An ve anı önceliği
Çok yalın ve bir o kadar da zor sorular yöneltiyor insana Don’t Look Up. Anı olacak önceliklerinin farkında mısın?
04.01.2022
Hayatın her an karşımıza çıkardığı insanları, olayları, mekânları, eşyaları içinde yer aldıkları güncel bağlam dışında bir nevi ham madde olarak görmek de mümkün. Adına kısaca kader denilen hayat motifinin iplikleri hepsi de. Kendi bütünlükleri içinde gelseler de zihnimiz ve kalbimizden geçerek ruhumuza işlenirken hepsini sürekli sökerek bambaşka bir desende birbirine teyelliyoruz aslında. Anılar da bu anlamda yaşanan anların seçili iplikleriyle örülüyor. Son dönemin iki popüler filmi, ördüğümüz hayat motiflerini ve bunları belirleyen irademizi düşündürdü bana. Onlardan topladıklarımı birbirine teyellemeyi istedim ben de.
İlk film Netflix’in gözde yapımı Don’t Look Up. Yıldızlarla dolu kadrosu, bütçesi ve tartışmaya müsait içeriğiyle şimdiden büyük ilgiyle karşılanmış durumda. David Sirota’nın hikâyesini senaryoya uyarlayan Adam McKay, filmin yönetmen koltuğunda da oturuyor. Hiciv ve kara mizahın ilk andan itibaren yoğun olarak eşlik ettiği bu bilim kurgu filmi, asıl gücünü bugünümüz gerçeklerine dayanan tahayyül edilebilirliğinden alıyor. Yani bilim kurgu olsa da, aslında baktığımız dünya fazlasıyla tanıdık. Olabilecekler ya hâli hazırda benzer bir versiyonuyla yaşadığımız ya da yaşanması son derece olası bir hikâye.
Michigan Devlet Üniversitesi astronomi bölümü doktora öğrencisi Kate Dibiasky (Jennifer Lawrence) sıradan bir günde her zamanki gibi teleskopla gökyüzünü izlerken, daha önce varlığı bilinmeyen sıradışı bir kuyruklu yıldızı fark eder. Dahası Everest Dağı büyüklüğündeki bu devasa kuyruklu yıldız Dibiasky’nin hesaplarına göre tam altı ay on dört gün sonra dünyaya çarparak gezegeni yok edecektir. Genç kadın bu korkunç bilgiyi anında hocası Prof. Dr. Randall Mindy (Leonardo DiCaprio) ile paylaşır ve o andan itibaren ikilinin hayatı çığrından çıkar. Panik içinde yetkililere ulaşan Mindy ve Dibiasky, Gezegen Savunma Koordinasyon Bürosu’nun başındaki isim olan Dr. Teddy Oglethorpe (Rob Morgan) tarafından bir askeri kargo uçağıyla apar topar başkent Washington'a götürülür. Hesapta Beyaz Saray'da Başkan Janie Orlean (Meryl Streep) ile görüştürüleceklerdir ama görüşme, siyasi bir skandal ve ofisteki bir doğum günü kutlaması sebebiyle suya düşer. Ertesi gün güç bela görüştüklerinde de kongre seçimlerine hazırlanan Başkan ve özel kalemi olan oğlu Jason Orlean'ı (Jonah Hill) tarafından zerre kaale alınmazlar.
Yadsınamaz ve hatta sorgulanamaz bir gerçeklik nasıl olur da uzak ufukta bir olasılığa, hatta bir safsataya dönüştürülebilir? Polemik ve parodi konusu kılınabilir? Soru daha Kate, Dr. Mindy ve Oglethorpe’un Başkan Orlean ile yaptıkları bu ilk görüşmede ortaya çıkıyor. Bilim insanlarının yüzde yüz gerçekleşeceğini söylediği çarpışma için Başkan’ın gelin yüzde yetmişte anlaşalım şeklindeki karşı teklifi ve bunun gerekçesi inanılmaz: “İnsanların yüzde yüz öleceği ihtimalini dile getirerek ortalıkta dolaşamazsınız. Anladınız mı, delilik bu!”
Yaklaşmakta olan felaketi çaresiz basına sızdırarak yönetimi harekete geçmeye zorlamayı düşünen bilim insanları burada da medyanın labirentlerine toslar. Popüler bir sabah programında Jack Bremmer (Tyler Perry) ve Brie Evantee'in (Cate Blanchett) konuğu olan ikili, kelimenin gerçek anlamıyla bir ölüm-kalım meselesinde dahi konunun nasıl hafife alındığını, eğlence malzemesi kılındığını dehşetle fark eder. Burası aynı zamanda bir yol ayrımı olacaktır. Bu inkâr saçmalığına daha fazla dayanamayan ve çılgına dönmüş bir hâlde canlı yayını terk eden Kate, sosyal medya tarafından alaya alınır ve sevgilisi Phillip tarafından terk edilir. Dr. Randall ise karizmatik sunucu Brie Evantee ile ilişkiye girerek gidişatını olumlu yönde etkileyebileceğini düşündüğü kirli bir kampanyanın parçası hâline gelir.
