Anlatılmayan hikâyeler ya da ölmekte olan gazetecilik

Medya sahiplerinin siyasetçilerle ilişkilerİ gazetecilik üzerinde baskıyı arttırıyor, peki ya medyanın reklamverenlerle girdiği ilişkiler?

CEREN SÖZERİ

19.03.2015

Geçtiğimiz günlerde Etik Gazetecilik Ağı (Ethical Journalism Network) kapsamında 18 ülkeyi kapsayan “Anlatılmayan Hikâyeler: Yolsuzluk ve çıkar ilişkileri haber merkezlerini nasıl sinsice izliyor (Untold Stories: How Corruption and Conflicts of Interest Stalk the Newsroom)
(http://ethicaljournalismnetwork.org/en/contents/time-to-act-over-the-corruption-that-is-killing-ethical-journalism) başlıklı bir rapor yayınlandı. Rapor tüm dünyada finansal darboğazdaki medyanın şirketlerin ekonomik çıkarları ve siyasal baskı altında nasıl ezildiğini ortaya koymayı amaçlıyordu. Rapor diğer taraftan gelişmiş ya da az gelişmiş olması farketmez hemen her ülkede editöründen muhabirine yazı işlerinin reklamcılarla girdiği etik olmayan ilişkilerin, para karşılığı habercilik pratiklerinin de çok yaygın olduğunu ortaya koydu. Ayrıca bizim gibi medyanın siyasi bağımlılığının yüksek olduğu ülkelerde haber – propaganda ayrımının ne kadar zor yapıldığını, pek çok haberin propaganda niteliği ya da daha hafif deyimiyle siyasi partilerin basın bültenleri işlevi gördüğünü de gözler önüne serdi.  

Mısır ve Türkiye medya sahipleri ile siyasiler arası ilişkilerin en karmaşık olduğu, haberciliğin bundan en fazla zarar gördüğü ülkeler. Ukrayna ve Hindistan’da özellikle seçim dönemlerinde para karşılığı habercilik kanıksanmış bir uygulama durumunda. Nijerya, Filipinler ve Kolombiya’da gazetecilerin çalışma koşulları para karşılığı haberciliğe zemin hazırlıyor. Balkanların batısında yer alan ülkeler ise bir taraftan halen geçmiş savaşların yaralarını sararken yolsuzluk, sansür  ve siyasi baskılarla mücadele ediyor. Ancak belki hatırlayanlar olacaktır geçmiş yazılarımda bu ülkelerin birbirleriyle dayanışma içerisinde çok hızlı yok katettiklerinden söz etmiştim (https://platform24.org/guncel/533/ihtiyacimiz-olan–dayanisma–ozdenetim-ve-seffaflik ). Rapor Britanya ve Danimarka gibi demokrasi kültürünün daha gelişmiş olduğu ülkelerde sorunların bu denli vahim ya da görünür olmadığını söylerken diğer taraftan internet medyasında “tık” alma uğruna başvurulan sansasyonel haberciliğin gazetcilik etiğine ne kadar zarar verdiğini de kayda geçiriyor.

Raporun Türkiye (Turkey: Journalism a Victim of Cosy Relations between Politics and Media – Türkiye: Medya ve Siyasetçiler Arasındaki Üstü Örtülü İlişkilerin Kurbanı Gazetecilik) ayağını kaleme alan bir araştırmacı olarak medya sahipleri ve siyasiler arasındaki ilişkilere ve bu ilişkilerin sonuçlarına yabancı olmadığınızı tahmin ediyorum. En azından daha önceki yazılarda ve yaptığımız araştırmalarda medya sahiplerinin başka sektörlerdeki yatırımları ve devletten aldıkları ihaleler nedeniyle iktidara nasıl boyun eğdiklerini anlatmıştık. Bu nedenle bu sefer raporun adına da gönderme yaparak biraz anlatılmayan hikâyelerden bahsetmek istiyorum; bir başka deyişle hem bu ilişkilerin haber merkezlerine nasıl sızıp damarlarına işlediğinden, hem de medya içinde etik olmayan uygulamaların ne denli yerleşik ve kanıksanmış olduğundan. Raporda kendi gazetecilik deneyimimden hatırladığım uygulamalardan yola çıktım ve bazı gazetecilerden yaşadıklarını anlatmalarını istedim. Onların bu sektörde çalışmaya devam edebilmeleri için de isimlerini gizli tuttum. Bunun gibi pek çok duruma şahit olduğunuzdan, arkadaşlarınızdan dinlediğinizden ya da okuduğunuzdan eminim zira son zamanlarda deneyimlerini kitaplaştıran gazeteciler bize bu açıdan pek çok veri sundu. Bununla birlikte raporda amaçlanan eleştirdiğimiz uygulamaları kimin yaptığından ziyade nasıl uygulandığı, yerleştiği ve  kanıksanmış olduğunu ortaya koymak.
 
