“Ahmet Altan’ın hapiste olmasını haklı kılan hiçbir şey yok”
Altanlar’ın duruşmasını izlemek için İstanbul’a gelecek olan RSF Başkanı Pierre Haski ile Türkiye’de ve dünyada basının hâllerini konuştuk
11.11.2017
Türkiye medyası üzerindeki baskı “akıl alır gibi değil,” Reporters Sans Frontières (RSF- Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü) Başkanı Pierre Haski’ye göre. Hapisteki gazeteci ve yazarların derhal salıverilmesi için Fransa’da başlatılan kampanya kampsamında Ahmet Altan’ın vasiliğini üstlenen Haski, Ahmet ve Mehmet Altan’ın üçüncü duruşmasını izlemek üzere 13 Kasım’da Türkiye’de olacak.
1974 yılında başladığı gazetecilik kariyerinde, AFP ve Libération gibi saygın kurumlarda uzun yıllar dış muhabirlik yapan ve yöneticilik üstlenen Haski, Türkiyeli gazetecileri “kaderlerine terk etmemenin” hem dayanışma açısından hem de medyanın geleceği bakımından büyük önem taşıdığını düşünüyor.
Türkiye’ye gelmeden önce Skype üzerinden görüşme imkânı bulduğumuz Pierre Haski, hapisteki gazetecilerin durumu, AB ile Türkiye ilişkilerinin geldiği nokta, RSF’nin çalışmaları üzerine sorularımıza yanıt vermenin yanı sıra, gazetecilerin elit kesimlerle güç birliği yaptıkları algısının yaygınlığı ve gazeteciliğin kamuoyu nazarında güven kaybına uğraması üzerine görüşlerini paylaştı. Söz, Pierre Haski’de…
RSF'nin başkanı seçildiğinizde, ilk demeciniz “Şu anda Türkiye'de olduğu gibi, gazeteciliğin ve haber alma özgürlüğünün her yerde tehlike altında olduğu bir dönemde, çok zorlu bir iş üstlendiğimin farkındayım” şeklinde olmuş. Neden Türkiye'yi özellikle vurguladınız? Türkiye küresel boyutta basın özgürlüğü açısından nerede duruyor?
Dünyanın pek çok ülkesinde basın özgürlüğünün durumuna ilişkin kaygılarımız var. Ne ki, Türkiye bir yılı aşkın bir süredir, Temmuz 2016'daki başarısız darbe girişiminden bu yana, dünyada basın özgürlüğünün en büyük gerileme kaydettiği ülke olarak biliniyor. Hapse atılan gazetecilerin sayısı, kapatılan medya organlarının sayısı, basın özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar akıl alır gibi değil. Bu bakımdan, dünyada basın özgürlüğünü düşündüğünüz zaman, öncelikle Türkiye'yi düşünüyorsunuz. Hâlihazırda, çok zayıf iddianamelere dayanarak devam eden davaların sayısı, dünyada basın özgürlüğünü takip eden kişilerin, Türkiye'nin basın özgürlüğü açısından çok karanlık bir dönemden geçtiğini düşünmesine neden oluyor.
Sivil Medya Yazarları Derneği ve Albert Londres Ödülü’nün girişimiyle başlayan kampanya kapsamında, Ahmet Altan’ın vasiliğini üstlendiniz ve Altan kardeşlerin üçüncü duruşmasını izlemek üzere Türkiye’ye geliyorsunuz. Ahmet Altan’ın ve Mehmet Altan’ın davalarına ilişkin gözleminiz nedir?
