Bağımsız medya: Doksanlı yıllar ve bugün kıyaslaması
Bugün medyanın üzerinde bazı açılardan askerî vesayet dönemini bile aratan daha organik bir baskı var

12.12.2014
AKP'nin ''Yeni Türkiye'' kurgusu demokratik ve kendine güvenen bir Türkiye yerine, eski düzenden rövanş alma güdüsü ve mağduriyet üzerinden gitmeye devam ediyor. Bu rövanşist mağduriyetin en açık tezahür ettiği alanlardan biri medya. İktidar ve iktidara yakın medya organları dış basından gelen eleştirilere hep aynı cevabı veriyor : ''Batı bizi sevmez, güçlenmemizi istemez.'' Mağduriyetin üzerine biraz da komplo sosu dökünce ortaya bu sefer ''algı operasyonu'' tezi çıkıyor. ''İsrail'e, Amerika'ya, Almanya'ya kafa tutarsan bunun bir bedeli olur'' diyen bu komplocu mantık her an tetikte. Sonuç olarak gezi hareketine ve yolsuzluk soruşturmalarına darbe girişimi ya da ''dış mihraklar ve taşeronlarının işi'' diyen zihinsel kalıp komploculuktan olduğu kadar mağduriyetten de besleniyor.
Peki dışardan gelen eleştirilere böyle bakan Yeni Türkiye içerde nasıl bir söylem tutturuyor? İçerdeki mağduriyet söyleminin ana damarı ''laikçi-Kemalist-beyaz Türk'' elitlere karşı popülizmden besleniyor. Dış politika alanındaki komplocu bakışa oranla burada daha meşru kökleri olan bir mağduriyet söz konusu. Zira Türk siyasetinde yakın geçmişe kadar devam eden bir askerî vesayet düzeni olduğunu yadsımak imkânsız. Keza, Kemalist düzenin ve askerî vesayetin doksanlı yıllarda, özellikle de 28 Şubat sürecinde, dindarlar üzerinde ''irtica ile mücadele'' çerçevesinde kurduğu baskı da yadsınamaz.
AKP'nin başarıyla ve bitmek bilmeyen bir şekilde tutturmuş olduğu mağduriyet söylemi geçmişte yaşanmış bu gerçekler üzerinden yürüyor. Bitmek bilmeyen bir mağduriyet diyorum zira AKP 12 yıldır tek başına iktidarda. Artık sistemin ve devletin kendisi haline gelmiş durumda. Askerî vesayet de genel anlamda sona erdirilmiş halde. Buna rağmen mağduriyet söylemi popülist bir şekilde tam gaz devam ediyor. Devletin elindeki bütün siyasi ve ekonomik gücü tek elde toplamış olan başkan Erdoğan, Ak Saray ve tek adam Türkiye'sinde hâlâ mağdur, hâlâ ezilen, hâlâ tehdit altında.
Medya boyutu
Kanımca bu mağduriyet söylemi ve rövanşist ruh hali Erdoğan'ın medyaya bakış açısını da yansıtıyor. Erdoğan'ın bugünkü basın özgürlüğü tartışmasına nasıl baktığını anlamak istiyorsak, doksanlı yılları nasıl değerlendirdiğini anlamak gerekiyor. ''Türkiye'de basın özgürlüğü ve otosansür hiçbir dönemde bugün olduğu kadar kötü durumda olmadı'' tezine
AKP'nin vereceği cevabın anahtarı da zaten burada saklı.
Medya özgürlüğü konusunda bugün durum daha kötü diyenlere rövanşist mağduriyetin nasıl cevap vereceğini tahmin etmek zor değil. Şurası kesin: Erdoğan doksanlı yıllara oranla bugün çok daha özgür bir medya görüyor. AKP'nin gözünde doksanlı yıllarda askerî vesayet ve Kemalist yapı sadece dindarları değil, Erdoğan'ın favori terimiyle ''milli iradeyi'' baskı altına almıştı. Peki bu nasıl yapılmıştı? Pek de yanlış olmayan cevap belli: medya üzerinden yürütülen psikolojik harekâtla. Gerçekten de askerî vesayet rejimi, yani Genelkurmay kaynaklı baskılar o dönemki merkez medyayı, özellikle de Sabah, Hürriyet, Milliyet gibi gazeteleri bazen dezenformasyona kadar varan bir yönlendirme biçimiyle kullandı. Bu psikolojik savaş 28 Şubat sürecinin ve post-modern darbenin toplumsal altyapısını hazırladı. Sonuçta vesayet sistemi medyayı kullanarak 28 Şubat sürecini tetikledi. Bilindiği gibi bu süreç Refahyol hükümetini, milli görüşü, ve genel anlamda siyasi İslam'ı hedef alarak Türkiye'nin demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçti.
