Başkan yalan söylerse…
NYT’dan Carol Giacomo’nun ‘’Trump çağında gazetecilik’’ konulu Mehmet Ali Birand Konuşması öncesinde tutuklu gazetecilere selam gönderildi
03.05.2017
Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24), her yıl 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde düzenlediği Mehmet Ali Birand Konuşmaları’nın dördüncüsünü gerçekleştirdi. Etkinliğin bu yılki konuşmacısı New York Times yayın kurulu üyesi ve deneyimli dış politika yorumcusu Carol Giacomo oldu.
Toplantıda tutuklu gazetecilere de selam gönderildi. P24 çalışanları, Mehmet Ali Birand Konuşması öncesinde, Türkiye’de tutuklu bulunan 162 gazetecinin isimlerini tek tek okuyarak, ‘’İfadeleri nedeniyle hapse atılan meslektaşlarımız yalnız değildir. Gazetecilik suç değildir. Tutuklu gazetecilerin özgürlüklerine kavuşması için hukuk yoluyla mücadeleye devam edeceğiz’’ mesajı verdiler.
17 Ocak 2013’te hayata veda eden gazeteci Mehmet Ali Birand’ın anısına düzenlenen Mehmet Ali Birand Konuşmaları’na her yıl olduğu gibi bu yıl da İsveç’in İstanbul Başkonsolosluğu ev sahipliği yaptı. Toplantının açılışında P24 Kurucu Üyesi Andrew Finkel ve İsveç Başkonsolosu Therese Hyden izleyicileri selamlarken, merhum Birand’ın anısına eşi Cemre Birand ve P24 Kurucu Başkanı Hasan Cemal birer konuşma yaptı.
Uzun yıllar birlikte çalıştığı meslektaşı Birand’ı duygusal bir konuşmayla anan Cemal, “Sevgili iblis, seni çok özledim. Arkadaşlığını özledim, haber atlatmalarını özledim, kavgalarımızı özledim” dedi. Tutuklu gazeteciler, akademisyen ve siyasetçileri anımsatan Cemal, “Cezaevlerini özledim; ama içinde gazetecilerin olmadığı, yazarların olmadığı, akademisyenlerin olmadığı, siyasetçilerin olmadığı” diye konuştu. Demokrasi ve hukukun üstünlüğünü “yaşamımız boyunca uğruna savaştığımız değerler” olarak niteleyen Cemal, “Ama üzgünüm Mehmet Ali, çok üzgünüm ve çok yalnız hissediyorum. Çünkü bütün hayatım boyunca beklediğim o günler hiçbir zaman gelmedi” dedi.
Giacomo tarafından yapılan bu yılki Mehmet Ali Birand Konuşması ise Amerika’da ve Türkiye’de basın özgürlüğünü korumanın zorluklarını ele aldı. Giacomo, “Trump Çağında Gazeteciliğin Karşı Karşıya Olduğu Zorluklar” başlıklı konuşmasında Amerika’da basının karşı karşıya kaldığı en büyük tehdidin Donald Trump yönetiminin yalanları olduğunu söyledi.
“Şu anda benim ülkemde özgür basının karşısındaki en büyük tehdit başkanın yaydığı yalanlar, yalanlar ve yinelenen yalanlar,” diyen Giacomo, sözlerine şöyle devam etti: “Kuşkusuz bütün politikacılar gerçeği gizlerler, olguları gözden kaçırırlar ve hattâ arada sırada yalan söylerler. Ancak Sayın Trump ve yönetimi, yalan beyanı, gerçeklerin üzerini örtmeyi ve erişimi engellemeyi bir hükümet etme aracı hâline getirmiş durumda.”
Türkiye’deki duruma da değinen Giacomo, Amerika’daki gazetecilerin Türk gazetecilerle aynı şekilde risk altında olmadığını, Anayasa ve bağımsız yargı sayesinde sağlam güvencelerden yararlandıklarını söyledi.
Giacomo, Türkiye’de demokrasi canlanacaksa bunu sağlayacak olanın özgür bir basın dahil hak ve özgürlüklerini yeniden elde etmenin yollarını bulacak olan milyonlarca Türk olduğunu söyledi.
Giacomo’nun konuşmasının tam metni şöyle:
Trump Çağında Gazeteciliğin Karşı Karşıya Olduğu Zorluklar
Bugün, sizler ve benim ülkem açısından çok önemli bir zamanda sizlere hitap etmeye geldim.
Zamanımızı önemli kılan birçok unsur var ama Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nü idrak edip büyük Türk gazeteci merhum Mehmet Ali Birand’ı andığımızı göz önünde tutarak, ben esasen ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü üzerine konuşmak için buradayım.
Hepimizin acısını hissederek farkında olduğumuz üzere, basın özgürlüğü – gazetecilerin özgür bir toplumda yurttaşları bilgilendiren ve harekete geçiren haberleri duyurma özgürlüğü – çok ciddi bir baskı, hattâ saldırı altında.
Türkiye ve ABD’de kesinlikle geçerli bir durum bu; birkaç dakika içinde bunu özel olarak tartışacağım. Ama bu moral bozucu gerçek, Rusya’dan Çin’e, Pakistan’dan Kolombiya’ya kadar birçok başka ülke için de geçerli.
Yelpazenin en ucunda ise, daha önce görülmedik sayıda gazetecinin öldürülmesi gerçeği var – Gazetecileri Koruma Komitesi’ne göre 1992’den bu yana 1234 gazeteci öldürüldü ve Irak, Suriye, Filipinler gazeteciler için en ölümcül olan ülkeler listesinin başını çekiyor.
