İki yanlış bir doğru etmez
Kendini demokrat olarak tanımlayan kesim, eskiden askerlerin kullandığı söylemi bugün demokrasi dışı süreci olağan kılmak için kullanıyor

24.12.2014
Bugün Gülen cemaatine karşı hükümetin ve bizzat Erdoğan'ın yürüttüğü mücadelenin hukuki, siyasi, ekonomik ve sosyal boyutlarına baktığımızda Türkiye'nin hemen hemen her konuda olduğu gibi derin bir kutuplaşma içinde olduğunu görüyoruz. Kutuplaşmanın bir ucunda cemaat diğer ucundaysa hükümet ve hükümete yakın olan medya var. Normal şartlarda bu kutuplaşmayı azaltacak unsur her iki tarafa da angaje olmayan bir bakış açısının meseleye demokrasi, düşünce özgürlüğü, hukuk devleti ve adalet gibi temel prensipler çerçevesinden bakmasıdır.
Bugün hükümet ile girdiği siyasi mücadeleden yenik çıkan cemaatin meseleye bu çerçeveden bakılmasını istemesi de stratejik açıdan doğru bir adım. Ama sorun Türkiye'deki kutuplaşmanın buna elvermiyor olması. Zamanında cemaatin yürüttüğü ve savunduğu politikaların bazı kesimlerde ciddi bir düşmanlık ve mağduriyet yaratmış olması bu kesimlerin bugün meseleye ifade özgürlüğü, demokrasi, özgürlük çerçevesinde bakmasına engel oluyor. Bu kesimler açısından bakınca cemaatin pek de yadsınamayacak bir inandırıcılık sorunu var. Hatta birçok kesimde ciddi bir ''schadenfreude'' (başkalarının acısından memnuniyet duyma) durumu var. Öte yandan AKP'nin ülkede yarattığı ahlaki ve demokratik erozyon da ortada. Yakın geçmişe kadar askerî vesayete karşı cemaat ile beraber yürütülen mücadeleye şimdi ''kumpas'' diyebilen ve tabii ki bundan çok daha vahimi ülkeyi hızla faşizan bir tek adam diktatörlüğüne doğru götüren bir hükümet var karşımızda.
Bu şartlar altında AKP-cemaat kavgasının geldiği son noktada demokratik tavır ne olmalıdır? Cemaat kendi yaptığı hataların bedelini ödüyor, onları korumanın bir anlamı yok demek ne kadar anlamlı? Bugün demokrasi, ifade özgürlüğü, ve yargının bağımsızlığını savununlara neden geçmişte aynı prensiplere sahip çıkmadınız diye soranlar haklı mı?
Her şeyden önce bunların meşru sorular olduğunu kabul etmek gerekiyor. Hem cemaat, hem de liberal ve demokrat kesim geçmişte askerî vesayete karşı mücadele ediliyor güdüsüyle düşünce özgürlüğüne yeterince sahip çıkamadı. Ahmet Şık, Nedim Şener ve Oda TV yazarlarının
tutuklanması o mücadele döneminde yapılan hatalardı. Bu konuda dürüst olmak ve geçmişte yapılan hataları kabul etmek gerekiyor. Öte yandan aynı dürüstlüğü hükümet ve hükümet medyasından da beklemek gerek. Zira ne AKP'nin ne de AKP medyasının bu konuda kendilerini o geçmişten sıyırmaya hakları var.
Bu arada geçmişte cemaatin yaptıklarını destekleyen ama bugün hükümetin yanında olan liberal ve demokrat kesim ciddi bir sınavdan geçiyor. Geçmişte cemaatin yaptıklarını eleştirmezken bugün de hükümetin cemaate yaptıklarını doğru bulmak bir tek şekilde açıklanabilir: her zaman kazanın yanında olmak. Bunun başka bir adı oportünizmdir. Türkiye'deki otoriter ve faşizan gidişe rağmen yaşananlara ses çıkarmamanın başka bir izahı yoktur. Eğer askerî vesayetle mücadele dönemi sürecinde yani özellikle 2008-2012 yılları arasında ciddi hatalar yapılmışsa, bugün aynı ciddiyette hatalar yaşandığını kabul etmek gerekiyor. Evet, zaman ''iki yanlışın bir doğru etmediğini'' hatırlama zamanı. Türkiye'de 2008-2012 yılları arasındaki döneme oranla çok daha derinden gelen otoriter ve faşizan tek adam diktasına karşı demokratik ve ahlaki duruş bunu gerektiriyor.
