Akıbet
Saldırırken saldırı altında olduğunu iddia edebilmek, failken mazlum rolüne sığınmak da bu düzenin güzide başarılarından biri.
07.06.2023
Kaldık mı yine kucağımızda bulduğumuz sonuçlarla baş başa?.. Benim için o bildik arka balkon saatleri başladı yine. Budanmaya üşenildiği için vahşi doğa hâlini almış birkaç ağacın karmakarışıklığında şükredilen küçük bir açıklık. Kaçamak bir manzara.
Oy kullanmak; seçebilmek, seçtiğini yaşayabilmek anlamına gelmiyor. Gıyabında maruz kaldığın, çoğu zaman pek az bilgi, bolca spekülasyon ürünü dış faktörler eşliğinde artık uyanamayacağını bildiğin bir karabasana “Selam tatlım, sana da günaydın” diyerek sıradan taklitli günlük hayatı sürdürme gayretine girişiyorsun. Hızlandırılmış cinnet, dörtnala koşulan cehennem. Arada da bizim bitmez korunma, birbirini koruma, hak ettiğimizi yaşama mücadelemiz.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kısıklı’daki ve sonrasındaki balkon konuşmaları, yakın dönem harita koordinatları gibiydi yine. Kimlere rağmen iri ve diri durulacağı, yeni dönemin dili, tonu her şey ortadaydı. “LGBTci muhalefet”, “Selo’ya idam” çığlıkları… Haksız rehineliklere karşı mücadelede ihale işte bu dehşet zirveye kadar yükseldi. Nefret dili, kutuplaştırma berdevam.
Sonra ertesi gün oldu. Ve bir ertesi. Muhalefet ekseninde dönüştürme enerjisinde buluşanlarımız için kalakalmak dediğim süreç başladı. Kılıçdaroğlu’ndan bir dakikalık değerlendirme dışında bir açıklama gelmedi. Başak Demirtaş’ın yakınlarda Murat Sabuncu’ya verdiği söyleşide paylaştığı deneyim, durumun vahametini ortay koyuyordu: “Sağ olsunlar, destek için arayan dostlarımız oldu ama siyasetçilerden, muhalefet partilerinin tümü dahil olmak üzere, tek bir kişi bile aramadı, kimse bir mesaj bile göndermedi. Ya bırakın beni aramayı, o korkunç çağrıya karşı tek bir söz söyleyen siyasetçi oldu mu diye sorsak daha iyi olur, üzülerek söyleyeyim o da olmadı. Sayın Kılıçdaroğlu sustu, HDP Eş başkanları sustu, ittifakımızdaki partiler sustu. Kimse tepki vermedi ve bu maalesef normalleştirildi.”
Tam da Erdoğan’ın muhalefet ittifakları ve partilerinin kucağında bulması üzerine yaptığı hamlelerin murat edeceği üzere iç kazanlar kaynamaya başladı, ittifak partileri birbirileriyle ve kendi içlerinde hesaplaşmaya girişti.
Hesaplaşma iyidir, hoştur ama hakkıyla yapılması pek zordur. Ortaya çıkacak hakikati göğüsleme cesareti ve iradesi ister. Ülke siyasetinin, genel toplum yapısının meyli ise genelde sorumluluğu başkalarına atmak yönünde. Kendi elini bulanık da olsa bir suda yıkayıp temizim demek yeterli sayılıyor. Oysa adı üstünde, su bulanıksa kimse yıkanabilmiş sayılmaz.
Asıl katlanılmaz olansa, sanki iki ay boyunca toplu bir cinnet geçirmişiz de, seçim gününe kadar geçerli olanlar artık unutulabilir tali ayrıntılarmışçasına bir normallik taklidinin yine tam gaz sürmesi. Cumhurbaşkanının yemin töreninden keyifli kareler, mazbatasını almasına karşın halen cezaevinde tutulan Hatay milletvekili Can Atalay’ın koltuğuna konulan siyah-beyaz fotoğrafıyla yan yana. CHP’nin Merkez Yönetim Kurulu değişiyor, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim sonrası attığı ilgisiz twitlerin arasında Atalay’a dönük hukuksuzluğun hesabını soracağı mesajı var. Nasip kısmet.