Fransa'da bazı gazetecilerin, Türkiye'de hapisteki gazetecilerin bir çeşit vasiliğini üstlenmesi ve onların davalarındaki gelişmeleri ve durumlarını eskisine kıyasla daha yakından izlemesi yönünde bir teklif geldi. Ben de böylelikle, tabiri caizse, Ahmet Altan'ın vasisi oldum. Ahmet'in kişiliğiyle, yazdıklarıyla, ona karşı açılan davalarla ve tabii ikisi bağlantılı olduğundan ve aynı davalarda yargılandıklarından kardeşi Mehmet Altan'ın durumuyla yakından ilgilenir oldum. Gördüğüm kadarıyla, bu davada Ahmet'in bir yılı aşkın bir süredir, neredeyse 400 gündür hapiste tutulmasını haklı kılacak hiçbir gerekçe yok. Herkese dava açılabilir, ama birini hapiste veya tazyik hapsinde tutabilmek için, en azından yeni suçlar işleyeceğine veya ülke dışına kaçacağına dair önemli şüphelerin olması gerekir. Ahmet Altan'ın davasında bu kesinlikle sağlam temellere dayanmıyor. Gördüğüm ve duyduğum kadarıyla, Ahmet şiddete başvurma tehlikesi olan biri de değil. Kendini ifade şekli, savunmasını hazırlama şekli ve tutulduğu cezaevinde bile konuşma şekli, bu kişinin adını temizlemek istediği ve maruz kaldığını düşündüğü adaletsizliğe karşı mücadele etmek istediği izlenimi yaratıyor. Bu bakımdan, onu hapiste tutmak için hiçbir geçerli neden yok. Bu işin bir yönü. İkincisi, Ahmet Altan'a karşı suçlamalar çok zayıf. Bize verilen bilgilerden anladığım kadarıyla, onu somut bir şekilde darbe girişimine bağlayan hiçbir şey göremedim. Bu nedenle endişeliyiz ve ben de bu nedenle davasının kanunlarda belirtilen esaslar uyarınca yürütülüp yürütülmediğini gözlemlemek adına Türkiye'ye geliyorum. Çünkü, duyduklarımdan hareketle şunu söyleyebilirim, Ahmet Altan'ın uzun bir süre önce serbest bırakılması gerekirdi. Türkiye medyasında tanınmış bir figür olarak 400 güne yakın hapiste tutulmasını haklı gösterecek hiçbir şey yok.
Duruşmadan beklentiniz nedir? Umutlu musunuz?
Dürüst olmak gerekirse, Türkiye yargısının geçirdiği değişim tedirgin edici emareler barındırıyor. Fakat bir yandan da devam eden bir süreç var. Diğer davalarda, serbest bırakılan insanlar oldu. Dolayısıyla bu davayı izlemeye gelirken umutsuz da değilim. Belki dünyadan çok sayıda insanın bu davaya ilgi göstermesi ve destek vermesi, son haftalarda diğer insanlar gibi onun ve kardeşinin de serbest bırakılmasını sağlar.
“Fransa'nın Türkiye'ye daha fazla baskı uygulaması gerekir” diyorsunuz. Avrupa Birliği’nin Realpolitik ve kısa vadeli çıkarlar nedeniyle Türkiye’deki sorunlara sırtını çevirdiğini düşünenlerin sayısı az değil. Son bir yıl içinde AB'nin veya Fransa'nın Türkiye'ye yaklaşımında kayda değer bir değişiklik olduğunu düşünüyor musunuz?
Hayır, hiç sanmıyorum. Hiçbir şeyin değiştiği kanısında değilim. Zira, şu aşamada değerlerin bir nebze karmaşık olduğu, tuhaf bir dünyada yaşıyoruz. Türkiye ile Avrupa Birliği ve Avrupa Birliği'ne üye ülkeler- çünkü ikisi farklı şeyler- arasındaki ilişkinin şu anda pek çok değişik faktöre bağlı olduğu doğrudur. Göçmen sorunu var, Suriye'deki çatışma dolayısıyla Ortadoğu'da gördüğümüz siyasî karmaşa var, NATO, Rusya ve Türkiye arasındaki şu tuhaf oyun var, Türkiye'nin bu konulardaki müphem tavrı var ve Avrupa ülkelerinin tavırlarındaki farklılıklar ya da çelişkiler var. Fransa, Almanya, Hollanda ve diğer ülkeler, Türkiye'de hukukun üstünlüğü sorununa müşterek bir yaklaşımda bulunamadı. Almanya, birkaç hafta önce Şansölye Angela Merkel ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında, söz dalaşına girdiğinde, diğer ülkeler sessizliğini korudu. Bunun büyük bir yanlış olduğunu düşünüyorum. Avrupa Birliği'nin ortak bir sesi, ortak bir yaklaşımı, dengeli bir yaklaşımı olması gerekir. Bu, Türkiye'ye savaş açıp açmama meselesi değil, mesele bu değil. Mesele, Avrupa Birliği'nin en büyük ticarî ortağıyla, komşusuyla, pek çok üye ülkeyle askerî ittifakı olan bu ülkeyle nasıl dengeli bir ilişki kuracağı olmalı. Dengeli bir yaklaşım saptanırken bütün bunlar dikkate alınmalı, ama insan hakları ve hukukun üstünlüğüne de gereken önem verilmeli. Kuşkusuz, bunlar devletler arasındaki ilişkinin belirlenmesinde yegâne kıstas değildir ama şimdi olduğu gibi göz ardı edilmesi de kabul edilemez.