Bu demokrat duruş ne pahasına olursa olsun ifade özgürlüğünü savunmalı. Kimse ideolojisi, kimliği, inancı yüzünden baskı görmemeli, gazeteciler yazıları ya da temsil ettikleri zihniyet nedeniyle mahkemelerde sürünmemeli. Zihniyetin değil şiddete başvurmayı öngören eylemin suç olduğu bir Türkiye özlemi içinde olmalıyız. 14 Aralık operasyonu ülkenin iki güçlü medya kuruluşunu hedefleyerek açık bir şekilde eylemi değil düşünceyi, zihniyeti, ve tabii ki yolsuzluklar konusunda en yüksek sesi çıkaranları cezalandırma amacı taşımaktadır.
Son olarak ''olağanüstü durumlar olağanüstü politikaları meşru kılar'' diyenlere cevap vermek gerekiyor. AKP'ye halen yakın durmaya çalışan demokrat ve liberal kesim içinden çıkan bu tez içinde olduğumuz faşizan ve otokratik gidişatın sorumluluğuna ortak oluyor. Bu mantığa göre cemaat zehirli bir doku ve bu dokunun devlet yapısından atılması gerekiyor. Bu olağanüstü tehdit, olağanüstü tedbirleri meşru kılıyor. Mesela Yeni Şafak gazetesinde yazan Ali Bayramoğlu soruyor: ''Dokunun devlet içine yerleşme biçimi, yerleştiği yerler ve eylem tipi son derece kritik ve derinse, örneğin kolluk ve hukuk gücünün, en önemli asli devlet işlevlerinin önemli bir kısmını denetliyorsa, olağanüstü tedbirler almadan bu yapıyla nasıl mücadele edersiniz? Olağanüstü her tedbir bu koşullarda otoriterleşme, muhalefeti bastırma, susturma olarak yorumlanabilir mi?''
Faşizan gidişata destek olmanın, en azından bu gidişatı meşru göstermenin bundan daha açık bir örneğini bulmak zor herhalde. Askerî vesayetin irtica karşısında kullandığı söyleme çok benzeyen bir söylem bu ''olağanüstü durumdayız'' söylemi. Aynı askerî söylem irtica ve bölücülük konusunda olağanüstü tedbirlere başvurmuştu. Şimdi kendini demokrat olarak tanımlayan bir kesim demokrasi dışı bir süreci olağan kılma çabası içinde. İşin benzer şekilde gene ironik olan bir tarafı daha var. Şimdi zehir zemberek eleştirilen bu doku ve ona bağlı cemaat da aynı ''olağanüstü durum'' mantığını kullanmıştı. ''2008-2012 yılları olağanüstü bir dönemdi ve darbeci zihniyete karşı olağanüstü tedbirler kullanmak gerekiyordu'' tezine nasıl cevap vermek gerek?
Bugün geldiğimiz noktada tehlikeli doku ile mücadele uğruna Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyonu hedef alınıyor. Bu iki medya kuruluşunun hedef alınması devlet içindeki dokunun atılmasının bir parçası mı? Yoksa yaşanan süreç düşünce ve ifade özgürlüğünü de tehlikeye atan bir cadı avı mı? Geçmişte bu hatalar hep yapıldı. Tekrarlayalım: iki yanlış bir doğru etmez. Zaman geçmişteki hatalardan ders çıkarma zamanı. Türkiye'de gerçekten olağanüstü bir durum varsa o durum faşizan ve otokratik gidişat. Böyle bir tehdit apaçık ortadayken her zamankinden daha fazla demokrasiye, ifade özgürlüğüne ve muhalefet yapan medyaya sahip çıkmak gerekiyor.