Almanya’da seçimlere doğru -1-

24 Eylül’de Almanya’da seçimler var. Seçimlere kadar bir dizi yazıyla süreci inceleyeceğiz

SEZİN ÖNEY

20.09.2017

Almanya ile ilişkilerde oldu, ne olacak?

Bu sorunun cevabı çok net: iyi şeyler olmadı ve iyi şeyler de olmayacak.

Bunu öngörmek için de allâme-i cihan bir uluslararası ilişkiler analisti veya sezgileri güçlü bir müneccim olmaya gerek yok.

Şu anki Türkiye-Almanya ilişkileri bir kurgu olsaydı; bir roman veya film, nasıl bir mizansen ile karşı karşıya olacaktık — önce bir buna bakalım. "Büyük resme" yani… Zira, kurgu olsa, "ne saçma" veya "yok artık" denilecek bir ortam söz konusu. Bir adım geriye çekilip ilişkilerdeki "sorunların" yapısal çerçevesine bakınca, neden Almanya ve Türkiye'nin bu problemler çözülmedikçe neden "iyi olmayacağı" gayet net anlaşılıyor. Basit sebep-sonuç ilişkileri söz konusu…

Şu noktadan başlayalım: Almanya'nın Türkiye'de tutuklu en az 44 vatandaşı var.

Deutsche Welle'nin (taaa) 31 Mayıs 2017 tarihli haberine göre:

"Alman hükümeti şu an Türkiye'de 44 Alman vatandaşının cezaevinde bulunduğunu açıkladı. Veriler, Yeşiller partili milletvekili Özcan Mutlu'nun sorusuna verilen yanıta dayanıyor. Alman hükümetinin yanıtında, 15 Mayıs itibariyle Türkiye'de 44 Alman'ın cezaevinde bulunduğu belirtilerek, bu sayının polis tarafından şuç işlediği şüphesiyle alıkonulan, gözaltında tutulan, tutuklu yargılanan ve cezasını çekmekte olan kişilerden oluştuğu kaydedildi." 
 
Şimdi ortalarda bir de "54" rakamı geziyor ama kesin sayıyı artık Almanya da takip edemiyor. Bu durum, hangi iki ülke arasında yaşansa, zaten başlı başına bir kriz oluşturacak bir durum.
 
Tutuklanan Almanya vatandaşlarının çoğunluğu, "çifte vatandaşlar" veya Türkiye ile bir şekilde ilintisi, bağı bulunan kişiler. Tutuklulardan Almanya ve Türkiye'nin üzerine en çok konuştuğu kişi, Die Welt gazetesi muhabiri ve hem Türkiye hem Almanya vatandaşlığı olan Deniz Yücel. Yücel, 27 Şubat tarihinden bu yana Silivri Cezaevi'nde tutuklu mâlum. Tutuklu bir başka medya çalışanı  Almanya vatandaşlığı bulunan ve Etkin Haber Ajansı'na (ETHA) gönüllü muhabirlik ve çevirmenlik yapan Meşale Tolu Çorlu da var. Yücel ve Tolu Çorlu’ya terör propagandası suçlamasında bulunuluyor.
 
Dahası, Deutsche Welle'nin 15 Ağustos 2017 tarihli haberine göre:
 
"Berlin’de son günlerde dikkatlerin çevrildiği bir başka konu ise Türkiye'de 4 aydır gözaltında tutulan Alman vatandaşı David Britsch'in durumu.

Britsch’in 4 aydır sınır dışı edilmek üzere olan yabancıların tutulduğu Erzurum’da Geri Gönderme Merkezi'nde alıkonulduğu ortaya çıktı.

Alman Dışişleri Bakanlığı kaynakları hem bakanlığın hem Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği’nin devrede olduğunu, Britsch’e konsolosluk desteğinin sağlandığını ve ilgili Türk makamları ile görüşmelerin sürdüğünü kaydettiler.