RSF, kurulduğu 1985'ten bu yana, basın özgürlüğünü takip etmenin ötesinde, Afrika'da Eritrealılara yayın yapan bir radyo istasyonu kurmak, Haiti'de medya destek merkezi açmak veya Suriye'de gazetecilere eğitim vermek gibi alana has projeler de geliştiriyor. Türkiye için kısa vadede böyle bir projeniz var mı?
An itibariyle Türkiye'ye ilişkin faaliyetlerimiz, gazetecilerin akıbetini izlemek, onları desteklemek ve davalarının savunuculuğunu üstlenmeye ilişkin. Türkiye'de şu anda çok sayıda hapiste gazeteci olduğundan, önceliğimiz bu, en acil konu bu. Şu aşamada Türkiye medyasının ve gazetecilerin RSF'nin her türlü programına başvurmaya hakkı olduğunu düşünüyorum. RSF bir hafta önce Forbidden Stories (Yasak Hikâyeler) adlı yeni bir program başlattı, ki bunun da Türkiye gibi bir ülke için çok yararlı olacağı kanısındayım. Kimi gazeteciler hassas konular üzerinde çalışıyorsa, hükümet veya özel kurumlar veya suçlular, gazetecileri öldürerek veya hapse atarak, araştırmalarına son verebileceklerini düşünüyorlar. Forbidden Stories, bir gazeteci araştırmasını tamamlayamayacak durumda olduğunda, araştırmayı devralacak bir grup araştırmacı gazeteciden oluşuyor. Bir gazeteci hassas bir konu üzerinde çalışırken, belgelerini RSF'nin hazırladığı güvenli bir veri tabanına yükleyebilir ve böylece o gazeteciye bir şey olduğunda, Forbidden Stories ekibi araştırmaya devam eder. Böylelikle gazeteciliği baskı altına almak isteyenlere, habercilere saldırmanın yararsız olduğu mesajı da verilmiş olacak. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Daha bir hafta önce Malta'da bir araştırmacı gazeteci öldürüldü. Meksika mesela dünyada en çok gazetecinin öldürüldüğü ülke. Şu anda Forbidden Stories, Meksika'da öldürülen bir gazetecinin araştırmasını tamamlamakla uğraşıyor. Böyle bir programın hem Türkiye hem de dünyanın pek çok ülkesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
RSF gibi bir kuruluşun görevinin daha geleneksel güç ilişkilerinin hâkim olduğu döneme kıyasla daha karmaşık ve zaruri olduğunu söylüyorsunuz. Gazeteciliğin karşı karşıya olduğu yeni tehditler neler?