Ama çok daha fazla sayıda gazeteci, bu ülkelerde ve birçok başka ülkede, işlerini yaparken tutuklanıyor, işkence görüyor, tehdit ve taciz ediliyor. Freedom House 19 Nisan 2017 tarihli son raporunda basın özgürlüğünün son 13 yılın en kötü noktasında olduğu sonucuna vardı.
Demokrasi, tamamen serbest bir basın olmadan var olamaz. Yetkilerini ve güçlerini genişletmeye çalışan iktidara susamış liderler bunu gayet iyi biliyorlar.
Ancak toplumları ve ülkeleri hakkında, özellikle de hükümetleri, ve bankalar, akademik kurumlar, şirketler gibi diğer güç merkezleri hakkında olabildiğince çok bağımsız ve gerçek habere ulaşmanın yurttaşların hakkı olduğunu da BİZ biliyoruz.
Aynı zamanda şunu da biliyoruz ki, yurttaşlar mümkün olan en iyi şekilde haber almadıkları zaman, kendilerini temsil edecek liderler hakkında, nerede yaşamak ve çalışmak istedikleri hakkında, çocuklarını nerede okula göndermek istedikleri hakkında, paralarını nereye yatıracakları hakkında, dünyaya ilişkin ne düşünecekleri hakkında bilgiye dayanan tercihlerde bulunamazlar.
Daha fazla ilerlemeden, şunu açıkça belirtmeliyim: Ben uzun yıllar, çoğunlukla da uluslararası haber ajansı Reuters’da muhabirlik yapmış olmama rağmen bugün size bir muhabir olarak değil, bir editoryal yazarı olarak hitap ediyorum.
Amerikalı gazeteciler açısından muhabirlerle editoryal yazarları arasındaki bu ayrım çok önemlidir.
Muhabirlerin kimliklerini ve çalışma biçimlerini belirleyen kişisel tecrübeleri ve kişisel bakış açıları vardır kuşkusuz. Ancak insanlarla söyleşi yaparken, belgeleri incelerken ve haberleştirecekleri olayları izlerken ve herhangi bir haberde gerçeğin mümkün olan en iyi şeklini ortaya koymaya çalışırken kişisel görüşlerini bir kenara bırakmaları gerekir.
Oysa bana fikir yazmam için para veriliyor, özel olarak da The New York Times’ın kurumsal görüşlerini yazmam için. Muhabirler ya da New York Times Yayın Kurulu’nun diğer mensupları bana hangi görüşü ifade edeceğimi söylemiyorlar; ben ve Yayın Kurulu’ndaki diğer meslektaşlarım da muhabirlere neyi nasıl haber yapacaklarını söylemiyoruz.
Amerika Birleşik Devletleri dışında bu pek iyi anlaşılmasa da – aslında, pek çok Amerikalı da bunun farkında olmasa bile – bizlerin işlevleri ayrıdır. Kısaca, eğer bir gazetenin başyazısı bir lideri ve onun politikalarını eleştiriyorsa o gazetenin muhabirleri bundan sorumlu tutulmamalıdır.
Peki, Donald Trump’ın Amerika’sında gazeteciler için hayat nasıl?
Sizin de biliyor olabileceğiniz gibi, The New York Times’ın editoryal sayfası Sayın Trump’ın seçilmesine karşı çıktı ve seçim kampanyası sırasında ve göreve gelmesinden bu yana hiç sözünü sakınmadan onu eleştirdi.
Trump’ın hiç hükümet deneyimi yok, başkanların gündelik bazda uğraşmak durumunda kaldıkları karmaşık ölüm- kalım meselelerinin ayrıntılarına büsbütün ilgisiz görünüyor, devlet kurumlarını açıkça küçümsüyor, mevcut sistemi parçalama yanlısı yakın danışmanları var ve gerek Amerika Birleşik Devletleri’nin Anayasası konusunda gerekse dünyanın en güçlü ülkesini yönetmenin ne anlama geldiği hakkında benzersiz bir cehalet içinde görünüyor.
Sayın Trump’ın seçimi kazanması ben dâhil birçok insanın ağzını açık bıraktı ve kötü şeylerin olacağına dair kuvvetli bir hisse kapıldık. Şimdi ne yapacağız – bir millet olarak, bir gazete olarak, gazeteciler olarak, yurttaşlar olarak ne yapacağız?
Bu sorunun cevabı, basın özgürlüğünden yana faaliyet gösteren ve gazetecileri maruz kaldıkları misilleme girişimlerine karşı savunan Gazetecileri Koruma Komitesi’nin Kasım ayındaki yıllık yemeğinde benim açımdan billurlaştı. Bu kuruluş, bugüne kadar haklı olarak ekseriya yurt dışındaki gazetecileri savunmaya odaklanmıştı.
Ancak 2016 başka yıllara benzemiyordu. Sayın Trump, başkanlık seçimi kampanyası boyunca düzenli olarak gazetecileri şiddetli biçimde eleştirdi ve onlarla alay etti, siyasî etkinlikler sırasında gazetecileri hor gören ve tehdit eden söylemlere çoğu zaman destekçilerinin de katıldığı hasmane bir ortam oluşmasına hizmet etti. Gazetecileri Koruma Komitesi de, yıllık yemeği sırasında, haklı olarak sahne ışıklarını Amerika Birleşik Devletleri’nin üzerine çevirdi.