AKP o dönemki medyayı unutmuyor ve bugüne o rövanşist mağduriyet gözüyle bakıyor. Bu ruh halini anlamak önemli. Zira daha çok yakın sayılabilecek bir geçmişte, sadece 7 yıl önce, AKP gene vesayet sistemi tarafından tehdit edildi. 2007 yılında elektronik muhtıra yiyen ve 2008 yılında seçimleri açık ara kazanmasına rağmen Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma davasına maruz kalan bir iktidar partisinden söz ettiğimizi unutmayalım. Sonuç olarak AKP'nin o dönemdeki tehdit algılaması paranoya olarak açıklanamaz. 28 Şubat sürecindekine benzer bir psikolojik savaş, dezenformasyon ve darbeden haklı olarak korkan AKP, 2008 yılından itibaren şimdi ''kumpas'' dediği Ergenekon davasını Gülen cemaatiyle beraber yürüttü.
Aynı süreçte AKP doksanlı yıllardan aldığı dersle merkez medyayı hedef aldı. Bu süreçte Doğan grubuna astronomik vergi cezası getirildi ve Sabah gazetesi el değiştirdi. Gene doksanlı yıllarda olduğu gibi bir dezenformasyon ve psikolojik savaş darbesine maruz kalma korkusu Erdogan'ı merkez medya üzerinde kendi hâkimiyetini kurmaya itti. Her şeyi algı operasyonu olarak görme alışkanlığı da belki o dönemden kalma bir alışkanlık.
Ama şimdi sadede gelelim ve bu empatik psikanalize bir son verelim. Evet, AKP doksanlı yıllarda basın özgürlüğünün Türkiye'de ayaklar altına alındığı konusunda yerden göğe kadar haklı. Ama AKP'nin anlamadığı gerçek bugün aynı hatayı kendisinin tekrarlıyor oluşu. Bağımsız gazetecilik açısından Türkiye'nin 2014 yılında geldiği nokta doksanlı yıllardan daha parlak değil. Hatta bazı açılardan askerî vesayet dönemini bile aratan daha organik bir baskı var. Bugün Erdoğan ve AKP'nin kurduğu tek adam ve tek parti sultası basın patronları üzerinde ticari açıdan askerî vesayete oranla çok daha sistemsel. Çarpık kapitalizm, ihale avcılığı, biat kültürü, dejenere olmuş bir parasal fırsatçılık olayın sadece gözle görünür somut tarafı.
Basın özgürlüğü açısından meselenin bir de ideolojik ve siyasi boyutu var. Arkasında milli irade olduğu teziyle rövanşist mağduriyet ülkeyi bugün hem medya hem de demokrasi açısından çok daha tehlikeli bir kavşağa getirmiş durumda. Eski otoriter düzenin yerine gelen yeni otoriter düzen, Kemalizm ve askerî vesayetten beter bir faşizan ve partizan dalgayla yükseliyor. ''Ben halkım, ben milli iradeyim, ben Anadolu'yum '' derken kendini demokratik, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, hukuki, ve tabii ki dinî açıdan üstün ve meşru gören bir faşizan dalga bu. Doksanlı yıllardaki acı tecrübeyle yükselen AKP'nin rövanşist mağduriyeti bugün daha özgür bir medya ve daha demokratik bir ülke yaratmak yerine Türkiye'yi daha önce yaşamadığı kadar tehlikeli bir popülist ve faşizan otokrasiye doğru götürüyor. 20 yıl öncesine oranla daha özgür olamayan Türk medyasının trajik hikâyesi de bu genel gidişatın organik bir parçası.