Almanya’dan post-truth siyasete ve medyanın geleceğine bakmak
Post-truth siyaset yapabilme rahatlığını AfD gibi aktörlere kim sağlıyor? Aslında basit: Mevcut siyaset kurumu ve medya…
06.11.2017
Türkiye’de akademideki küçük bir grubun tartışmasının sürmesine rağmen medyada tam olarak tartışılamamış olsa da, post-truth (hakikat sonrası diye de çevirebiliriz) çağı, Avrupa’daki akademik çevrelerde ve haber odalarında önemli bir konu başlığı. Öncelikle tartışmadan henüz haberi olmayanlar için kavramı tanımlayarak başlayalım. Ralph Keyes tarafından, Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma adıyla Türkçe’ye çevrilen kitabında ifade edildiği üzere post-truth’u kısaca doğruların, hakikatlerin, olguların önemini yitirdiği bir dönem olarak tanımlamak mümkün.
Peki post-truth çağı dünyanın farklı coğraflarında nasıl tecrübe ediliyor? Küreselleşen medya ortamında küresel bir post-truth tanımından, anlayışından ya da bu yeni kaotik hâlle genelgeçer bir mücadele pratiğinden bahsetmek mümkün mü? Açıkçası bunun mümkün olduğunu söylemek oldukça güç. Zira her ülke post-truth siyasetle ve post-truth rejiminden beslenen haber odalarıyla sınavını farklı şekilde yaşıyor.
Post-truth tecrübesine dair özgün ve son dönemlerde popüler olan örneklerden biri de AfD’nin (Almanya İçin Alternatif) isimli aşırı sağcı olarak tanımlanan partinin Almanya’daki yükselişi. Konuyla ilgili çok şey yazılıp söylendi; ancak haber odasından medyaya ve AfD’nin politik yayılımına nasıl bakıldığı ile ilgili henüz ortada bir literatür yok. Alman gazetecilerle ayaküstü sohbetlerde bir şaşkınlık havası ve pek de anlayamadığım kendinden emin bir bunun geçici olduğuna ilişkin ruh hâli hâkim durumda. Tabii bu şaşkınlık veya kendinden emin, rahat tavıra nazaran ayakları daha sıkı yere basan tavırlar da var.
Bu tavırlardan biri de Gazeteci ve Deutsche Welle Akademie yöneticisi Ute Schaeffer’inki. Schaeffer 2 Kasım Cuma günü Prag’da gerçekleşen ‘’Post-truth dünyasında medya: Dezenformasyonun yeni pazaryeri’’ başlıklı konferansta bir konuşma yaptı. Katılımcılarından biri olduğum konferansta yapılan bu konuşma hem Almanyalı deneyimli bir gazeteci tarafından yapıldığı için, hem de Almanya gibi Türkiye’nin daima politik radarında olan ve aynı zamanda medya sistemi bakımından Türkiye’ye benzemeyen bir ülkedeki post-truth siyaset deneyimini aktardığı için ilginç detaylar barındırıyordu. Zira hem yalan habere ve post-truth siyasete bakış açılarımızdaki farklılıkları görme hem de Almanya’daki özgün post-truth siyaset deneyiminde yeni medyanın ve geleneksel medyanın nasıl araçsallaştırıldığını dinleme fırsatı buldum.
AfD nasıl yükseldi? Merkez siyaset ve medya nasıl etkisiz kaldı?
Schaeffer’e göre AfD’yi ve Almanya’daki PEGİDA hareketini besleyen ana damarda en çok yenilenen nefret söylemleri ve politik komplo teorileri arasında Rapefugee (İngilizce tecavüz ve mülteci kelimelerinin birleşiminden oluşturulan bir kelime), çocukları taciz eden geyler, artan iş savaş tehdidi gibi başlıklar var ve bu başlıklar aşırı sağcı küçük yankı odalarında sürekli olarak farklı ve yaratıcı şekillerde tekrar ediliyor.
Schaeffer AfD’nin arkasındaki itici gücün yalnızca AfD’nin genel kadrolarından ibaret olmadığını, Rusya köklü yayıncılık kuruluşlarından komplo teorilerinden beslenen sol gruplara ve tabii ki aşırı sağcılara uzanan çok geniş ve farklılıklar barındıran bir kitlenin AfD’nin mesajlarını güçlendirdiğini ifade ediyor. Bu kitlelerin ortak yanı ise siyaset dilini dönüştüren bir saldırının parçaları olmaları ve nihayetinde Almanya’daki seçimlerden önce hem geleneksel hem yeni medyayı hislerin, öfkenin ve korkunun diliyle esir almış olmaları.