Ülkenin en ünlü gazetecilerinin bir kısmından gelen açıksözlü uyarılar, basın ve ifade özgürlüğünün Amerika’nın kurucuları tarafından Anayasa’nın birinci ek maddesiyle koruma altına alındığı düşünüldüğünde insana sürreel bir his veriyordu. Bu ek madde şöyle der:
‘’Kongre, bir dinin kurumsallaşması ile ilgili, ya da özgür ifadeden yararlanılmasını yasaklayan; ya da ifade, ya da basın özgürlüğünü; ya da kişilerin barışçı biçimde toplanma, veya hükümete şikâyetlere çözüm bulunması için dilekçe verme hakkını kısıtlayan hiçbir yasa yapamaz.”
Kurucuların öngörüsünün bir neticesi olarak Birleşik Devletler uzun süre, bu kutsal ilkelerin önde gelen savunucusu ve temsilcisi olma işlevini yerine getirdi.
Ancak New Yorker’ın Yayın Yönetmeni David Remnick’in o yemekteki davetlilere söylediği üzere, “Bu yıl basın özgürlüğüne yönelen tehditler, evimizin pek yakınına geldi. Tehdit, işte tam da burada.”
Diğer bazı haber kuruluşları gibi CNN de kampanya sırasında Sayın Trump’a haddinden fazla esneklik – ve bedava ekran zamanı – tanımakla haklı olarak eleştirilmişti, buna karşın, CNN’in Yönetim Kurulu Başkanı Jeff Zucker, yemekte, “Yeni yönetimin ayaklarını ateşe tutacağız ve hoşlarına gitmese de buna saygı göstermek zorundalar” dedi.
Gecenin en önemli olayı ise, basın özgürlüğüne yönelik çabaları nedeniyle olağanüstü başarı ödülü alan CNN’in baş uluslararası muhabiri Christiane Amanpour’un yaptığı konuşmaydı.
Amanpour, “Bu törene bunca kez katıldıktan sonra, bugün burada karşınıza geçip, Amerikalı gazetecilerin kendi ülkelerindeki özgürlüğü ve güvenliği için gerçekten çağrı yapacağım milyon yıl düşünsem aklıma gelmezdi” dedi.
Birçoğumuz gibi Sayın Amanpour da, Amerikan başkanlık kampanyasında sahte haberlerin artmış olmasını, gerçekleri giderek daha fazla reddeden bir kültürün yükselmesini ve adaylarla ilgili haberlerinde dengeyi korumak adına kendi elini kolunu bağlayan medyanın hâlini kınamaktaydı.
Varolan tehditlerin cevabını vermek kolay ama bunu uygulamak zordu: intikam arayan bir şekilde değil, ama yaptığımız işi – mümkün olan en iyi gazeteciliği – yaparak, hattâ daha da iyi yaparak mücadele edecektik.
Şu anda benim ülkemde özgür basının karşısındaki en büyük tehdit başkanın yaydığı yalanlar, yalanlar ve yinelenen yalanlar.
Kuşkusuz bütün politikacılar gerçeği gizlerler, olguları gözden kaçırırlar ve hattâ arada sırada yalan söylerler. Ancak Sayın Trump ve yönetimi, yalan beyanı, gerçeklerin üzerini örtmeyi ve erişimi engellemeyi bir hükümet etme aracı hâline getirmiş durumda.
Sözcüsü, Beyaz Ev’in podyumundan aynı şeyi yapıyor. Tecrübeli gazeteciler, modern zamanlarda hiçbir başkanın basına karşı bundan daha düşmanca, basını daha fazla hor gören bir tavır sergilemediği konusunda hemfikir.
Bütün bunlar, Sayın Trump’ın mahkemeler, Kongre, NATO, Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası gibi kendisine ve gündemine karşı durabilecek olan kurumların meşruiyetini yok etme çabasının bir parçası.
Bu size tanıdık geliyor mu? Onlara ne ad verirseniz verin, otoriter, illiberal ve anti-demokratik liderlerin taktikleri büyük ölçüde birbirinin aynıdır.
Başkan Trump, işbaşına geldiği ilk gün hayret verici ölçüde keskin bir dille haber medyasına saldırarak, gazetecileri kendisiyle istihbarat kurumları arasında görüş ayrılığı icat etmekle ve yemin törenine katılan kalabalığı bilinçli olarak az göstermekle haksız yere suçladı.
Gazetecilerin “yeryüzündeki insanların en namussuzları arasında” yer aldığını söyledi. Aynı zamanda, demokrasilerle değil, daha ziyade despotik komünist yönetimlerle özdeşleştirilen bir deyimi kullanarak, bizden “halkın düşmanları” olarak da söz etti.
Bu durum sadece liberalleri telaşlandırmıyor. Seçimlerde Clinton’a verdiği yüzde 27 oya karşılık Trump’ı yüzde 45’le destekleyen muhafazakâr Utah eyaletindeki iki üniversiteden iki profesör geçenlerde yazdıkları bir makalede şu sonuca vardılar:
“Trump’ın seleflerinden çok daha önemli ve çok daha endişe verici bir şeyin peşinde olduğu yönünde gayet kuvvetli deliller var.”
Utah Üniversitesi Hukuk Profesörü RonNell Andersen Jones ve Brigham Young Üniversitesi Hukuk Doçenti Lisa Grow Sun sözlerine şunu da eklemişlerdi: “Sayın Trump basının önemli güvencelerini ortadan kaldırma yolunda göründüğü için, kamuoyunun bu konuya dikkatle eğilmesi gerektiğini düşünüyoruz.”
Her ne kadar Sayın Trump, Aralık ayında The New York Times gazetecilerine verdiği bir mülakatta, gazetemizi – kendi şehrinin gazetesini – bir “mücevher” olarak gördüğünü söylemiş olsa da, Twitter hesabından bizi sürekli “yanılmakla” suçluyor ve “sahte haberler” yayımlamakla itham ediyor.