21 Kasım 2016 tarihinde Almanya’dan yola çıkan ve Kudüs’e yürüyerek Hristiyanların hac yürüyüşünü gerçekleştirmek isteyen Britsch, Suriye'ye geçmek isterken gözaltına alındı ve Nisan ayından bu yana Erzurum'da tutuluyor.

Almanya Britsch hakkında sınır dışı kararı olması hâlinde derhal bunun uygulanmasını hukuki olmayan bir ‘tutukluluk hâlinin’ kabul edilemez olduğu görüşünde.

Bu arada Britsch’in tutulduğu Erzurum’daki geri kabul merkezi, AB'nin Türkiye'ye verdiği mali yardımlarla kurulmuştu."
 
Gene Deutsche Welle'nin haberine göre:
 
"Alman diplomatik kaynaklarına dayandırdığı haberinde avukatlık yapan, Türkiye kökenli bir başka Alman vatandaşının da hakkındaki siyasi içerikli suçlamalar nedeniyle gözaltına alındığı bilgisi verildi.
Türkiye kökenli olan ve Sol Parti'nin Federal Meclis grubunda görev yapan bir Alman vatandaşının da Türkiye’ye girişi sırasında kısa süreli olarak alıkonulduğu, ardından serbest bırakıldığı öğrenildi. Federal Meclis çalışanının hangi gerekçeyle alıkonulduğu konusunda Alman makamlarına bilgi verilmedi."
Son haftalarda da (Eylül'ün ilk iki haftasında) , tatile gelen en az dört Alman vatandaşının daha gözaltına alındığı, bunlardan üçü serbest bırakıldı ama birinin hala gözaltında bulunduğu "düşünülüyor". Evet, "düşünülüyor"-zira, Almanya Dışişleri Bakanlığı bu konuyla ilgili net bilgi alamadıklarını belirtiyor.
 
Tüm kişilerin durumu, adlî bakımdan ne olacakları konusu da muamma. Yani, Almanya vatandaşları veya Almanya ilintili kimseler açısından tutuklama veya gözaltılarda "sıra kimde", "giden gelmiyor" gibi durumlar söz konusu…
 
Ve "Interpol krizi"
 
İki ülke arasında bir de, "Almanya'da ikâmet edip veya Almanya vatandaşı olup da Avrupa Birliği sınırları içinde, Türkiye'nin talebiyle tutuklananlar" gibi yeni  bir sayfa açılmışa benziyor. Geçtiğimiz ay, İspanya'da gözaltına alınan ve ardından serbest bırakılan, ancak hâlen ülkeyi terketmesi yasak olan yazar Doğan Akhanlı vakası, Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini iyice komplike hâle getiren, çok ciddi bir örnek. Akhanlı, 1992'den beri Almanya'da, Köln'de yaşıyor; 2001'de de Almanya vatandaşı olmuş. 2010'da Türkiye dönünce tutuklanmış, ancak 2011'de beraat etmişti. Akhanlı, isminin Türkiye'nin Interpol'e verdiği listede yer alması sonucu, İspanya'ya tatile gittiğinde gözaltına alınıvermişti.
 
Akhanlı, Türkiye'nin talebi üzerine İspanya'da gözaltına alınan ilk kişi değil; İsveç vatandaşı gazeteci-yazar Hamza Yalçın da, 3 Ağustos’ta Barselona'da tutuklanmıştı. Akhanlı, (belirttiğimiz gibi her ne kadar İspanya'yı 18 Ekim'de hakkında karar verilene kadar terk edemeyecek olsa da) serbest bırakılması, net biçimde Almanya ve İsveç arasındaki çaba farkından kaynaklanıyor. İsveç Dışişleri Bakanlığı "Yalçın'ın durumuna açıklık kazandırmak için uğraştığını" bildirirken, Akhanlı için Şansölye Angela Merkel başta olmak üzere tüm hükümet ve üst düzey politikacılar seferber olmuş durumdaydı. Yalçın ise hâlâ tutuklu. İsveç'in de, Almanya'ya nazaran çok daha "ağırdan alarak" hareket ettiğini ve Ağustos sonu, İsveç'teki Türk Büyükelçisi'ni Dışişlerine çağırmak gibi tedbirle "yetindiğini" gözlüyoruz.
 