Sahi biz ne yaşadık?
Düşünün ki seçim günü hukuksuzluklarının boyutu bile tam anlamıyla bilinmiyor. Bu açıdan Selahattin Demirtaş’ın İrfan Aktan’a verdiği ve aktif siyaseti şu aşamada bıraktığı mesajıyla çokça konuşulan söyleşisindeki şu bölüm hep akılda tutulması lazım gelen tespitler içeriyor:
“Kılıçdaroğlu seçimi kazandı aslında. Fakat başta hileler, sonra da yurt dışı oyları ve sonradan vatandaş yapılanların oyları gibi faktörler eklenince bu tarihi seçimi resmi olarak Erdoğan almış oldu. Yaşananların seçimle, demokrasiyle, halk iradesinin sonuçlara yansımasıyla uzaktan yakından ilgisi yok. Olanlar tümüyle bir operasyondu. Muhalefet, bu gerçeği bilmesine rağmen hep karşısında normal bir iktidar varmış gibi davranarak, rejimi meşrulaştırarak büyük hatalar yaptı. Yine, HDP’nin kriminalize edilmesini peşinen kabul ederek iktidarın değirmenine adeta su taşıdı. Karşınızdaki, olağan dışı yöntemler kullanarak seçim yerine operasyon yaparken siz ancak söylemde ve pratikte buna karşı olağanüstü yöntemlerle mücadele ederek başarı sağlayabilirsiniz. Mücadeleyi de toplumsallaştırarak seçime kadar getirmek gerekiyordu. Yoksa son bir-iki ayda yapılacak seçim kampanyasıyla yedi yıllık toplumsal mühendislik operasyonunu alt etmek mümkün değil.”
Samimi özeleştiri ve muhasebe sürecinin yegâne adresi olarak görülen Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nde hareketli bir dönem yaşanıyor. HDP Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar, partinin önümüzdeki aylarda düzenlenecek kongresinde yeniden aday olmayacaklarını duyurdu. Gözler hem bu kongreye hem de CHP kurultayına çevrili. Ama daha da önemlisi muhalefet partilerinin tamamının yükselen ve öylece ortada bırakılan toplumsal dinamizmi nasıl yönlendireceği. Elbette hepimiz mülteciler, Kürtler, LGBTİ+lar, kadınlar ve gençler üzerinden yürütülen hedef göstermelerin, bunların seçim sonrası günlük hayattaki etkilerinin ve örülecek mücadele ağlarının farkındayız. Bunun için partilerin ve meclisin çalışmalarıyla yetinilecek bir durum yok. Zaten seçim deneyiminin kendisi “oy veren seçmen” rolünün ne kadar kısıtlayıcı ve yanıltıcı olduğunu yeterince kanıtladı. Umarım hali hazırdaki mutlak baskı düzenine muhalif partilerin hepsi karşı tarafın gerek örgütlülüğünü, gerek Erdoğan’ın oyun kuruculuğunu, gerekse hantal merkezi ve bürokratik iç yapıların yarattığı engelleri görür ve bundan sonrası için hazırlıklarına hemen şimdi başlar.
Haziran sınavları
Onur ayının başlamasıyla birlikte, dünya genelindeki sağ politika yükselişini müteakip ülke içinde de bilinçli ve sistematik nefret politikalarına maruz bırakılan LGBTİ+ hareketi için her zamankinden zorlu bir dönem başladı. Hoş, hayatının her ânında ve bizzat doğduğu aile evinden başlayarak varoluş mücadelesine girişenler için alışık olunmadık bir şey değil bu. Ancak hayatın her anında bu kadar yoğunlaştırılmış, sunî bir nefret ortamında nefes almak da kimsenin gücünü sınayan, doğal karşılanabilecek bir durum olmamalı. Dolayısıyla Haziran sınavı en çok da bunca hedef göstermeye razı gelmeyen geri kalanların omuzlarında. O ki muhaliflik kapsayıcıydı hani…
Hâli hazırda muhalefetin seçim propaganda dönemindeki suskunluğu devam ediyor. Ve o suskunluk günden güne daha ayıplı bir hâl alıyor. ARTI TV’de Yıldız Tar’ın sunduğu Odak Ankara programına katılan HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, seçim sürecinde HDP ve Yeşil Sol Parti yöneticilerinin neredeyse hiçbirinden parti programlarında yer alan LGBTİ+ haklarına ilişkin bir söylem gelmemesini eleştirirken çok çarpıcı bir söz sarf etti: “Net konuşalım. Partimizde LGBTİQ haklarını savunmak hukuken mecburidir, siyaseten yasaktır. Böyle bir şey olabilir mi? Nüfusun neredeyse yüzde 7’sini oluşturan toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelimlerin mazlumiyeti hakkında partimiz konuşmamayı tercih ederse onlar da yüzümüze bakmayacaktır tabi ki.”