Yalan haberler tabu yıkıyor gibi görünüyor
Ute Schaeffer bilinçli olarak yanlış verilen haberleri konuşmasının merkezine koyarken, yalan haberlerin çoğunlukla hislere hitap ettiğini, sansasyonel ve tabu yıkıcı görünümde olduğunu söylüyor. Almanya’daki diğer partilerin bu söylemleri gölgede bırakabilecek söylem ve gündemler icat edemediğini belirten DW Akademi yöneticisinin verdiği istatistiklere göre AfD CDU ve SPD’den çok daha geniş bir sosyal medya ulaşım oranına sahip.
AfD’ye bağlı olarak sosyal ağlarda içerik üreten aktivist ya da Schaeffer’in tabiriyle troll, daha doğru tabirle astroturfer/kampanyacı, grupların, AfD’nin başarısının asıl mimarlarından olduğunu söyleyen Schaeffer, AfD’nin belirli hashtag’lerdeki sürekli içerik üretimine dikkat çekiyor. Türkçesi “Benim Şansölyem Değil”, “Gidin” veya “AfD’yle Yürü” olarak ifade edilebilecek bu hashtag’ler etrafında uzun sohbetler ve etkileşim alanları inşa edilmiş. Kapalı chat odalarında AfD’nin ve takipçisi olan grupların mesajları seçim süreci boyunca sürekli olarak yeniden üretlimiş.
Yükselişin arkasında genç nerd’ler mi geleneksel medya mı var?
Schaeffer’e göre bu işin arkasında genç nerd’ler (Türkçesi inek öğrenci; ancak genellikle teknolojik becerileri olan asosyal insanları anlatmak için kullanılıyor bu tabir) de var ve bu süreci bir oyun olarak görüyorlar. Bu grupların aşağıdan oluşturduğu diyalog/sohbet ise bir şekilde toplumun ana ajandası oluveriyor. Peki ama nasıl?
Schaeffer bu konuda suçu geleneksel medyaya atıyor ve Almanya’daki geleneksel haber odalarının sürekli olarak AfD’yi ve söylemlerini haber konusu yaptığını, tartışmalı söylemlerini gündeme getirerek onları sürekli yaygınlaştırdığını söylüyor. Zaten düşük gelirlilerden orta sınıfa farklı kitlelerden seçmen bulan, bir milyonu eski muhafazakâr, 500 bini sosyal demokrat/sol kökenli ve yüz binlerce daha önce oy kullanmamış seçmeni sandığa götürüp kendine oy atmaya ikna eden bir hareketin yalnızca yeni medyadaki gücüne dayanmak çok da anlamlı değil.
Peki; AfD’nin klasik sağ popülizmin evrensel ortak taktikleri olarak ele alınabilecek konu başlıkları nelerdi? İktidarın normal insanlara düşman olduğunu, İslam’ın bir nefret ideolojisi ve şiddet dini olduğunu, polisin normal insanları marjinalize ederken elitleri ve göçmenleri koruduğunu, devletin tehdit altında olduğunu, tecavüzün göçmenler nedeniyle arttığını, kimlik ve kültürün yok olduğunu, güvenlik hissinin ortadan kalktığını ve en önemlisi basın ile siyasetçilerin yalan söylediğini ifade ediyorlardı. Schaeffer’in duygusal olarak nitelendirdiği ve alıcının iç dünyasına göre algılayabileceği bu mesajların sürekli bilinçli ya da bilinçsiz yeniden üretimi ise Schaeffer’e göre göre post-truth siyasetin başarıya ulaşmasının nedeni olmuştu.
Ancak Schaeffer’e göre şu kesin ki AfD’nin varlığı hem demokrasinin temel amacı olan açık ifade ortamını tehdit ediyor, hem de yarattığı polarizasyonla uzlaşmanın önünü kapatıyor. Tüm demokratik aktörler (sivil toplum örgütleri vs.) hızla AfD ve takipçilerinin hedefi hâline gelebiliyorlar. Dahası onun bahsettiği ve ABD’de de Demokratların dillerinden düşürmediği nerd’ler, bilgisayar tutkunu her şeyi oyunlaştırmış gençler, her konuda çok başarılılar. AfD tipi partilerin siyasetçileri de birer Youtube kahramanı/fenomeni olarak ya da benzeri kılıklarda karşımıza çıkabiliyor. Hattâ çoğunlukla devlet-dışı demokratik aktörlerin (STK’ler vs.) kullandıkları kitlesel fonlama gibi teknikleri #defendeurope gibi mülteci karşıtı kampanyalar için kullanarak mevcut demokratik pratik ve birikimden de tersinden bir fayda elde edebiliyorlar.
Hırsızın suçu mâlum, peki ya evin sahibi?