Kişisel hayatları sorgulatan riya dolu arka planda elbette teknoloji devleri de yerini alıyor. Bu alandaki kartel BASH'in kurucusu Peter Isherwell (Mark Rylanceeline), Başkan üzerinde de inanılmaz bir güce sahip olan, daha fazla servet için her şeyi yapabilecek biri. Siyasi bir skandalı bu kuyruklu yıldız hikâyesiyle bastırmaya karar veren Başkan, bilim insanlarını yeniden Saray’a çağırır. Eski dönem bir askeri kahraman olan Benedict Drask (Ron Perlman) şov gereği uzaya fırlatılacak araçların yönetimine getirilir. Ancak kuyruklu yıldızın yörüngesinin kaydırılması için biricik fırsat olan bu girişim de milyarder teknoloji lideri Peter Isherwell’in “buluşu” nedeniyle yarıda kesilir. Buna göre kuyruklu yıldız üzerinde son derece değerli ve dünyada azalmış madenler bulunmaktadır. Isherwell, Başkan’ı bu madenlerden yararlanmak üzere kuyrukluyıldızı parçalara bölme projesine ikna eder. Kate ve Teddy bu noktada isyan ederek operasyondan ayrılırken Randall, etkileyebileceğini düşündüğü kampanya tarafından adeta yutulur.
Her şeyin sonundaki esasa dair
Sosyal medyanın algı yönetimi ve kamuoyu oluşturmadaki rolü, televizyon ve medyanın olay sulandırma konusunda birbirinden hin taktikleri, teknolojinin ve bu muazzam gücün siyaset tarafından kullanılma şekli filmin baş meselelerinden biri. Ama daha ötesi de var. İktidar zehri iliklerine, köklerine işlemiş çıkar sahibi kişileri ve kurumları bir yana bıraktığınızda, adım adım yaklaşmakta olan ölüm karşısında irade sahibi insanlar olarak biz ne yaparız? Ölüm karşısında hayattaki öncelikler nasıl değişir?
Çok yalın ve bir o kadar da zor sorular yöneltiyor insana Don’t Look Up. Anı olacak önceliklerinin farkında mısın? Bunlar ölümün çok yakın olduğunu bildiğin noktada hâlâ aynı mı kalıyor? Öleceğin tarihi kesin olarak bilsen ve ona doğru hızla yaklaşsan neleri değiştirirdin? Kaldığı kadarıyla ömrünü nasıl geçirirdin? Son anında kimlerle, nerede, ne hâlde olmayı tercih ederdin?
Michigan’a dönen Kate, karakter olarak çok farklı olsa da kendisi gibi dışlanmış bir genç olan Yule ile ilişkiye başlıyor. Küçücük rollere dahi derinlik katmasıyla bilinen Timothée Chalamet, yağlı, karmakarışık saçları ve döküntü kıyafetleriyle bu kaykay grubu üyesi, aidiyetsizlik timsaline koca bir kalp bahşetmiş. Kuyruklu yıldız artık çıplak gözle izlenir olmuş ve ortalık savaş alanına dönmüşken, gökyüzüne bakan Yule’un gözlerinde kendilerini bekleyen mutlak sondan fazlası var. Çünkü imajıyla pek uymadığı için paylaşmaktan kaçındığı bir inanç var içinde. Kurumsal dinlerin dışında, sahici bir iman.
Kampanyanın fosluğuna daha fazla dayanamayan Dr. Randall Mindy, Başkan Orlean ve beraberindekiler için Isherwell tarafından hazırlanan bir kurtarma seferinde yer almayı reddederek kaçınılmaz sonu evinde ailesiyle karşılamaya karar verdiğinde, bu sofrada seçilmiş ailesi olarak Dr. Teddy Oglethorpe, Kate ve Yule da var. Felaket, varlığı hiç sorgulanmadan kanıksanmış nimetleri de insana hatırlatan bir sınav. Geçmiş zaman dertlerini gülünç kılan bir eşik. Yule’un sofra başında okuduğu içten bir dua ve Randall’ın dilinden dökülen bir aydınlanma: “Yani düşününce, aslında her şeye sahiptik, değil mi?..”
