Ahlâk dayanaksız kalırken
Çaresiz göçmenlerin cansız bedenlerinin süreklendiği yüzeyin altında, diplerde, insan ruhunun karanlıkları var
26.12.2018
Kitle destekli yeni otokrasilerin yükselişini bir global eğilim saymak için yeterli veriye sahibiz. Bu yükselişi kaygıyla izleyen iki grup var: İlki genellikle kendilerini bütün insanlık durumundan sorumlu sayan, yeni otokrasilerin kapladığı bir dünyanın son sürat felakete sürükleneceğini gören okur-yazar-düşünür tayfası. İkincisi, otokrasilerin varlığını hedef aldığı ya da kaçınılmaz olarak alacağı, kesinlikle ezmeye, belki ortadan kaldırmaya çalışacağı, hak-adalet, demokrasi, eşitlik yanlıları ve azınlıklar, marjinal kesimler. İki grup birçok yerde kesişiyor.
İkinci grup siyasî mücadele vermeye, daha çok da direnmeye çabalıyor. Bu uğraşın toplumsal mücadele çerçevesine genişlemesi kaçınılmaz. Başarı şansı da buna bağlı. Çünkü başarı ancak otokrasi destekçisi kitleden “parça koparabilmek”le mümkün; yani o kitlenin bir kısım bireylerinin zihnen dönüşmesiyle.
Fakat o kitlenin bireyleri akıldan fikirden çok, sembollerin cazibesine, liderin dizginsiz zor kullanabilme kudretine, aşkın-coşkun duygu sellerine kapılarak, günün ihtiyaçlarına göre yoğurulan inançlara bağlanarak, gözlerini kulaklarını “dışarıya”, “yabancı” olana, yeniye, farklıya, nihayet hakikate kapatarak harekete geçiyor! Bunu gözönüne alınca, hele “karşı kamptan” birilerinin onlara seslenebilmesi, dünyayı kavrayışlarını, dünya ile ilişkilerini değiştirebilmesi imkânsız görünüyor.
O halde özgür ve haysiyetli bireyler olma hakkını ellerinden ebediyen alacak otokratların selameti ve tatmini uğruna bütün maddî-manevî varlıklarını seferber eden, bile isteye seçilmiş bir “makam” olarak tebâlığa sevinçle yerleşen sözkonusu bireylerin iç dünyasına nasıl ulaşılacak?
Bu işle ilk gruptakiler uğraşıyor. Geçen yazımda, Trump destekçilerini anlamaya yönelik çalışmalardan, psikolojik tahlillerde fazla ileri gitmenin sorunlarından bahsetmiştim, ABD’den bir tarih doçentinin yazısından hareketle. Bu defa yine ABD’den bir başka yazıyı konu edecek, parçalar aktaracak ve üzerlerine fikir geliştirmeye çalışacağım.
ABD verimli örnek
“Niye hep ABD?” sorusu akla gelecektir. Hâlihazırdaki global eğilim — aklın iptali, demokrasi, hak-hukuk kavramlarının paspas edilmesi, yasa ve kurum kavramlarının mânâsızlaştırılması, gerçekle ilişkinin akılla mantıkla kavranamaz bir acayipliğe dönüşmesi, bilginin gözden düşmesi, vs — en mükemmel ve zengin örneği ABD’de oluşturdu. Trump ve destekçisi kitle, sırf dünyanın yuvarlak olduğunu bilen biri için bile anlaşılması zor derinlikteki cehaletten süzme faşistlik ve ırkçılığa uzanan, hayli zengin bir melanet galerisi sunuyor. Beyaz ırkçılığı, milliyetçi ırkçılıklara göre çok daha kapsayıcı, “doğal” ayrım safsatasına bağlanması için çaba harcamaya bile gerek yok, zaten bağlı. Trump, ABD’nin son derece güçlü kurumlarının temellerini oymakla meşgûl ve kurumsal yapıdan büyük tepki görüyor; o düzlemde süren mücadele dünyanın başka devletlerinin başına neler geleceğini de şüphesiz etkileyecektir. Hukukun, yasa kavramının ve kurumların yok edilmesi sürecinde dünyadaki öncü devletlerden biri de Türkiye. Ancak bizim yakın tarihimizden kaynaklanan bir dizi başka köklü mesele, yeni global eğilime dair olguları derlerken sık sık ayağa takılıyor. ABD bu açıdan daha rahat gözlenebilir bir örnek.
Bu defa “yeni otokratları destekleyen bireyler niçin böyle yapıyor?” sorusuyla değil, sorun ettiğimiz eğilimin ayrılmaz eşlikçisi olan bir toplumsal olguyla, ahlâkî çöküşle uğraşacağız. Kasım’ın sonunda Medium’a yazdığı yazıda Umair Haque, “Amerika (Niçin) Ahlâkî Çöküşte?” diye soruyordu.
