Şafak Pavey: “Beni asıl toplumun ilgisizliği ilgilendiriyor”
CHP Milletvekili Pavey, P24 panelinde “Basın özgürlüğüne tehdit ve tahripten ziyade toplumun bununla ilgilenmemesi ile ilgileniyorum” dedi

04.05.2014
CHP Milletvekili Şafak Pavey, P24’ün 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde ilkini düzenlediği “Mehmet Ali Birand Konuşmaları” etkinliğinde konuştu.
Edebiyatçı ve köşe yazarı Cihan Aktaş, CNN Türk sunucusu ve gazeteci Şirin Payzın’la birlikte “Medya-Siyaset İlişkisi Nasıl Olmalı” başlıklı panele katılan Şafak Pavey, fikir ve deneyimlerini daha ziyade irticalen, sohbet havasında anlattı.
Pavey’in panel için hazırladığı yazılı metin ise, hem orada söylediklerini hem de daha fazlasını içeriyor. Tam metnini sunuyoruz:
Kültürel olarak bizde megalomani oldukça yaygındır ve ben bu normla pek barışık sayılmam ama bugün durum farklı. Biraz kullanarak, toplantının en orijinal katılımcısı olduğumu söyleyeceğim. Çünkü bir gazeteci evinde doğdum. Gazeteci evi deyince bizim gibi toplumlarda insanın aklına müreffeh bir dokunulmazlık gelir ama ne yazık ki bizim evin gazetecisi her zaman yanlış tercih yapmıştı. İktidarla değil sokakla yakın bir ilişkisi oldu.
Aradan yıllar geçti, Hrant Agos’u kurmak üzereydi. Her ne kadar çok ağır Ermeni göründürülmezliğini kırmayı hedeflese de, asla etnik olsun istemiyordu. Önünde duran ilk Türk’ü beni köşe yazarı yaptı. O günler henüz Ermeni olmanın entelektüel olarak sahiplenildiği günler değildi. Belli ki, aile genetiği olarak ben de yanlış seçim yapmıştım. Şaka bir yana, çok genç yaşta elime verilmiş bu büyük şans bana çok şey öğretti.
Biri, minyatür bir azınlık, diğeri dominant bir çoğunluk İki toplumu bir arada, anlayabilmek, azınlığın görünmezliğe mecbur edilirken, çoğunluğun her yeri nasıl kapladığını izleyebilmek açısından mükemmel bir fırsattı. Hrant Dink, görünmez olan küçük Ermeni topluluğunu, tirajı beş bini aşmayan bir Ermenice gazete, ‘Agos’ ile görünür kılmayı başarmıştı. Agos bir gazeteden ziyade Ermeni topluluğunun ülkenin eski ve kalıcı bir parçası olduğunu hatırlatan sivil toplum kuruluşu işlevini görmüştü. Bedeli ağır bir ifade özgürlüğüne bir başka açıdan büyük katkıları oldu.
Toplumun fazla önemsenmeyen sorunlarına bir şekilde erken yaştan odaklanmamı hayatımın bu tesadüflerine borçluyum. Mesela bugün açılış konuşmacımız olan Ahmet Alltan benim için ergenlik dönemi arkadaşıdır. Hatta aranızda inanmayanlar olabilir, annem kendisinin patronuydu.
Annem gazeteci olarak, Kürt meselesini takip etmesi sonucunda sakıncalılar listesine konuldu. Ne yazık ki bizim ülkemizde bir meseleyi anlamaya çalışırsanız ondan sayılırsınız ve mevcut iktidarın hoşuna gitmezsiniz. Annem de pek gitmedi ve sadece yemek programı yapmak zorunda kaldı. Hayatında mutfağa aldırmamış biri olarak ekranda mutfağa mahkûm oldu ve bu mahkûmiyetten muazzam bir hikâye çıktı. Yanan tavalar, tencereden fırlayan tavuklar, kevgirden dökülen makarnalar eşliğinde aşçılık itibarı yerle bir olsa da, izleyenlerine söylemek istediklerini söyledi.
Sonra onu yasaklayanlar iktidarlarını kaybettiler. Yerine onların yasaklarına rahmet okutanlar geldi. Kısaca anlayış değişmemişti. İktidara sahip olan ifadeye de sahip olmak istiyordu. Buraya kadarını hepimizin bildiğini düşünüyorum. Ben sonrasını kendi merak ettiğim sorularla sürdürmek istiyorum.
Bu toplumu ifade özgürlüğüne uzaydan bir kareymiş gibi algılatan soysal duyguyu merak ediyorum. Kendimce daha derinlere bakmak istiyorum. Bizi yolsuzluğa, gösteri hakkına, ifade ve düşünce özgürlüğüne bu kadar uzak bu kadar duyarsız tutan nedir?
Bence cevabı sokağın arka yüzünde yatıyor. Yolsuzluğa karşı olmak, cinsiyet ayrımcılığına karşı olmak, gösteri hakkına, ifade ve düşünce özgürlüğüne taraf olmak modern toplumun değerleri.. Ve bence ifade ve düşünce özgürlüğü modern değerle gelenek arasında kavganın ana kurbanıdır.