Sayın Trump’ın gerçeğe aykırı beyanlarının en saçma olanlarından biri, yemin törenine 1.5 milyon kadar insanın katıldığını iddia etmesiydi. Başkan Barack Obama’nın 2008’de çok daha fazla katılımcı çeken yemin töreni ile Sayın Trump’ın yemin töreninin fotoğraflarını karşılaştırınca, gerçek kolaylıkla ortaya konabiliyordu. Ama her iki fotoğraf sosyal medyada haftalarca yan yana yayınlanmış da olsa, Sayın Trump kendi tercih ettiği gerçeklikte ısrar etmeyi sürdürdü.
Ayrıca, seçimlerde üç milyon kişinin yasa dışı biçimde oy kullandığı yönünde asılsız bir iddiada bulundu.
Esasen, siyasî beyanların gerçek mi kurmaca mı olduğunu araştıran başarılı muhabirlerden oluşan Washington Post Veri Doğrulama ekibi, Sayın Trump’ın işbaşındaki ilk 87 gününde 394 kez gerçeğe aykırı ya da yanıltıcı iddialar ortaya attığını saptadı.
Aynı grup, seçim kampanyası sırasında Sayın Trump’ın, en aşırı yalanlar kategorisine giren beyanlarının son üç yıl içinde diğer bütün Cumhuriyetçilerin (veya Demokratların) toplamından daha fazla olduğunu – toplam 59 beyan – belirledi.
Netice itibariyle, Veri Doğrulama ekibi ve benzer gruplar Sayın Trump’ın Sayın Clinton’dan daha çok sayıda ve daha aşırı nitelikte yalan beyanda bulunduğu konusunda hemfikir.
Bu arada, Pulitzer Ödüllü web sitesi Politifact, “Truth-o-Meter” (Gerçek-Metre) adlı izleme çalışması kapsamında hâlihazırda Başkan’ın beyanlarının yüzde 70 gibi şoke edici bir oranla, “büyük ölçüde yanlış,” “yanlış” ya da tamamen temelsiz açıklamalara verilen isimle “paçaları tutuşmuş” kategorisinde olduğunu söylüyor.
Sayın Trump kendi seçim kampanyasını fiilen başlatan, Başkan Obama’nın Birleşik Devletler’de doğmadığı şeklindeki yalanın doğru olmadığını nihayet kabul etti. Oysa çoğunlukla, ithamlarda bulunuyor ve bunlardan vazgeçmiyor ya da hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor.
Unutmayın ki, bu sıradan bir insan değil; Birleşik Devletler’in Başkanı. Ve şimdi, Amerika’da ve başka yerlerde bunca çok insanın onun sözlerinden şüphe duyması, Amerika’nın güvenirliğini zedeliyor.
Ya ülkeyi bir düşmana karşı hızla savaşa sokması gerekirse ne olacak? Amerikan halkını, veya Amerika’nın müttefiklerini, sağlıklı bir analiz yaptığına ve özveride bulunmalarının gerekli olduğuna nasıl ikna edecek?
Trump’ın asılsız iddialara olan tutkusu şimdiden etkisini gösterdi – geçenlerde kimyasal bir silah saldırısına misilleme olarak Suriye’yi bombalama kararı verdiğinde karşılaştığı uluslararası şüphecilik dalgasında bunun da payı var.
Ve kamuoyu yoklamaları (Pew Araştırma Merkezi, 17/4/2017), halkın Başkan’a ve yine bir Cunhuriyetçi olan ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Paul Ryan’a görevlerindeki performanslarıyla ilgili olarak düşük not verdiklerini gösteriyor. Dürüst olmak gerekirse, kamuoyu yoklamalarına göre Amerikalıların gazeteciler hakkındaki kanaati de hiç olumlu değil.
Sayın Trump’ın gazetecileri küçümseyen tavrı, kabine üyelerinin de benzer bir davranış içinde olmasını doğrudan teşvik etmese bile mümkün kılıyor. Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, son elli yıldaki bütün seleflerinden farklı olarak, bırakın muhabirlerin sorularını cevaplandırmayı, kamuoyuna açıklama yapmanın bile, işinin ayrılmaz bir parçası olduğuna inanmadığını açıkça ortaya koydu.
Sayın Tillerson Dışişleri Bakanlığı’nın – bütün yönetimlerin dış politikalarını dünyaya açıklamalarının en önemli aracı olan – günlük basın brifinglerini altı hafta süreyle askıya aldı. Brifingler şimdi yeniden başlamış olsa da, çok daha azaldı ve Dışişleri Bakanlığı’nın sabit bir sözcüsü de yok.
Başlangıçta, Sayın Tillerson yurt dışı gezilerinde gazetecileri uçağına almayı reddetti. Muhabirler ve başkaları tarafından kıyasıya eleştirilince de, her geziye – seleflerinin kabul ettiğinden çok daha az sayıda – iki muhabir kabul etmeye razı oldu. Bu uygulama bakanın neyi niye yaptığını bilmeyi çok daha zor bir hâle getiriyor.
Amerikan özgür basınındaki bir diğer rahatsız edici sapkınlık ise adına şimdilerde “fake news” (sahte haber) denilen şeyin sonucu. Bu, temel olarak, aslında yalandan başka bir şey değilken, saygın bir kaynaktan gelen haber süsü verilmiş içeriktir. Bu sözde haberler daha sonra sosyal medyada sonsuz kez dolaşıma sokularak hesaplanması imkânsız bir zarara yol açıyor.
