Basın özgürlüğü meselesi

Türkiye’de basın özgürlüğü konusunu tartışmak bir komedi.

ALİ YURTTAGÜL

30.07.2015

ZAMAN

Tutuklu gazeteciler üzerine süren tartışma da, sorunu tüm boyutları ile yansıtmıyor. Sorun bu kapsamda tartışıldığı için basın üzerindeki baskının boyut ve derinliği çoğu zaman gözden kaçıyor. Tutuklu gazeteciler olduğunu; dün Ahmet Şık, Nedim Şener gibi, bugün de Hidayet Karaca ve Mehmet Baransu'nun sadece gazetecilik yaptıkları için tutuklu olduklarını hükümetin bakanları bile inkar etmiyor. Gazete ve gazetecilere karşı sürmekte olan binlerce dava tesadüf değil, baskı politikasının boyutunu belgeler nitelikte. Basın ve düşünce özgürlüğünün vahim olduğu konusunda şüphe yok, zaten kimse tersini söylemiyor. “Kimse” derken ileri gitmeyelim. Bu kelime Türkiye'de basın özgürlüğünün Avrupa'dan daha ileride olduğuna inanan Cumhurbaşkanı'mızı kapsamıyor.
Hidayet Karaca beş yıl önce TV kanalında yayınlanan bir film senaryosu temel alınarak, “terör” suçundan tutuklu. Ekrem Dumanlı, gazetesinde yayımlanan, kendisine ait olmayan iki yazı ve bir haber yüzünden gözaltına alınmıştı. Resme biraz uzaktan baktığımızda, Dumanlı, Karaca ve Bank Asya operasyonu seçimler öncesi Zaman Grubu'nu susturma hedefli olduğunu gösteriyor. Tipik, AKP'ye özgü bir baskı politikası. Türkiye'de bu tür baskı politikası yeni değil, AKP ile de başlamadı, ama son üç yılda AKP ile derinleşti. AKP ile aslında tüm medyayı kapsayan baskı politikası yeni bir boyut kazandı. Bir gazetecinin konuyu dillendiren cümlelerini birlikte okuyalım:

“Bugün ortam öyle gerilmiş, insanlar öyle amigo tarzı tarafgir olmuşlar ki, kimse hakikatleri görmek de, duymak da istemiyor. Sen söyleyince de düşman gözüyle bakılıyor. Neticede içinde bulunduğun toplumdan kopuk olamıyorsun. Toplum bir hususta algılarını kapatmışsa, sadece algılarını açacak küçük dokunuşlar yapıp duyarlılıklarını geliştirmeye çalışmanın ötesinde, esaslı bir vuruş yapman mümkün olmuyor. Dışlanıyorsun. Suçlanıyorsun. Haklı olduğun bir hususta bile haksız muamelesi görebiliyorsun. Her zaman bu kadar baskıyı göze alman mümkün olamayabiliyor. Çareyi, otosansür yapmakta buluyorsun.”

Bu cümleler, sola veya genel olarak muhalefete yakın bir gazetecinin değil, hükümete en yakın Yeni Akit Gazetesi'nde köşe yazarı olan Faruk Köse'nin, T24'ten Hazal Özvarış ile mülakatında kullandığı cümleler (24/6/15). Köse korktuğunu da saklamıyor. “Güvenli bir ortamda olduğumu düşünmüyorum çünkü birçok kişi attıkları tweet nedeniyle bile mahkemeye çıkarılabiliyor.”

Tabloya baktığımızda oldukça vahim bir baskı yapısı görüyoruz. Hükümet muhalif düşünceleri dillendiren muhalif tüm kalemlere karşı savaş açmış durumda. Tutuklama, işten attırma ve açılan yüzlerce dava bu gazetelere karşı uygulanan susturma metotları. Ülkenin en kadim gazetecileri ya işsizler ya da sadece tirajı düşük gazeteler veya internet sayfalarında yazabiliyorlar. Zaman Grubu her türlü hukuksuzluk göze alınarak “cadı avı” hedefi yapılmış, “terör” suçlaması ile susturulmaya çalışılıyor. Baskı sadece muhalefet üzerinde değil, hükümete yakın gazeteler üzerinde de sürüyor. Sabah, Yeni Şafak, Star gibi gazetelerden atılan gazetecilerin sayısı oldukça kabarık. Cumhurbaşkanı'nın çevresindeki dar bir kadronun gözüne batmak, işten atılmak için yeterli. Faruk Köse bu kesimde yaygın hisleri çarpıcı şekilde dillendiriyor.

En çarpıcı baskı ise sosyal medya üzerinde. Gezi olayları ile hükümet sadece basını denetleyerek algı etkinliğinin kurulamayacağını, susan basının bıraktığı boşluğu sosyal medyanın doldurduğunu gördü. İnternet yasaları, Don Kişot'u andıran bir ruh hali ile sosyal medyayı yasaklama ve denetlemeye çalıştı. Yüzlerce değil binlerce sayfa kapatıldığı gibi binlerce dava da gündemde artık. Yeni baskı rejiminin hedefi sadece gazeteciler değil, herkes. Yeni Akit gibi hükümete en yakın bir gazetede yazan gazeteciler de farkında bunun. Türkiye'de basın özgürlüğü değil, korku var. Bitsin artık bu korku, nefes alalım…