Ailesiyle geçirdiği sâkin Şükran Günü’nün ertesinde, sabah mahmurluğuyla haberlere göz atarken, sınırda göçmen çocuklarına gaz sıkıldığını görüp dehşete düşen Haque, “Çocuklara saldırmak. Bundan daha büyük alçalma olur mu?” diye soruyor, yapılanı ahlâksızlık diye niteliyor, üstelik bunun “iğrenç bir alışkanlığa dönüştü[ğüne]” işaret ediyordu: “Amerika’da merhametsizlik ve gaddarlık gündelik hayatın sıradan bir vasfı artık.” Haque, “Sanırım,” diye devam etti, “Amerikan ahlâk sisteminin taşıyıcıları, kas atrofisinde olduğu gibi, iyiden iyiye büzüşüp cılızlaştı, öyle bir hale geldi ki, artık ne yük kaldırır ne de kendine ve kendinden olmayanlara insanca, mâkûl ve iyilikle davranır oldu.”
“Niye ABD?” sorusunu geçersizleştiren bir olgu: Bu hayret, bu tepki ve bu ifadeler şu anda dünyanın pek çok ülkesinde aynen böyle dile getirilebilir. Olayı değiştirin, gerisi aynen oradan oraya aktarılabilir. Sosyal medyanın gözde aymazlıklarından “Biz ne ara bu hale geldik!”i hatırlamamak imkânsız.
Zalimlik kültürü
Meselenin kaynağına eğilirken yazarın söylediklerinde de bizim buralara uzatılabilecek çizgiler var: “Bu ahlâkî çöküş şaşırtıcı olmasa gerek. Amerikan toplumuna aşılanan ve telkin edilen, başkalarına ihtimam göstermek değildir. Sömürü, kölelik ve ayrımcılıkla dolu tarihin kaçınılmaz sonucu olarak, insanların kendilerine ve başkalarına değer vermediği, vaatlerle kandırıldığı, ‘verimlilik’ ve ‘fayda’ odaklı hale geldiği, haddinden fazla çalışmaya zorlandığı, ortama en iyi uyum sağlayıp hayatta kalma mücadelesini düstur edindiği bir zalimlik kültürü ortaya çıktı.” Yazar, her koyun kendi bacağından asılır’cı neoliberal ideolojilerin ahlâkî çöküşteki merkezî rolünü de ihmal etmemeyi öneriyor. Biz de, fakiri, fakirliği yok saymanın sonradan görmelerin eğlencesi haline getirildiği, bir değer olarak umursamazlık, sorumsuzluk ve vicdansızlığın doruğa ulaştığı “Özal’lı yıllar”ın ardından, “alnı secdeye değen cumhurbaşkanıdır” diyerek on binlerce insanın Turgut Özal’ın cenazesine katılışını — sosyolojik bir olgu olarak — ihmal etmemeliyiz.
Yazar, yeni otokrasilere direnmeye niyetlenen herkesin öncelikle dikkate alması gerektiğine inandığım bir fasla geçiyor: Mülteci meselesinin de başka her şey gibi ekonomik mevzudan ibaretmiş gibi ele alındığını hatırlatıyor, “daha derin, daha hayatî, daha gerçek bir şey”in atlandığını söylüyor: “bir halkın, bir ulusun yüreği ve ruhu”. Buradan hareketle pek çok yola sapılabilir. Benim aklıma nedense ilkin Suriyeliler hakkındaki ırkçı tezvirat geldi. Mülteciye gittiği yerde revâ görülen alçaltıcı davranışlar, çaresiz insanları yaralamalarının yanısıra, düşüncesiz evsahibinin ahlâkını göçerten yeni darbeler haline geliyorlar.
Dünya çapındaki mülteci meselesinin hızla yayılması ve derinleşmesi ile yeni otokrasilerin yükselişi arasındaki bağlantı sadece mültecilerin yöneldiği görece gelişmiş ülkelerdeki faşizan tepki hareketlerinde aranmamalı. Yeni otokrasilerin yükselişi sürecinin ayrılmaz parçası olduğunu tekrarlamakta yarar gördüğüm ahlâkî çöküşle mülteci sorunu arasındaki bağı kurcalayabilmek için daha derinlere dalmak gerektiği açık. Çaresiz göçmenlerin cansız bedenlerinin süreklendiği yüzeyin altında, diplerde, insan ruhunun karanlıkları var. Umair Haque, ABD’deki tartışmalarda “meselenin ahlâkî boyutu”nun hep ihmal edildiğinden yakınıyor. Her yerde böyle değil mi? “Şöyle yapmalıyız, çünkü ahlâken öylesi gerekir” gibi bir nedenlendirmeyi işitmeyeli nice zaman oldu; neden? Ahlâka ihtiyacımız mı kalmadı? Yazar, “insanî olan, karşındakine nezaketle davranıp değer vermeyi gerektiren incelikli ahlâktan, toplumun kaderini önemli ölçüde değiştirebilen, refah seviyesini derinden, sürdürülebilir ve dönüştürücü bir şekilde iyileştirebilen [ahlâktan]” sözettiğini vurguluyor: “Böyle dediğimde kulağa ne kadar yabancı ve kel alâka geliyor, değil mi?” Ona göre, “bugün böyle bir Amerika tasavvur etmek zor”. Böyle bir… neresi tasavvur edilebilir ki?