2016 seçim kampanyası sırasında, çok sayıda internet sitesi bir anda ortaya çıkıverdi ve Trump’ın rakibi Hillary Clinton’ı Satanizmle, pedofiliyle ve farklı kumpaslarla ilişkili gösteren Trump-yanlısı asılsız haberler pompalamaya başladı, ancak The Times’ın haberine göre, bu siteler yurt dışında bulunan yabancılar tarafından yönetiliyordu.
Bunların bazıları bu işten kâr etme meraklısı olan genç, apolitik fırsatçıların işiydi. Diğer provokatörler ise Vladimir Putin’in hayranıydılar ve Sayın Trump’ın seçilmesini istiyorlardı.
Rusların, seçim sistemini manipüle ederek Sayın Trump’ın seçilmesini sağladıkları yolunda inandırıcı bir suçlama gündeme gelmiş değil. Ancak birçok kişi Rusların işe karışmalarının, Clinton kampanyası açısından kamuoyu nezdinde yeterince kötü izlenim ve sıkıntı yarattığına, bunun da Sayın Trump’ın işine yaradığına inanıyor.
Bunun örneklerinden biri, Demokratların Florida’da şeriat kanunu uygulatmak istedikleri yönündeki “sahte haber” idi. Bir başka “sahte haber”e göre ise, Hillary Clinton, eskiden benim de oturduğum yer olan Washington, D.C.’nin kuzeybatı bölgesindeki bir pizzacıyı paravan olarak kullanan ve çocukları seks için pazarlayan bir çeteyi yönetiyordu.
Bu “sahte haber”lerin ikincisi neredeyse bir trajediye yol açacaktı. Haberi duyan Kuzey Carolinalı bir adam, Sayın Clinton’ın kampanyası sırasında internette yayılan seçim kumpasını bizzat soruşturmak üzere yüzlerce mil yol katederek bu popüler lokantaya geldi. Yerel polis, adamı lokantaya elindeki tüfekle girip bir iki kez ateş ettikten sonra gözaltına aldı.
Sayın Trump’ın davranışının nispeten daha sinsi etkilerinden biri ise, bu davranışın dünyanın geri kalanına gönderdiği mesajdır. Amerikan başkanları ve onlar için çalışan üst düzey yetkililer nicedir özgür basının ve şeffaflığın savunucusu olagelmişlerdi. Şu anda durum öyle değil.
Profesyonel gazetecilerin – sahiden gerçeğin peşinde olanların – bundan daha önemli ve daha gerekli oldukları zamanlar azdır. Ve de – Politico ve Vox gibi – birçok yeni saygın haber platformu kuruluyor, özellikle de internette.
Fakat, aynı zamanda, hepimiz Amerikan gazeteciliğinin temel taşı olan günlük gazetelerin güç mali koşullarla karşı karşıya olduğu bir ortamda çalışıyoruz. Birçok gazete, özellikle de yerel gazeteler, kapandı ve benim gazetem dâhil hâlâ yayınlanmayı sürdürenler de ayakta kalabilmelerini sağlayacak bir başarı formülü bulabilmek için mücadele ediyorlar.
Birçok haber kuruluşu gibi, The New York Times da giderek artan ölçüde geleceğe, dijital yayıncılığa odaklanıyor. Hem kâğıt gazete aboneliklerinin hem de dijital aboneliklerin sayısı arttı ama önümüzdeki on yıllarda istikrarlı bir mali temel garantisini neyin sağlayacağı konusunda hâlen cevap bekleyen büyük sorular var.
Medya nasıl tepki gösterdi?
2016 Amerikan başkanlık kampanyası editörlerin ve medya yöneticilerinin ciddi ciddi özeleştiri yapmasına yol açtı. Hillary Clinton’ın e-postalarına ilişkin tartışmayla ilgili haberlere haddinden fazla zaman ayırırken, Trump’ın holdinglerine ve Rusya’yla ilişkilerine yeterince zaman ayırmamış olabilir miyiz? Âdil olma gayreti içindeyken, çoğu zaman iki adaya gerçek olmayan bir eşdeğerlik mi tanımış olduk?
Sayın Trump şimdi Beyaz Ev’de olduğuna göre şöyle bir ikilemle karşı karşıyayız: Gerçeğe ve Amerikan halkına dürüst davranma yükümlülüğüne hiçbir saygısı yok gibi görünen bir başkan hakkında nasıl haber yapacağız?
Öyle bir noktaya gelindi ki sonunda The Times, Sayın Trump’ın samimiyetsizliğini birinci sayfa haberlerinde ya da manşette tarif etmek gerektiğinde – asılsızlık veya gerçekdışılık gibi daha üstü örtülü terimler yerine – “yalan” kelimesini kullanmaya başladı.
Geçen Eylül’de Sayın Trump, Sayın Obama’nın Birleşik Devletler’de doğmadığı yönündeki asılsız iddiasından nihayet vazgeçtiğinde bu yapıldı. Manşet şöyle diyordu: “Trump bir yalandan vazgeçti ama pişmanım demeyi de reddetti.”
Ve Ocak’ta, yemin töreninin ardından, Sayın Trump ülke çapındaki toplam oyların çoğunluğunu kazanamamasına yasal statüsü olmayan göçmenlerin kullandığı milyonlarca yasa dışı oyun neden olduğu yönündeki – hiçbir gerçek payı olmayan – iddiasını tekrarladığında da aynı şey oldu. Gazete şöyle yazdı: “Trump, önde gelen kanun yapıcılarla buluşmasında seçim yalanını tekrarladı.”