Türkiye moderniteyi yakalama çabalarına iki yüz yıl harcadı ama şöyle dönüp baktığımızda hala “evet başardık,” diyemiyoruz. Modernite denemeleri toplumun yüzeyinden, özüne nüfuz edemedi, edemiyor..
Hasarlı bir imparatorluğun mirası üstüne kurulan Cumhuriyet siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik reformlar yaptı. Ama bu reformlar toplumsal kültürün derin direnciye karşılaştı.
Nerde yanlış yaptığımızı, başka modellere bakarak anlamak için bizimle aynı zamanda başlayan Uzak Doğu modernleşmesi ile Türkiye’yi karşılaştırmak isterim.. (Bir ülkeyi model alabilmek için duygusal düşmanlık taşımaması gerekir. Bu nedenle düşmanlık duygusu on derece stratejik olarak pompalanan Batıdan değil, hep Uzak Asya’dan örnekler seçerim..)
Aslında çok parlak modeller olan Japonya ya da Tayvan ile Türkiye karşılaştırması paralel benzerliklerden ötürü daha verimli olabilirdi. Ancak ulusal siyasi fobilerimize daha fazla yakın cevap taşıdığı için çok başarılı bir model olan Güney Kore ile karşılaştırmayı seçtim: Üstelik bu üç ülkede son derece gelenekçi toplumlardır. Bizim aksimize, modernleşme için geleneğin gücünü pozitif anlamda kullanmışlardır.
Modernleştirmesinin tarihi eskilere gitse de Türkiye, resmi olarak batı kulübüne 1952 yılında soğuk savaş döneminde kurulan NATO’nun üyesi olarak katıldı. Bu üyeliği Kore ile başlayan ilişkisine borçlu olduğu her zaman tekrarlandı. Sadece Türkiye değil Güney Kore’de aynı yıllardan itibaren Batı dünyasının bir parçası oldu. Böylece iki ülkenin kalkınması farklı koşullara rağmen aynı dönemde başladı.
O dönemden bugünlere 60 yıl geçti. İki ülkenin gelişme ve büyüme hızları çeşitli konularda farklılık göstererek ilerledi. O günlerde bizden üç kat daha yoksul olan ve çok ağır sonuçları olan bir iç savaştan henüz çıkmış olan Kore, bugün dünyanın saygın ülkelerinden; bir bilim ve sanayi devi olma yolunda hızla ilerliyor.
Türkiye ise bilim ve sanayi ülkesi olamadı ama tıpkı Kore gibi dünyanın dikkati üstünde bir ülke olma özelliğini korumayı sürdürdü. Bunu önemsiyorum, çünkü bilimde ki seviye, ifade ve düşünce özgürlüğündeki seviyeyi de zirveye taşıyor.
Bizde bölünme ulusal fobidir. Kore çok ağır bir bedelle zaten bölünmüştür.
İkisinin ortak sınırı dünyanın en ağır silahları ile donatılmıştır. Savaş hali devamlıdır. Bizim sınırlarımızda oldukça yapmacık da olsa, bir huzur hali vardır. .
Ek olarak Kore, 35 yıl sömürge olarak yaşamış ve Japonya dâhil, imparatorlukların dağılması Kore’nin ulus devlet varlığına katkı sağlamıştır… Türkiye ise hiçbir zaman sömürge olmadığı gibi dağılmış bir imparatorluktan doğması, bunun avantajlarını fark etmek yerine, ulus devlet çabasına hasar vermiştir.
Osmanlı tortusu olarak işe başlayan yeni Cumhuriyet’in ilk çabası okuryazarlık ise ikinci çabası 1900 lü yılların erken modern seküler ahlakını toplumdaki, dini referanslı ahlakın yerine koyma çabası olmuştur..
Bununla beklenen Batı seviyesinde toplum inşasıydı.. Yani ifade ve düşünce özgürlüğünün değerli, muhalefet varlığının saygın olması gibi bir dizi ahlaki standart bekleniyordu. Ancak bu kültürel seviyede asla başarılı olamadı ve kültürü dönüştürmesi beklenen reform büyük oranda kültür tarafından dönüştürüldü.. Osmanlı toplumsal değerleri modernitenin formuna saklanarak ayakta kalmıştı. Yolsuzluğun bu kadar fütursuzca ıskalanması da, sanırım benzer bir anlayışın sonucudur.
Kuvvetler ayrımına saygı duymak, hukuk devletine sadık olmak, yargının sansürü ayıplamak oldukça zayıftır ve hatta bunları savunmayanlar bile ikram edilmiş koltuklarda oturarak entelektüel kabul edilirler. Toplum entelektüel koltuğun ikram edilmesinde bir gariplik olduğunu düşünmez bile.. Yargıyı kendi lehine etkilemek çalışması sadece iktidar için değil bireyler içinde son derece doğal bir durumdur. Ben buna “Güce benzeşme arzusu ” adını verdim. Tıpkı devlet şiddetinin sokak şiddetine model olması gibi bir durumdan söz ediyorum.