Oysa, altını çizdiğimiz gibi, Almanya'nın Akhanlı konusundaki tavrı çok daha net ve sert. Başta Şansölye katından olmak üzere, Akhanlı üzerinden Türkiye'ye çok sert de bir eleştiriler yöneltildi ve yönetilmeye de devam ediyor. Bir kere Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, çeşitli kereler, İspanya'da hükümetle, telefonla, mektup yazmak sûretiyle ve açıklamalarıyla temas kurdu. Gabriel'in, İspanya ile Akhanlı'ya yönelik tüm iletişiminde, Türkiye'nin insan hakları konusundaki sicilinin olumsuzluğuna özellikle vurgu yaptığı biliniyor. Şansölye Merkel ise, Akhanlı vakası konusunda Ankara'yı uluslararası polis teşkilatı Interpol'ü “kötüye kullanmakla, istismar etmekle” suçladı. Akhanlı'nın gözaltına alınmasıyla beraber, Türkiye'nin 190 ülkenin üyesi olduğu Interpol ile ilişkilerinin de krize girdiğini söylemek yanlış olmaz.  Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin Interpol konusundaki raportörü Almanya milletvekili Bernd Fabritius, uluslararası polis örgütünün Türkiye'ye "yaptırım" uygulaması gerektiğini söyledi.
 
Interpol, kendi protokolü gereği "siyasi suç zanlılarının" veya ırk-etnik-din konuları dolayısıyla arananların yakalanmasına karışamıyor. IŞİD veya organize suç örgütlerine bağları nedeniyle arananlar için dayanışmaya hem Türkiye'nin, hem de Interpol'ün ihtiyacı var. Ancak, Türkiye'de belli ki, bazı görevlilerin, 12 Eylül darbesi döneminden kalan "hesapları da" dahil, tüm  mesele ettiklerini Interpol gibi uluslararası örgütleri de kullanarak "hâlletmek" gibi bir niyetleri var. Bunun sonucu da, sadece ve sadece Türkiye'nin uluslararası çapta giderek daha fazla izole edilmesi olacağa benziyor.
 
Almanya ile olan kriz de, "izolasyon" sürecine ivme kazandıran en önemli faktöre dönüşüyor. Gözüken o ki, Almanya'nın Türkiye'ye karşı "yeni ve sert bir politika" hazırlığı zaten varmış. Başta ekonomik tedbirler ve kısıtlamalarla olmak üzere Türkiye'de hükümete sırt dönen bu yeni politika, 24 Eylül'deki seçimlere kadar "rafta bekletilip, ardından uygulamaya konmak üzere" planlanmış. Fakat, bir "dönüm noktası", Almanya'nın "kısasa kısas" olarak tanımlanabilecek yeni politikasının Merkel hükümeti tarafından seçimler beklenmeden uygulanmaya konmasına neden oldu.
 
Dönüm noktası olan tutuklama
 
Türkiye-Almanya ilişkileri konusundaki sembolik "dönüm noktası", insan hakları aktivisti Peter Steudtner'ın tutuklanması ile gerçekleşti. Şimdi, Steudtner vakasına daha yakından bakalım. Kendisi şu an Silivri'de hapishanede, boş zamanlarını yoga yaparak ve tecritten çıktıktan sonra, "yoga dersi vererek" geçiren biri. Bu bilgiyi, CNN International'a konuşan eşi Magdalena Freudenschuss veriyor.
 
Steudtner'in uzmanlık alanı, "Holistik Güvenlik".
 