The Times dâhil gazetelerin haberlerinde başkanı basbayağı yalan söyleyen biri olarak tarif etmeleri ender bir durum ve bu, kamuoyunda ciddi bir tartışmaya yol açıyor. Ancak yapılan iş doğruydu, çünkü gerçek buydu ve çünkü hiç durmaksızın kendi çarpık gerçeklik algısının pedalına basan bir başkanın gücüne karşı koymak gerekiyor.
Times editörleri gelecekte yalan ve yalancılık kelimelerini kullanırken temkinli olacaklarını açıkladılar, doğru olan da budur. Ancak öyle zamanlar var ki sadece en dolaysız terimler iş görüyor.
Ocak ayında The New York Times’ın tepe editörleri Sayın Trump’ın seçilmesinin Amerika’da ve küresel düzende başlattığı tektonik değişimleri haberleştirmek konusundaki kararlılıklarını ayrıntılandıran ve daha da iddialı bir habercilik için 5 milyon dolar ek yatırım yapma sözü veren bir açıklamada bulundular.
The Washington Post da haber faaliyetini genişletti. Bu arada, Reuters, muhabirlerine ulaşılması güç bilgileri inatla toplamak ve tarafsızlıklarını korumak sûretiyle iki kat âdil ve dürüst habercilik yapmaları çağrısında bulundu.
Okurların, başka bir şekilde gazeteye erişimi olmayan
öğrencilerin abonelik bedellerini ödeyerek parasal katkıda bulunabilecekleri özel bir New York Times fonu devreye sokuldu. Toplumsal çevrelerinde, ülkelerinde ve dünyada olup bitenle ilgili ve bizi güvenilir bir haber kaynağı olarak gören yeni bir okur kuşağı yaratmak istiyoruz.
Bu amaca yönelik olarak, ben şahsen fırsat buldukça gazetecilik dersleri vermeye ve gazetede iyi gazeteciliğin anlamı ve bunun bir demokraside neden önemli olduğu üzerine konuştuğumuz tartışmalara öğrencileri ve genç meslektaşları konuk etmeye özen gösteriyorum.
Peki, Amerikalılar ve Amerikan basını Trump’ın başkanlığına nasıl karşı durabilir?
— Bahsettiğim gibi, haber kuruluşları kendilerini yeniden titiz ve yeni yollar açan bir gazeteciliğe adamış durumdalar. Muhabirler, Sayın Trump’ın ve üst düzey görevlere atadığı yetkililerin bu konumlara gelmelerinin doğurduğu çıkar çatışmalarını ortaya çıkarmak için fazla mesai yapıyorlar.
— The Times, Washington Post, PolitiFact ve diğer haber kuruluşları Sayın Trump ve politikalarının doğruluğunu teyid etmek konusunda girişken davranıyorlar. Eğer bir yalanı tekrarlarsa, bunu belirtiyoruz ve söylediğinin niçin tamamen ya da kısmen gerçek dışı olduğunu açıklıyoruz.
— Sayın Trump’ın başkanlığı bir aile işine çevirme biçiminden – kızı ve damadı en yakın iki danışmanı olarak Beyaz Ev’de çalışıyorlar – ve şirketlerinin varlığını dünya çapında genişletmek için iktidarını kullanmasından da derin endişe duymaktayız. Eğer o ve ailesi, şirketlerinin dört bir yana yayılmış imparatorluğu ile etik kuralları ihlal ettikleri izlenimi veriyorsa, bunu yazıyoruz.
— The New York Times kendi sayfalarındaki hataları düzeltmek konusunda uzun zamandan beri titiz davranageldi – bir yanlış yaparsak, bu bir ismin yanlış yazımı bile olsa, sorumluluğu üstleniriz – ve bu tavrını sürdürmektedir. Sayın Trump’a ve bizi eleştiren başkalarına, bizi gerçekleri yanlış yansıtmakla itham edebilecekleri bir zemin sunmak istemiyoruz.
— Yıllardan beri, The New York Times’ın, işi gazetenin haberciliğini incelemek ve eleştirmek olan bir ombudsmanı var. Şu anda bu görevi yürüten kadın Liz Spayd ve sadece gazetenin sahibine karşı sorumlu. Gazetede ya da çevrimiçi yayınlanan eleştirilerinin çoğu Times’daki gazetecilerin aleyhine görüşler içeriyor ve hepimiz onun yazdıklarıyla hemfikir olmasak ya da yazdıklarını sevmesek bile bu eleştirilerden bir şeyler öğreniyoruz.
— Daha geniş anlamda, sivil toplum olarak da, yurttaşlar örgütlendiler, kongre üyelerini ve senatörlerini davet ettiler ve onlara Başkan Obama yönetiminde hayata geçirilen sağlık hizmetleri programı Obamacare’in iptalinin ne kadar tehlikeli olduğu konusunda söylemediklerini bırakmadılar.
Ayrıca, kongre üyelerinin çalışma ofislerine telefon yağdırdılar. En iyi işleyen hâliyle temsilî demokrasi, harekete geçtikleri zaman yurttaşların güce sahip olabilecekleri anlamına gelir ve Amerikalılar da şiddet içermeyen bir kitlesel protesto mekanizması oluşturmak konusunda yeni bir enerji ortaya koydular.
— Amerikalıların gelir vergilerini ödedikleri tarih olan 15 Nisan’da, birçok şehirde insanlar Sayın Trump’ın vergi beyannamesini kamuoyuna açıklaması talebiyle yürüdüler, ki bu beyannamelerin açıklanması, Richard Nixon’dan bu yana bütün başkanların yaptığı, ancak Sayın Trump’ın uymayı reddettiği bir şeffaflık egzersizidir.