Geçmişte, RSF veya bu tür kuruluşlar çoğunlukla, kısaca söylemek gerekirse şu an Türkiye'nin yaptığını yapan, gazetecileri hapse atan, radyo ve gazeteleri kapatan, sansür yapan otoriter rejimlerle meşgul oluyordu. Dünyada basın özgürlüğünü korumak adına ana odak noktası buydu. Şimdi, hem basın özgürlüğüne karşı bu eski usul saldırıların olduğu hem de, sözgelimi Donald Trump gibi medyayı suçlayan, geleneksel medyaya sert saldırılarda bulunan, CNN veya New York Times'ı sahte haber kaynağı olmakla suçlayan, gazetecilerin meşruiyetini elinden alan, epey karmaşık bir dünyada yaşıyoruz. Üçüncü tehdit ise “fake news” tabiriyle özetlenebilir. Malûmunuz, Trump başkan seçildiğinden bu yana sahte haber üzerine çokça konuşuldu. Bu, sorunun tek bir boyutu. Bunun yanında, hükümet propagandası var, ticarî içerikli sahte haberler var, siyaseten güdümlü sahte haberler var. Sonuç ise kafa karışıklığı, medyada büyük bir kafa karışıklığı var. Bu çok endişe verici. Bana kalırsa, RSF gibi bir kurumun, yalnızca gazetecilerin hapse atıldığı veya susturulduğu o eski usul tehditleri değil, bütün bu tehditleri de gündemine almakla yükümlü olduğunu düşünüyorum. Bu da büyük bir sorun, zira geleneksel yöntemlerle bu sorunları çözemeyiz. Bu sorunları nasıl çözeceksiniz? Donald Trump'la nasıl baş edeceksiniz? Sahte haberlerle nasıl baş edeceksiniz? Rusya'nın internetteki propagandasıyla nasıl baş edeceksiniz? RSF olarak şu anda bu konular üzerine çalışıyoruz.
Gazetecilerin ve gazeteciliğin itibarsızlaştırılması bir yana, Türkiye'de- ve gördüğüm kadarıyla pek çok ülkede- kamuoyunun medyaya güvenini kaybetmesi de söz konusu. Kamuoyunun güven duymadığı medya, bu sorunları çözebilir mi?
Size katılıyorum, bu büyük bir sorun ve pek çok toplumu etkiliyor. Aynı sorun Fransa'da da var ABD'de de. Şu anda Beyrut'tayım, Beyrut'ta medyanın durumu üzerine bir konferansa katılmak üzere buraya geldim. Konferansta biri söyledi, yakın zamanlı bir araştırmaya göre Beyrut nüfusunun yalnızca yüzde18'i medyaya güven duyuyor. Dünyanın her yanında aynı sorunla karşılaşıyoruz. Bu noktada, birkaç faktörü göz önüne almak gerekiyor. Birincisi, bana sorarsanız, gazeteciler muhtemelen şu anda mustarip oldukları itibarsızlığın bir parçası. Son belki 20-30 yıl içinde kamuoyunun medya algısında derin bir boşluk oluştu. Toplumun ideal düzeninde ve gazeteciliğin mitolojisinde, gazetecilerin bir karşı güç olmaları, güçlüye karşı bastırılan kesimleri savunmaları beklenir. Günden güne daha fazla gazeteci elit kesimin bir paçası olarak görülür oldu. Gazetecilerin siyasî ve ekonomik elitle güç birliği yaptıkları düşünülüyor. Bu boşluğa neden olan bu. Gazeteciler olarak genellikle, bunun haksız olduğunu, işimizi yapmak için elimizden geleni yaptığımızı, bu işi yaptığı için insanların hapse atıldığını, öldürüldüğünü, bu tavrın haksız olduğunu düşünüyoruz. Ama insanlar bizi böyle görüyor. Bizim de önceliklerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor.
Bununla birlikte, gazeteciliğin büyük bir değişim geçirdiğini de dikkate almalıyız. Dijital devrim medya kurumlarını kırılganlaştırdı ve endüstri- çünkü medya aynı zamanda bir endüstridir- son 10 yılda büyük bir değişimden geçiyor. Medya endüstrisindeki pek çok şirket işlerini yapamaz oldu. Çünkü gelir kaybetmeye, reklam kaybetmeye, okurları kaybetmeye başladılar. Bunu dikkate almamız gerekiyor. Bir üçüncü nokta ise, son 10 veya 15 yılda hem olumlu hem de olumsuz etkileri olan sosyal medya hayatımıza girdi. Olumlu yanı şu ki, sosyal medya ifadeyi demokratikleştirdi, herkes artık kendini ifade edebilir. Olumsuz yanı şu ki, bu sayede herkesin gazeteci olduğu yanılsaması doğdu. Herkes haberin gözlemcisi veya yorumcusu olabilir. Bir şey görüp Facebook'ta veya Twitter'da paylaştıklarında, gazeteci oluyorlar. Bu yanılsamanın çok zarar verdiğini düşünüyorum; çünkü gazetecilik belli kuralları, etik çerçevesi olan bir meslek. Haberlerin doğruluğunu kontrol etmemiz, haberleri belli bir hiyerarşi içinde sunmamız, belli bir bağlama oturtmamız ve onu anlamlı kılacak ilave bilgileri vermemiz gerekir. Bunu sosyal medya kaosunda kaybettik. Hâlbuki sosyal medyanın gazeteciliğin zararına olmaması gerekiyor.