Film, onca kara komedi unsuruna karşın bizi nihai felaketten korumuyor. Kendi sonumuzu düşündürtecek kadar farklı ve hepsi insana has son alternatifleri döküyor önümüze. Ve bunu yaparken dünyaya çarpacak bir kuyruklu yıldız şeklinde olmasa da pandemi, aşı karşıtlığı, iklim krizi, insan sömürme sınırlarını zorlayan neokapitalist sistem şeklinde gelen yakın zaman sonları karşısında bile bile ve göz göre göre ne yaptığımızı soruyor adeta. Ne de olsa canımız sıkıldı diye filmi yarıda bırakmaya benzemiyor hayattaki senaryo. Ve her an yeniden yazılabiliyor kader dediğimiz akışkan irade.
Hafızada saklı hayat
Hayattaki önceliklerimizi ve hafızadaki yerimizi sorgulatan bir diğer film de Örümcek Adaam: Eve Dönüş Yok oldu. 2002’den bu yana Tobey Maguire ve ardından Andrew Garfield’in canlandırmasıyla sinemada ölümsüzleşen karakter, 2017’den bu yana da Tom Holland’a teslim. Stan Lee ve Steve Ditko’nun özgün hikâyesinden David Koepp’un senaryosunu yazdığı serinin bu üçüncü filmini alanın deneyimli ismi Sam Raimi yönetmiş.
Peter Benjamin Parker'ın gizli kimliği olan Örümcek Adam, Marvel Comics'e bağlı Stan Lee ve Steve Ditko tarafından yaratılmış kurgusal bir kahraman. Olağanüstü güç ve çevikliğiyle her yüzeye yapışabilme, ellerinden ağ fırlatabilme, gelişmiş içgüdüsüyle tehlikeleri önceden hissetme, çok hızlı iyileşme gibi özel güçlere sahip olan Örümcek Adam ilk olarak 1962’de bir çizgi romanda ortaya çıktı. Terzinin kendi söküğünü dikememesi hesabı, süper güçlerini devreye soktuğunda insanlığı türlü felaketlerden, azılı kötülerden kurtarabilen ama iş kendi hayatına geldiğinde çuvallayan biri o. Yaşıtları tarafından sürekli tartaklanan Peter sevdiği kız Mary Jane'e de bir türlü açılamamasıyla hepimizin bağ kurabileceği bir çelişkiler yumağı.
Örümcek Adam: Eve Dönüş’ ve Örümcek Adam: Evden Uzakta’nın ardından gelen 2021 yapımı Örümcek Adam: Eve Dönüş Yok’ta Peter Parker'ın gizli kimliğinin Mysterio (Jake Gyllenhaal) tarafından dünyaya ifşa edildiği son filmin bıraktığı yerden bu ifşa sonrası yaşananları izliyoruz.
Tom Holland; güç ile kırılganlık, zaaf ile kudret arasındaki ince çizgiyi büyük bir inandırıcılıkla çiziyor. Günlük hayatta sevdiği genç kadına duygularını gösterecek cesaretten de ret yanıtı aldığı üniversite giriş başvurusu için yetkililerle yüz yüze görüşecek atılganlıktan da yoksun olan genç lise son öğrencisi, içine kapanık Peter Parker, örümcek kıyafetini üzerine geçirir geçirmez başta sevdikleri olmak üzere insanlığın iyiliği için her şeyi göze alan bir savaşçıya dönüşüyor. Onu pek çok süper kahramandan ayıran bir diğer özelliğiyse intikama odaklanmış olmaması. Yok etmeyi değil, şifalandırmayı tercih ediyor. Hem de en ölümcül bedeller pahasına…
Peter Parker Mysterio’nun ifşasıyla alt üst olan hayatını ve en çok da onun yüzünden sıkıntı çeken sevdiklerini korumak için Doctor Strange’den kimliğinin açığa çıkığı ânı silmek üzere zamanda geri gitme konusunda yardım ister. Zamanda geri gitmek mümkün olmasa da Doctor Strange, Örümcek Adam’ın kim olduğunu herkesin hafızasından silecek bir unutma büyüsü yapmaya ikna olur. Ancak Peter, büyünün ortasında herkesin kendisini unutacak olması fikrinin ağırlığıyla sarsılıp kız arkadaşı MJ, en yakın dostu Leeds, halası May, koruyucu figürü Happy’yi istisna kılmak isteyince büyünün dengesi bozulur ve paralel evrenlerde Örümcek Adam tarafından alt edilmiş Otto Octavius, Curt Connors, Max Dillon, Flint Marko ve Yeşil Goblin alter egosuna bürünen Norman Osborn gibi düşmanlar tek tek bu dünyaya sökün etmeye başlar. Diğer Örümcek Adamlar, nam-ı diğer Toby Maguire ve Andrew Garfield’in de arz-ı endam etmesiyle birlikte ortalık cümbüş alanına döner.