— Kongre’ye ve başkanlığa eşdeğer bir erk kolu olan Amerikan yargısının gücünü ve enerjisini koruması da özellikle önemlidir. Yargı, şu âna dek, Sayın Trump’ın aşırılıklarını ve akıldan uzak hareketlerini denetim altında tutmak için yapması gereken işi yapagelmiştir.
Mesela, Trump’ın nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerden gelenlere vize yasağı uygulamasını tersine çevirmek için ülke çapında 50’den fazla dava açıldı.
Mart ayında Hawaii ve Maryland eyaletlerindeki federal yargıçlar yasağın uygulamaya geçmesini engellediler. Hükümet, Sayın Trump’ı öfkelendiren bu kararları temyiz ediyor ve yönetim kadrosu da sonunda galip gelecekleri konusunda ısrarlı. Ama en azından, şu anda Trump bu yönde adım atamıyor.
— Sayın Trump’a direnmenin etkili araçlarından biri olarak mizah yeniden hayat kazandı. Komedyenler ve hiciv ustaları Sayın Trump ve yönetimiyle dalga geçmek, onların üst perdeden ve asılsız iddialarını çürütmek için esprilerden yararlanıyorlar.
Trump yönetimi, keskin bir zekâyla başkan ve ekibiyle dalga geçen Saturday Night Live adlı haftalık komedi şovunu yeniden hayata döndürdü. Sayın Trump’ı günlük bazda iğneleyen diğer mizahçılar arasında TV komedyeni Stephen Colbert ve The New Yorker dergisinden Andy Borowitz de var.
Sayın Trump bu durumdan memnun değil ama yapabileceği pek bir şey yok.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’si
Sayın Trump’ın otoriteryanizme kayması benzersiz bir meydan okuma oluşturuyor, zira o sözümona Batı dünyasının lideri.
Ne yazık ki, azami kontrol uygulamaya kararlı ve bunda başarılı olmak için de medyanın sindirilmesinin ve denetlenmesinin elzem olduğunu gören güçlü adamların tek örneği Trump değil. Rusya’daki Putin’i, Çin’deki Xi’yi, Macaristan’daki Orbán’ı düşünün.
Ve bir de Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’si var ki, bu benim hayal kırıklarımın en büyüğü sayılabilir.
Ben 2007’de The New York Times için başyazılar yazmaya başladığımda, Türkiye demokrasisinin geleceğinden umutluyduk. Ta Mart 2011’e kadar, şöyle yazıyorduk: “Türkiye uzun zamandır Müslüman dünyaya yüreklendirici bir demokrasi modeli sunuyor.”
Şu yorumda da bulunmuştuk: “Sayın Erdoğan’ın 2003’te işbaşına gelmesinden bu yana, o ve partisi Türk toplumunu iyi yönde değiştirdi. Kökleri İslam’da olan bir partinin dinsel özgürlüği genişletmek sûretiyle demokrasiyi perçinleyebileceğini gösterdiler. Ve politize olmuş askeriyenin üzerinde sivil denetimi yeniden kurdular.”
Aynı yazıda – ki esas vurgumuz bu söylediklerimdi – ayrıca “Türkiye hükümetinin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yönetimine yönelik eleştirel haberciliğin sesini kısmaları için gazetecilere baskı yaparak, kendi değerlerine ve yurttaşlarına ihanet ettiğini” de vurgulamış, gazeteci Nedim Şener’in tutuklanmasını ve kontrolden çıkan kumpas soruşturmalarının devam etmesini eleştirmiştik.
O günden bu yana yokuş aşağı gidiliyor. Gazetecileri Koruma Komitesi’nin Aralık’taki raporuna göre, en az 81 gazeteci Türkiye’de hapiste, ve hepsi de devlete karşı suçlarla itham ediliyor. Bu gazetecilerle birlikte, dünya çapında cezaevinde toplam 259 gazeteci var – bu 1990’dan beri kayda geçen en yüksek sayı.
Bizim yakın geçmişteki bazı başyazılarımızda şu noktalar vurgulandı:
— 8 Mart: Sayın Erdoğan’ın Ağızları Açık Bırakan İkiyüzlülüğü
“Türkiye’nin cumhurbaşkanı küstahça davranabiliyor. On binlerce insanı hapse attı, 150’den fazla medya kuruluşunu kapattı ve yetkilerini genişletmek için Nisan’da referandum çağrısı yaptı. Ancak Almanya’daki yerel makamlar, iki Türk bakanın Almanya’daki Türkler arasında Erdoğan lehine ve kampanya yapmasına güvenlik gerekçesiyle engel olunca, Erdoğan patladı, Almanya’yı Nazi yöntemleri kullanmakla ve demokrasi hakkında hiçbir şey bilmemekle suçladı. Kendisinin Almanya’da konuşmasına engel olunması durumunda, ‘dünyayı ateşe vereceği’ uyarısında bulundu.”
“… Bazı öfkeli Alman politikacılar, Şansölye Angela Merkel’in Sayın Erdoğan’a Almanya’ya girmesine izin verilmeyeceğini söylemesi çağrısında bulundular. Merkel, olması gerektiği gibi, akıllıca davranarak bunu yapmadı. Türk siyasetçilerin kamuoyu önüne çıkmasının ‘burada uygulamada olan yasalar çerçevesinde hâlen mümkün’ olduğunu söyledi.”