Medya, kaybettiği güveni nasıl yeniden kazanabilir?
Sormamız gereken soru bu. Gazeteciliğin krizinin yanıtı gazetecilikte yatıyor. Daha fazla, daha iyi gazetecilik yapmamız, gazeteciliğin topluma yararlı olduğunu kafası karışık okurlara ve izleyicilere kanıtlamamız gerekiyor. Paradise Papers'a, şu son bir haftada olup bitenlere bakın. 60'ı aşkın ülkedeki 96 farklı medya kuruluşundan 400 gazeteci, büyük şirketlerin, nüfuz sahibi insanların vergi kaçırdıklarına dair milyonlarca veri sızıntısına erişim sağlıyor. Tek bir medya organı veya tek bir gazeteci bunu yapamazdı, 400 gazeteci güçlerini birleştirdi, etkili bağlantılarını ve bilgilerini paylaştı ve toplumlarımız için büyük önem taşıyan bir şeye imza attı. İşte böyle anlarda gazetecilik zirvesinde oluyor. İnsanların güvenini yeniden ancak böyle kazanabileceğimizi düşünüyorum. Zira insanlar, böyle şeylerin yapılabilmesi için toplumun profesyonel gazetecilere ihtiyaç duyduğunu kavrıyor.
RSF'nin verilerine göre, hâlâ dünya nüfusunun yarısının özgürce yayınlanan haberlere ve bilgiye erişimi yok. Bu çizdiğiniz manzarada, gazetecilerin görevi sizce değişti mi?
Öncelikle, basın özgürlüğünü ve gazeteciliği toplumlarımızın barometresi olarak kabul etmeliyiz. Gazetecilik başka bir gezegenden zembille inmiş, toplumdan soyutlanmış bir öge değil. Basın özgürlüğünün baskı altına alınması veya baskı altına alınmaya çalışılması, politik sistemimizin bir yansıması. Bu, politik sistemimizin ayrılmaz bir parçası. Dünyanın pek çok yerinde, Türkiye de buna iyi bir örnek, illiberal demokrasi olarak tanımlanan yönetimlerin ve otoriter rejimlerin yükselişte olduğunu görüyoruz. Bunu endişe verici buluyorum, çünkü böyle durumlarda ilk hedef basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı oluyor. Bu rejimler, basın özgürlüğünü ve yargı bağımsızlığını muhtemel tehlikeler olarak görüyor. Gazetecilik bundan bağımsız değil. Değişmeyen şey şu, dediğim gibi, gazetecilik belli kurallara tabidir. Değişen ise, esasında teknolojik manzara, haberin nasıl dolaşıma sokulduğu. Sözgelimi, Facebook gibi büyük platformlar bir nevi bilgi bekçisi olmaya başladılar. Bu kesimler otoriter rejimlerle anlaşma yaptıklarında, basın özgürlüğüne ilaveten bir tehdit daha doğmuş oluyor. Kısa bir süre önce New York Times'da çıkan bir habere göre, Facebook, Vietnam hükümetinin içeriklerin kaldırılmasına ilişkin herhangi bir talebine hızla yanıt verebilmek adına Vietnam hükümetiyle pazarlık yapıyor. Bilgi akışının önündeki yeni tehditler bunlar. Bunu anlamamız gerekiyor. Neyle karşı karşıya olduğumuzu anlamazsak, kaybetmeye mahkûmuz.