me (Bul Beni) isimli devam kitabında Elio’nun doğumgününün 16 Kasım olduğu yönünde bir satır varmış. Güldüm kendi kendime. Hediyem olsun ona, beğensin istedim. Onun bana verdiklerine denk gelsin istedim.
Razıyım dedim kendi kendime. Yazımdan, aşkımdan, kendimden razıyım.
Gözümü bir kez daha Elio’nun gözüne diktim.
*Adınla Çağır Beni, André Aciman, Türkçesi: Süha Sertabiboğlu, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2009