Eşit insan onuru ve özgürlükleri bu arzu ve modelleşmenin tehdidi altında köksüz bitkiler gibi cılız kalır.
Bu kültürel üslup, yönetim üslubuna egemen olunca azınlık olanı sindiriyor ve ürkütüyor.
Sosyal iletişim ağının kısıtlandığı ya da yasaklandığı bir yönetimde, ya da günde ortalama altı saat iktidar sesinin tekrarlanarak sunulduğu bir propaganda bombardımanında başka sesin duyulmasına imkân var mı?
Nitekim 2012 Mart’ından bu yana Suriye sınırımızın radikal İslamcılara teslim edildiğini TBMM dâhil her yerde bağırarak söyledim ama ancak yabancı basın yazınca biraz duyulur gibi oldu..
Oysa insani yardımın itibarını yerle bir edildi, dünyanın sakındığı El Kaide uğruna, ‘çok kültürlülük incimiz Hatay feda edildi, komşusunun ülkesi yanıp kül olurken; çıra taşıyan fırsatçılar haline düştük, Reyhanlı’da bomba atanı değil, duyuranı tutukladık, yolsuzluk yapanı değil, soruşturanı görevden aldık. .
Başbakanın evinde bulunan bir milyar doları nasıl saklayacağını bilemeyip, emlakçi dozunda evler satın aldığı; saklayamadıklarını kâğıt öğütme makinesi ile öğüttüklerini duyduk.
En güçlü din adamından rüşvetin meşru olduğuna dair fetva aldılar. ;
THY uçakları ile taşıdıkları silahların, Hıristiyan yerine yanlışlıkla Müslüman öldürmesinden endişelendiklerini öğrendik..
Normalde demokrasi ile yönetilen ülkelerde bunlardan sadece biri bile hükümetin yıkılmasına yeterliyken nasıl oluyor da benim ülkemde hükümet dimdik duruyor?
Hükümetin yıkılması ve hatta dini terimiyle moral rehberlikten sorumlu İslamcı iktidarın yıkılması gerekmez miydi? Hayır, Türkiye de böyle olmadı. O halde, tımarhaneye dönmüş ülkemde onları koruyan büyük güç neydi? Benim sorum bu!
Ortadoğu’da hangi ülkeye bakarsak bakalım Türkiye her zaman en moderni olarak örnek gösterilir. Yine de Ortadoğu’daki her ülke dini bütünlükten dolayı birbirinin değişik versiyonlarıdır. ..
Devlet kurumlarından sosyal organizasyonlar ve bireylere kadar her yerde dinin yaptırıcı etkisini görürsünüz. Ülkelerin dış işleri bile dini hatlardan bölünüyor. Örneğin İsrail-Filistin… Örneğin İran- Suudi Arabistan.. Ülke içindeki mezhepsel ve dini bölünmeler, sanırım bugün en güçlü örneği Suriye’dir. Mısır’da Kıptilerin durumu Türkiye’de Alevilerin durumu.. Belli ki dini inançlar, her alanda sosyal ve politik yönetim biçimlerimizi çok etkiliyor… Böylece bir gerçeği dini yorumlama ile tamamen başka bir biçimde sunmak oldukça mümkün oluyor.
Komplo geleneğimizin çok güçlü olması, kendimizle ilgili her sorunda yabancıların gizli emellerine refere etmek Ortadoğu’nun eski bir geleneğidir ama şu sıralarda bu gelenek iktidar güçlerini tamamen kuşatmış görünüyor. Kamuoyunu manipüle eden gelişmeler ancak özgür bilgilendirme ile gün ışığına çıkabilir.
Bu da beni hükümetin yaptıklarıyla ilgili en küçük bir sorumluluk hissetmediği duygusuna götürüyor. Bir itaat kültürüne, herkesin hemfikir olmayacağı anlayışı yaşatan çok kültürlü bir yapıyı yerleştirmek sanırım ancak bu kadar olabiliyor. İnsanların her şeyi söyleyen kutsal bir hukukları varken onları dünyevi bir hukuka ikna etmek çok mümkün olmuyor. Ortaklıklarımızdan ahenk, farklılıklarımızdan zenginlik çıkarmayı kısıtlayan bir anlayış bana ümit vaat etmiyor… Demokrasi kelimesinin de içi boşaltılarak bu kadar çok tekrarlanmasını yeni bir iktidara devam etme stratejisi sayıyorum.
Daha önce de söylediğim gibi ben basın özgürlüğünün içinde bulunduğu tehdit ve tahripten ziyade toplumun bununla ilgilenmemesi ile daha çok ilgileniyorum. Hükümetin medyanın sahibi olarak kontrolünden ziyade, bunun toplum tarafından garipsenmemesiyle daha çok ilgileniyorum. Şeffaflık ve yolsuzluk çarpışmasından ziyade toplumun bu benzeri görülmemiş sansür ve hırsızlıktan tedirgin olmamasını merak ediyorum. Umarım aramaya devam ederek doğru cevapları bulacağım..
Beni dinlediğiniz ve sabrınız için çok teşekkür ediyorum..