“…Daha iyi bir cevap ise Sayın Erdoğan’a, onun vekillerine ve halkına çok sayıda Türk’ün Almanya’da sahip oldukları özgürlüklerin Türkiye’de sistematik biçimde ve utanmazca yok edildiğini sürekli hatırlatmaktır.”
— 29 Mart: Türkiye’nin Demokrasiden Uzaklaşan Tehlikeli Yolu
“Otoriter liderler gerçek veya öyle algılanan düşmanlarla ilgili korkuları körüklemenin halkın desteğini kazandıran gücünü oldum olası takdir etmişlerdir. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu işte iyi. Kürt isyancılarla olan çatışmayı ve başarısız bir darbe girişimini istismar etti ve kendisini eleştirenlere karşı acımasız operasyonlar başlattı, şimdi de gelecek ay yapılacak ve esasen kendisine denetimsiz bir iktidar sağlayacak olan anayasa değişikliklerinin oylanacağı referandumda destek toplamak için Avrupa ile kavgaya tutuştu. Bu taktik ona bir miktar oy getirebilir, ama tıpkı elde etmek istediği yetkiler gibi, bu taktiğin de Türkiye’nin geleceği açısından tehlikeli sonuçları var.”
— 17 Nisan: Türkiye’de Demokrasi Kaybetti
‘’Türkiye’nin anayasa referandumu hakkında söylenebilecek en iyi şey çok sayıda seçmenin – oy kullananların yüzde 48.7’sinin – Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın otokratik yönetimini sağlamlaştırmak için bugüne kadar attığı en korkunç adıma karşı çıkmış olmaları. Pazar günü oyların yüzde 60’ını kazanacağını uman Sayın Erdoğan, Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirleri kaybetti. Uluslararası gözlemcilerin oy kullanma sırasındaki düzensizliklere ilişkin iddiaları Erdoğan’ın merşruiyetini daha da zedeledi…
“Türkiye NATO’nun hayatî bir üyesi olsa bile, demokratik ilkeler üzerine inşa edilmiş bu ittifakta giderek bir ucubeye dönüşüyor…”
Peki, New York’taki bir gazete niye Türkiye üzerine yazmaya bunca çok zamanını ayırıyor?
Ülkemdeki ve Avrupa’daki birtakım izolasyonist cereyanlara rağmen bizler, küreselleşmiş bir dünyada yaşıyor oluşumuzu ciddiye alıyoruz ve Türkiye’de – ve yerkürenin sayısız diğer yerlerinde— olup bitenler çoğu zaman Amerika’yı ciddi şekilde etkiliyor. Mesela, Suriye iç savaşını ve İslam Devleti (IŞİD) ile mücadeleyi düşünün.
Biz ayrıca Türkiye’nin, Ortadoğu’nun önemli bir ülkesi ve Avrupa’ya uzanan hayatî bağlantısı oluşunu da ciddiye alıyoruz.
Birleşik Devletler ve Türkiye’nin 1952’den beri NATO müttefiki olmaları bir tesadüf değil – Türkiye, ittifakın en büyük sürekli ordusuna sahip – ve iktisadi yatırımlar ya da tatilcilerin en iyi plajı ve tarihî eseri nerede bulacaklarının ötesinde ortak bir savunma taahhüdüyle de kaderlerimiz birbirine bağlanmış durumda.
Demokrasiler, sadece seçim yaparak değil ama yurttaşların yönetimde söz sahibi olmasını sağlayan iç içe geçmiş bir değerler ve kurumlar ağı sayesinde özgür yaşayıp azınlığın haklarını koruyarak sağlıklı ve zinde olduklarında, biz de daha güçlü olduğumuza ve refah ve barış içinde yaşamamızın daha mümkün olduğuna inanıyoruz.
Bu ortak vizyon parçalanıyor olabilir. Sadece Sayın Erdoğan yüzünden değil, aynı zamanda Sayın Trump yüzünden. Şoke edici bir şekilde, Amerikan başkanı Türk cumhurbaşkanını, oy kullanımına ilişkin düzensizlik iddialarına rağmen arayıp, bizlerin ve başkalarının Sayın Erdoğan’ın iktidarı gaspetmesi olarak gördüğümüz anayasa referandumu için onu kutladı.
Amerikalı gazeteciler Türk gazetecilerle aynı şekilde risk altında değil. Sayın Trump ne bir tutuklama dalgası başlattı ne de medya kuruluşlarını kapattı ya da onlara kayyum atadı.
Birleşik Devletler’deki önde gelen medya kuruluşları, genel olarak, misyonlarına kuvvetle kendilerini adamış durumdalar. Anayasa ve bağımsız yargı sayesinde sağlam güvencelerden yararlanıyorlar.
Fakat Sayın Trump’ın iktidarında algıladığımız tehditler öylesine arttı ki, çok kısa bir süre önce, Gazetecileri Koruma Komitesi ve Basın Özgürlüğü Vakfı’nın da dâhil olduğu hak savunucularından oluşan bir koalisyon, Birleşik Devletler’deki basın özgürlüğü olaylarını takip etmek üzere yeni bir web sitesi kurduğunu açıkladı.
Amerikalı gazeteciler olarak ülkemizdeki sıkıntılara daha fazla dikkat harcasak da, ben kendi gazetemin Türkiye’deki demokrasi ve özgür basın davasını desteklemeye devam edeceğinden eminim.
Bununla birlikte, nihai olarak, Türkiye’de demokrasi yeniden canlanacaksa bunu sağlayacak olan, Sayın Erdoğan’ın dayattığı otoriter sistemi istemeyen ve özgür bir basın dâhil, haklarını ve özgürlüklerini yeniden elde etmenin yollarını bulacak olan milyonlarca Türktür.