Okuduklarımız haber mi reklam mı?

Önce daha aşina olduklarımızdan başlayalım yani medya sahiplerinin iktidarla ilişkilerinin haberlere nasıl yansıdığından. Hatırlarsanız yolsuzlukla ilgili “tape”lerin interneti kasıp kavurduğu günlerde bu iddialar pek az gazetede, daha çok internet gazetelerinde, kendine yer bulabilmişti. Hükümete yakın medya bunun bir “komplo” olduğuna odaklanırken karşıt grubun büyük çoğunluğu içerikten çok yarattığı sansasyona ve siyasi etkilerine odaklandı. Konunun haberleştirilememesinde hükümetten gelen baskıların “Alo Fatih”le sembolleşen telefonların etkisi göz ardı edilemez. Bununla birlikte bu yolsuzlukların günlük yaşamlarımızdaki sonuçlarına yeterince yer verilip verilmediği tartışılır. Örneğin 13 Mayıs’ta 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan maden faciası sonrası işçi ölümlerine ilişkin duyarlılık arttı (aslında rakamlara bakıldığında medyanın bu durumu çok daha öncesinde gündeme taşıması gerekiyordu). Bir ekonomi editörünün ifadesine göre Soma faciasından birkaç gün sonra bir inşaat şirketinde yaşanan işçi ölümü pek çok gazetede yer aldı. Ancak inşaat şirketinin hemen sonrasında başlattığı reklam kampanyası bu haberlerin sitelerden kaldırılmasına neden oldu.  Arada bir küçük gazete unutulmuştu, o devam etmek istedi ama hemen o da kampanyaya dahil edilerek iş tatlıya bağlandı. Yine Soma faciasından birkaç ay sonra Ağustos 2014’te Milliyet Soma Holding’in yatırımı olan İstanbul Maslak’ta yapımı süren Spine Tower’da kullanılan betonun kalitesini öven bir haber yayınladı, sonra kaldırdı. http://sonhaberx.com/d/spine-towerdan-bir-ilk_7971

Reklam medyanın can damarı aynı zamanda yumuşak karnı. Gazetelerin özellikle ekonomi sayfaları reklam akışını sağlayacak “mutlu” şirket haberleriyle dolu. Medyanın reklamveren şirketlerle ilişkisi yalnızca “al gülüm ver gülüm” haberleriyle sınırlı değil, çok daha yerleşik. Örneğin kendi gazetecilik deneyimimden de hatırladığım bir sayfa satın alma uygulaması var. Bir şirket bir gazetenin bir sayfasının tamamını ya da televizyonda bir süreyi olduğu gibi satın alıyor. Normalde bu bir reklam satışı ve okuyucuya/izleyiciye bunun belirtilmesi gerekiyor ki ilan mı haber mi okuyoruz bilelim. Ancak uygulamada şirket sayfanın tamamını kaplamak yerine ilanını küçük bir alana sıkıştırıyor ya da sayfaya küçük logolar, görseller serpiştiriyor. E parasını vermiş olduğu için de geri kalanında istediği gibi haberler olmasını arzu ediyor. Editörler sayfayı şirketin istediği gibi haberlerle doldurduktan sonra şirkete onaya yolluyor. Onaylandıktan sonra ise okuyucu ilan değil haber okuduğunu zannediyor. Benzer durum televizyonda da geçerli. Bu ilan biçimi en çok gazete eklerini ihya ediyor. Mesela yaz sonu üniversite tercihi yapmaya çalışan gençler için bir üniversite tercih eki hazırlanıyor. Hazırlanan aslında çoğu özel olan üniversiteleri tanıtan bir “insert” yani reklam eki ama bu hiçbir yerde belirtilmiyor. Hattta bir editörün tanıklığından referansla bazı eğitim uzmanlarına tercihlerle, üniversitelerle ilgili yazılar yazdırılıyor ya da yazılan yazılar eğitim uzmanının imzasıyla yayınlatılıyor.