Sağcıdan daha sağcı, muhafazakârdan daha muhafazakâr konumlara talip olarak katedilecek bir yol olmadığını umarım bu son siyasî deneyim yeterince göstermiştir. Aksine hak, hukuk, adalet, eşitlik ve özgürlük ihtiyacı her zamankinden de acil ve can yakıcı. Bu uğurda yapılması gerekenler de. Daha geçende İzmir’de Ege Üniversitesi bahçesinde Onur Pikniği yapmak isteyen öğrenciler, tehdit edildikleri ve can güvenlikleri olmadığı gerekçesiyle pikniği iptal etmek zorunda kaldı. Ardından İzmir Barosu önünde basın açıklaması yapmak istediklerinde hem öğrenciler hem avukatları darp edildi. Etkinliği hedef gösterenlerin başında gelen Vatan Partisi’nin gençlik yapılanması Türkiye Gençlik Birliği’nin (TGB) sitesinde yayınladığı açıklama bu açıdan ibretlik: “Netflix, Disney+, Onur Yürüyüşleri, çizgi filmler, çocuk kitapları, animeler, mangalar… Erkek ve kadın dışındaki cinsiyetler dört bir yandan dayatılıyor. Henüz ilkokula bile başlamamış Caillou bile artık masum değil. Dijital mecralarda eşcinsellik normalleştiriliyor. Ergenlik döneminin doğal süreci olan kimlik arayışı, Batı'nın pompaladığı bu fırtınada cinsiyetsizleşmeye evriliyor. Bugün milletimizi etnik, dinsel, mezhepsel ve cinsel kimliklere bölmenin bir ayağı da LGBT dayatmasıyla yapılıyor. LGBT dayatmasıyla insanlık onuru ayaklar altına alınıyor; toplumumuzda yozlaşma ve şiddet teşvik ediliyor. LGBT'yi savunan kuruluşları AB ve ABD’den fonlanıyor. LGBT dayatması bugün çocuk yaşlara kadar indi. Türk gençliğini LGBT aktivisti yapamazsınız. Piknik, yürüyüş, kültür sanat adı altında gençliği kendi cinsiyetine yabancılaştıramazsınız.”
Saldırırken saldırı altında olduğunu iddia edebilmek, failken mazlum rolüne sığınmak da bu düzenin güzide başarılarından biri. İşte tam da bu yüzden kimsenin “Ben bunu bilmiyordum” deme lüksü, ilgilenmeme kolaycılığı yok. Bir günün her ânında dört bir koldan düşmanlık pompalanıyor. Seçmece ve kolaycı mücadele pratiği diye bir şey ne siyasette ne hayatın orta yerinde söz konusu.
Eğer umudu, hava durumu misali dış faktör konumuna iteklemeyip kendi içimizden ürettiğimiz bir şey olarak koruyacaksak, tek bir sıradan günümüz, tek bir rastgele ânımız olmadığını da kabul edeceğiz. Ve bir yandan da hayatımızın doğal akışının büyük siyaset tarafından yutulmaması için çabalayacağız. Anlayacağınız çabalı hayatımıza devam ederken duygularımızı da koruyacağız. Yönlendirmeli sevinç ve kederler yerine sahicilerini koyacağız kalbimize. Gülüşümüze ve gözyaşımıza da sahip çıkacağız. Akıbetten irade çıkaracağız. Kimsenin elini dokunduramayacağı bir iç hazine.