"Stratejist", "güvenlik analisti", "güvenlik uzmanından" bol bir şey olmayan ülkemizde, "Holistik Güvenlik" tabii, çok egzotik ve iç gıcıklayıcı çağrışımlar içeriyor: ne de olsa, güvenlik uzmanlarımız 7/24, dünyada kimsenin farkına varamadığı ama bir tek kendilerinin "büyük resmi gördüğü" biçimde yazıyorlar da yazıyorlar. Türkiye'de "ifade özgürlüğü" yok değil; bazılarına gerçekten de, sınırsız bir ifade özgürlüğü var. Şiddete çağrı yapma, kırma-dökme, başkalarının yaşamlarını parçalama konusunda müthiş özgürlükleri var bazılarının…
 
"Holistik Güvenlik" nedir peki? İnsan hakları savunucuları ve hattâ yakınları, dünyanın her yerinde, az veya çok stres altında, düşük veya yüksek oranda tehditlerle karşı karşıya kalarak çalışmalarını sürdürüyorlar. "Holistik Güvenlik" (Holistic Security) de, insan hakları savunucularının, "ruhsal ve zihinsel bütünlüklerini" korumak için,  ortaya atılmış bir kavram. "Holistik Güvenlik", "güvenliği", klasik biçimde "silah-saldırı-strateji" gibi kavramlarla tanımlamak yerine, "kişinin ruhsal durumu", "farklı cinsiyetlerin yaşadığı farklı travmalar", her kişinin "güvenlik algısı ve deneyiminin farklı olduğu" gibi bambaşka yaklaşımlarla tanımlamaya ve analiz etmeye çalışıyor.
 
Baştan başlayalım; "barışçı" bir toplum için çaba gösteren insan hakları savunucuları da, günlük hayatlarında sürekli "insanların problemleri", şiddet eylemlerine maruz kalanların travmaları gibi sorunlarla uğraştıkları için kendileri  de gerek fiziksel gerekse de psikolojik olarak tehdit altında oluyorlar.  "Holistik Güvenlik" yaklaşımı da, hiçbir koruması, savunması, silahı-topu tüfeği olmayan insan hakları savunucularının kendilerini psikolojik koruma altına alması çabasından başka birşey değil.
 
İnsan hakları savunucularının, bazı ülkelerde çeteler-organize suç örgütleri ve bu gibi yapıların devletlerdeki uzantıları, yasadışı şiddete bulaşmış güvenlik görevlileri, maddi ve sosyal nüfuz sahibi olup da kirli işlere bulaşanlar, otoriter yönetimler gibi "muhattapları" oldukları düşünülürse, bu tarz bir "korumacı yaklaşımın" gereksiz olduğunu kim söyleyebilir?
 
Sadece, insan hakları savunucularını "tekere çomak sokan" ve kendileri kirli ağların içinde olanlar veya akıllarını gerçeklerle uzaktan yakından alakası olmayan komplo teorileriyle, peynir-ekmek arası yapıp yemiş olanlar…
 
Vatikan'ın çıkardığı cinleri, "kadrolu eleman olarak işe aldığını" öne süren dimağların var olduğu ve "düşünce insanı" sayıldığı bir ülkede, insan hakları savunucularına da aklı selimle yaklaşılmasını beklemek mümkün değil…
 
"Holistik Güvenlik" gibi kavramlar da, kendi içi "tuhaflık" dolu kafaların koridorlarına düşünce, içinden çıkılmaz komplolar ortaya çıkıyor.
 
Silivri'de yoga yaparak, kendi "ruh bütünlüğünü" korumaya çalışan Steudtner'in Filistin gibi İsrail'den güvenlik tehdidi yaşayan, Nepal gibi Hindistan ve Çin arasında ezilen, Mozambik gibi iç savaş travması yaşamış ülkelerde sorunsuz çalışıp da, NATO üyesi ve Almanya'nın "stratejik ortağı" bir ülke olan Türkiye'de hapse düşmesi… Almanya'da, ne hükümette, ne kamuoyunda anlaşılabilecek ve kabul edilebilecek bir durum değil.
 
Bu tabloya bakınca, gerçekten de Türkiye, Almanya'nın bir "içişleri meselesi" hâline dönüşmüş durumda. Tabii, bunun tek sebebi, Türkiye'de ve İspanya'da özgürlüklerinden olan Almanya vatandaşları da değil… Bir de, "Almanya içindeki Türkiye sorunları" da var. O da gelecek yazıya.