Konusu gelmişken gazetecilerin aldıkları hediyeler, bedava seyahatlara de değinmek gerekir. Bu durum Türkiye’de halen tek  işleyen özdenetim sistemi olduğunu düşündüğüm ombudsman sayfalarında da birkaç kez eleştirildi. Köşesinde ürün tanıtımı yapan, seyahat yazısının sponsorundan bahsetmeyen ya da sayfanın dibinde bir yere saklayan, hatta ürün reklamlarında rol alan gazeteciler var. Ama parasını veren karşılığını görmek istiyor haklı olarak, örneğin Ertuğrul Özkök Hürriyet’te spiritüel Bhutan gezisini anlatırken MNG Kargo da Twitter’da sponsorluğunu duyuruyordu (https://twitter.com/mngkargo/status/402363551534182400).

“Tık” savaşlarının etik sonuçları

İnternet ve sosyal medya etik olmayan uygulamaların ifşasında önemli bir rol oynadı, çıkar ilişkilerinin, yolsuzlukların keşfi iyi yöntemi bilmek kaydıyla çoğumuz için birkaç “tık” uzakta.  Bununla birlikte internet medyasında durumun daha vahim olduğunu söyleyebiliriz.  “Tık” almaya dolayısıyla reklama bağımlı iş modelleri, hız-zaman baskısı internet medyasının etik kuralları çok kolay ve rahatça göz ardı etmesine yol açıyor. Bir süre önce Efe Kerem Sözeri P24’e yazdığı “Gazetelerin İnternet siteleri kâğıt üstünde kaldı” (http://www.platform24.org/medya-izleme/765/gazetelerin-internet-siteleri-k-git-ustunde-kaldi) başlıklı yazısında ilgili içerik linklerinin işlevsizliğini eleştirmişti. Haklı, çünkü o linkler ve anahtar kelimeler okuyucuyu bilgilendirmekten, hikâyenin arka planını sunmaktan ziyade çoğunlukla arama motorlarında öne çıkma ve daha çok “tık” alma işlevi görüyor.  Bu “tık” savaşı  ve daha popüler olan sosyal medyayla yarış internet medyasını kadın görselleri, cinsel çağrışımlı haberler ve foto galerileriyle anılmasına neden oluyor. Haber editörleri sosyal medyada popüler her içeriği kamu yararı içerip içermediği ya da haber değeri  taşıyıp taşımadığına bakmaksızın sayfalarına taşıma telaşı içinde. Bu durum Özgecan Aslan cinayetinden sonra Twitter’da #sendeanlat etiketiyle başlayan ve kadınların başlarına gelen taciz hikayelerinin ifşasını içeren bir hareketi cinsel çağrışımlı başlıklarla foto galeri yapmaya kadar vardı. Ondan bir süre önce belki hatırlarsınız Amerika’da bazı kadın oyuncularının ve şarkıcıların çıplak fotoğrafları kendilerinin bilgileri ve izinleri dışında internette yayılmıştı. Bizim haber sitelerimiz hiç vakit kaybetmeden bu fotoğraflardan galeriler yapmaya koyuldular. Oysa yazı işlerinde itirazlar yükseliyordu.  Özellikle kadın gazeteciler  “yurt dışında tabloid gazetelerin bile bunu yapmadığını, bu durumun utanç verici olduğunu” söylerken aldıkları cevap  fotoğrafların sosyal medyada fırtınalar kopardığıydı.

Sonuç olarak bu hikâyelerin benzerleri hatta çok daha vahimleri önümüzdeki günlerde anlatılmaya devam edecek. Çünkü medya hem üzerindeki baskılar yönünden hem de gazetecilik etiği yönünden hiç olmadığı kadar kötü bir dönem geçiriyor. Gazeteciler bir taraftan siyasiler diğer taraftan medya patronlarının baskısı altında eziliyor ve işsiz kalmamak, yaşamlarını sürdürebilmek için bu sisteme boyun eğiyor.  Bu sektörden para kazanmayan medya sahipleri iyi gazeteciliği, kaliteli içeriği gözden çıkarmış durumda. Siyasi kutuplaşmanın da bir sonucu olarak öz denetim mekanizmalarının ortadan kalkması bu  boşvermişliğe zemin hazırlıyor. Medya sahipliği ile ilgili yapısal sorunlar bir an önce çözülmeli ancak bu ister istemez zaman alacak diğer taraftan  gazetecilerin kendi içlerindeki sorunlar için neler yapılabileceğini düşünmeleri ölmekte olan mesleğin kurtuluşu için belki de şu anda tek çıkar yol.