Schaeffer’in çizdiği karanlık tabloda bana kalırsa eksik bir yan var, bu yan en çok da medyada büyük kurumların kendilerinden eminliğinin çok uzun süredir sürekli bir biçimde hayal kırıklığıyla bitmesiyle sonlanıyor. Newsweek’in Hillary Clinton’ın başkanlığını ilan ettiği ‘’Madam President’ kapağı gibi birçok siyasal tavır, aslında popülistlere ve post-truth siyasetin ana aktörlerine Batı’da yeterince dikkat edilmediğinin göstergesi. Bu durum özellikle bir popülistin dışlayıcı söylemlerle iktidara bağıra bağıra geldiği ABD’de seçim öncesinde de belirgindi, o dönem bir süreliğine bulunduğum ABD’de Demokrat seçmenlere Trump’ın bu şekilde giderse Clinton’ı geçebileceğini söylediğimizde hızlı bir reddediş tavrına girmesiyle benzerlik gösteriyor. Aynı durum Brexit yaşandığında da birçok Birleşik Krallık sakini için geçerliydi.
O nedenle şunu sormak gerekiyor: Post-truth siyaset ve onun stratejileri oyunu nasıl olup da kazanıyor? Bazen bir otoriteri iktidara getirmekte bazense onlarca yıldır meclis dışı kalmış bir partiyi neredeyse ana muhalefet yapmakta işe yarayan bu stratejiler neden daima kazanıyor? Bu sorunun yanıtı aslında şu sorununkiyle aynı: Post-truth siyaset yapabilme rahatlığını AfD gibi aktörlere kim sağlıyor? Aslında basit. Mevcut siyaset kurumu ve medya.
Post-truth siyasetin aktörlerini küçümsememeliyiz
Zira insanların işitilmediklerini ve temsil edilmediklerini hissetmeleri biraz da bu sistemin sonucu; ancak mesela Schaeffer’e göre Almanya özelinde enseyi henüz karartmaya gerek yok, zira Almanya’daki yoğun geleneksel basın okunma istatistikleri ve alışkanlıkları, özellikle de tarihî bagajı Almanya’yı AfD’nin yolundan uzak tutuyor. Birçok ülkede hâlâ post-truth siyaset aktörlerine ve kurumlarına bu şekilde bakılıyor. Trump başkan olduğunda herkes kaç ay içerisinde başkanlığının elinden alınacağını konuşurken Trump’ın başkan seçildiği ABD’nin var olduğu bir dünya güneşin etrafındaki turunu tamamlamak üzere. Tam da bu sebeple medyanın içinden geçtiği ekonomik ve politik krizi ve merkez medya adı altında özellikle Türkiye gibi örneklerde çok dar bir kesimin siyasal ve ekonomik çıkarlarına hizmet eden bir pratikle sınırlanan anlayışı terk etmek gerekiyor.
Sloganın, gazete fikrinin temelinde olan derin bilgi verme ve bilinçlendirme işlevinin bu denli hızlı yerini almasının da, yalan haberin işlevselliğinin de arkasında çok bilenlerin (her akşam TV’yi işgal eden fast thinker’lar) ve her dönem tutunmayı başarabilen medya elitinin vurdumduymaz tavırları var. Almanya’da da Türkiye’de de “merkez siyaset”, “merkez medya” ve merkezde olan nice şey üzerine kurulu olan merkezîleştirme çağı (ki buna Marksist bakıp neoliberal düzlem demek de mümkün) kendi vebasını ister istemez kitlelere bulaştırmış durumda.
Tam da bu nedenle yakın zamanda kaybettiğimiz Zygmunt Bauman’ın prekarya (yani güvencesizleştirilmiş kitleler) üzerine söylediklerini anımsamakta fayda var. Bu dalga büyüyerek devam edecek ve nihayetinde post-truth siyasetle/medyayl ve merkez siyasal/iletişimsel yapının yarattığı krizle eşzamanlı olarak hesaplaşmamız gerekecek.
Bunun için de bu yazıyı yazmaya vesile olan konuşmayı bitirirken Schaeffer’in yaptığı 5 uyarıyla en azından medya açısından yola çıkmakta fayda var. Kaliteli içeriğe yatırım yapmalı, habere yakın durmalı, doğrulama mekanizmalarını işletmeli, popülistlerin konularını değil kamunun çıkarını gözetmeli ve yanıltıcı söylemleri gündeme taşımamalıyız. Tabii bu beşli paketi Türkiye medyasında uygulamanın maliyeti yüksek. Belki de bu duruş on binlerce satış kaybı ve milyonlarca tık kaybı anlamına geliyor. Ancak üstümüze gelen bu karanlık dalgayla mücadelenin yolu da bu.