Çoklu evren kuramı, Örümcek Adam filmlerinin eski kahraman ve düşmanlarını bugünün dünyasında buluşturmaya yarayan önemli bir kesişim noktası olmuş. Pragmatik açıdan bütün eski serilerin Örümcek Adamlarına ve en bilindik düşmanlara yeniden selam vermeyi sağlayan bu senaryo buluşu, daha derin bir düzlemde, önünde beliren yolu kerelerce gidip dönmüş eski benliklerinin deneyimlerinden faydalanma konusuna dikkat çekiyor. Örümcek Adamların hepsi maalesef birer sevdiklerini kaybetme ustası. Nefret ve intikamla, kin ve öfkeyle kararma konusunda bugünün Peter Parker’ına söyleyecek çok şeyleri var.
Peter Parker intikam almaya değil, kusurları düzeltmeye odaklı bir kahraman. Strange’in aksine farklı evrenlerde Örümcek Adam tarafından alt edilmiş düşmanları evlerine mutlak ölüme yollamak yerine eski hallerine döndürecek ilaçlarla onlara ikinci bir şans vermek istiyor. Çünkü halası May Parker’dan öğrendiği bir şey var: “Tanrı vergisi bir yeteneğin var. Gücün var. Büyük güçle beraber, büyük sorumluluk gelir.”
Asıl sorunsa Doctor Strange’in işaret ettiği açmaz: “İki farklı hayat yaşamaya çalışıyorsun. Buna ne kadar uzun süre devam edersen, o kadar tehlikeli bir hâl alacak.” Dolayısıyla Peter için de kaçınılmaz olan o seçim ânı geliyor. Hayatına üniversiteye hazırlanan ve ilk aşkı yaşayan Peter Parker olarak mı devam edecek yoksa ömrünü Örümcek Adam olarak insanlığın iyiliğine mi adayacak? Ne de olsa birinin hafızasında yer ettiğin şekil ve oranda iz bırakıyorsun. Dolayısıyla yaşadığını biraz da bu kayıtlı anı gölgesinden biliyorsun. Hepimizi birbirine bağlayan devasa bir ağ bu. Peki ya, o ağın içerisinde koca bir delik açılsa, tanıdığın, sevdiğin herkes seni unutursa, sen yaşıyor sayılır mısın?
Örümcek Adam filminde de medyanın gündem belirleme, kanaat oluşturma gücünü görüyoruz. Çizgi romanda sürekli kendisi aleyhinde yayın yapan Daily Bugle gazetesine Örümcek Adam fotoğrafları satarak yaşamını sürdürmüş ve adını yaygınlaştırmış kahramanımız bu filmde de Daily Bugle'daki J. Jonah Jameson’ın kara propagandasında aslında en büyük korkusuyla yüzleşiyor: “Zararı, yıkımı her şeyi kendi gözünüzle gördünüz. İnsanlar ne zaman uyanacak da her gittiği yerde Örümcek Adam’ı kargaşa ve felaketin izlediğini anlayacak? Onun dokunduğu her şey harabeye dönüşüyor. Ve biz masumlara da her seferinde bu harabenin parçalarını toplamak kalıyor.”
Don’t Look Up’ta ya varlığı tümüyle inkâr edilen ya da elden ele fırlatılan sorumluluk, Örümcek Adam’da sanki sadece Peter Benjamin Parker’ın omuzlarında. “Daha on yedi yaşında. Bir rahat bırakın çocuğu” hissine kapılmadan edemiyor insan. Bütün kayıplardan, ihanetlerden, hayal kırıklıklarından ve vazgeçişlerden geçen Peter, dünya üzerinde iyi bir insan olarak yaşamanın süper kahramanlıktan daha zorlu bir iş olduğunu kanıtlıyor adeta. Peter başarmışsa, biz de deneyebiliriz gibi hissediyoruz. Varlığıyla güç veren insanlardan o. Eyledikleriyle konuşanlardan. Onun gibi kuş bakışı izlemek var dünyayı. Bir an için dışına çıkarak bakmak hayata. Peter Parker, sevdiklerinin hafızasından silinmek pahasına dünyayı kurtarmayı tercih ediyor. Bu haliyle zaten hep sil baştan sevilesi.
Peter Parker hikâyesini sıfırdan yazmaya koyulurken bize de an ve anı önceliklerimizi gözden geçirme görevi kalıyor. Kendimizin kahramanı olmak için başlangıç yeri burası. Hafızalarda yer alacak hâlimizden, esasa yönelmiş kendimizden razı olmak. Hakkıyla yaşamak bir hayatı. Layık olanlara vakfetmek bir ömrü. Hiçbir felaketin yıkamayacağı, hiçbir büyünün bozamayacağı öz burası. Biz desenimizi örmeye başlayalım hele; gerisi çorap söküğü gibi gelecek.