Ahlâkı taşıyacak olan kim, ne?
Ahlâkın böylesine değersizleştirilmesi, şüphesiz adalet kavramını hayatımızdan çıkarmak ve hak-hukuk müesseselerini yıkmak için eyleme geçmiş yeni otokratlar için gerekliliktir. İşin tuhafı, çoğu yerde toplum hayatını ahlâksızlaştırma sürecinin dini temsil iddiasındaki kadrolarca, muhitlerce yürütülmesi. ABD’nin şuursuz Evangelistleri, İsrail’in saldırgan Siyonistleri ve kravatlı-ceketlisi, intihar yeleklisi, türlü İslâmcı ve milliyetçi elele bu yıkım ve hafriyat işlemini yürütüyor. Neoliberal elitin ortalık yerde küçümseyici bakışları, kapalı kapılar ardında bol alkışlı ve mükâfatlı tebrikleri eşliğinde.
Mülteciler, ahlâk ve cibiliyet ölçütü olarak azınlıklardan da verimli ve etkili çıktı. Mültecilere yaklaşımına göre insanları, grupları, siyasî hareket ve partileri, devletleri, toplumları kolayca değerlendirebiliyorsunuz. Haque ölçütün olumlu-geliştirici yönüne işaret ediyor: “İnsanî eylemler, ahlâkî kaslarımızı güçlendirdiği gibi, kendimize de daha insanca davranmamızı sağlar. Mültecileri kabul etmek gibi işler yaparsak, ahlâk güçlendirme idmanı için spor salonuna gitmiş kadar oluruz; ahlâken güçlendiğimizde de birbirimize insanca davranma kuvvetini kendimizde buluruz.”
Bunun karşısında, her türlü yabancıdan korkma, nefret etme, ezebiliyorsan, uzaklaştırabiliyorsan itme, gücün yetmiyorsa etrafına duvar çekme gibi, günümüzün pek hoş duygu ve tavırları var. Hepsinin ortasında da şu koca ahlâk meselesi.
Türkiye’de en çarpıcı örneklerinden birini yaşadığımız süreç, “Allah korkusu”nun basit bir slogana indirgenmesi ve ahlâkın inançla bağının koparılması, kimilerine “dincilerin” yenilgisi gibi görünebilir. Oysa kendini disipline sokabilen, iradesi güçlü, azimli bireyler -ki insanlığın ufak bir bölümüdür- dışında, bir eliyle ahlâka sarılabilmek için insanın öbür eliyle sağlam bir tutamağı kavraması lazım. Stalin ve reel sosyalistler, içindeki vicdanı hurdahaş ederek sosyalistliğin böyle bir tutamak işlevi görmesini çok zorlaştırdı. Sert ortamlarda politika girdiği her yerden dürüstlüğü kovuyor. İktidar ve tahakküm ihtirasından uzak, sâkin ve samimi dinî inanç, ahlâkın yeşertildiği verimli bir tarla olabilirdi. 20. yüzyıl sonu – 21. yüzyıl başı, şimdiye kadar âdetâ doğal görülen bu irtibatın ebediyen kesildiği zaman dilimi olarak tarihe geçti. Dinî inancın açıkça ırkçılığın, zulmün, zorbalığın hizmetine koşulması, ahlâkın varsayılan dayanaklarından birini yere yıkmış oldu. Buna az buçuk geniş sayılabilecek ölçekte kayda değer -isyan ne kelime!- itiraz gelmeyişi de yerdeki kütleyi un ufak etti. Daha toparlanmaz artık bu. Gelinen insanlık aşamasında, yeni otokrasilerin coşkulu destekçileri olan kalabalıklar, ahlâk tarafından kısıtlanırsa liderin gücünü dizginsiz kullanamayacağını, kendilerinin de zorbalığın parçası olarak duydukları tatminden yoksun kalacaklarını sezmiş olmalılar. Ahlâkı buruşturup kenara atmakta tereddüt göstermediler. Yüz küsur insanın bombayla parçalandığı hadiseden sonra göstermelik saygı duruşunu yuhalamak basit bir siyasî tercih sorunu değil. Kendini yeniden üreten bir yıkıcı parazit var orada. En sevdiği av, ahlâk.
Empati ve merhameti yeyip bitirerek nasıl palazlandığını ileride konu ederiz.