Sınırlardaki gazetecinin gazetecilikle imtihanı

Kobane gerçeğiyle yaşanan, dolayısıyla da hiçbir tarife sığmayan acı, mekanik haber refleksinin ötesinde bir gazeteci duruşu gerektiriyor

P24

17.10.2014

SURUÇ-  Kobane-Suruç sınırında yazılı ve görsel medya, tam bir aydır önemli bir sınav veriyor. Bu sınavda, Türkiye’deki medya, ya özgürlüğünü ilan edip ayaklar altında sürünen medyayı kurtaracak ya da bulanık yüzünü bir kez daha göstererek son şanslarından birini (de) yitirecek. Aslında Suruç’da “Medyanın Kürtle imtihanı” yaşanıyor demek daha doğru olacak. Zira bölgede yapılan habercilik, biçimlendirilen Kürt algısına yeniden bir vurgu daha yapacak.

Cengiz Alğan, aslında buna daha önceden yanıt vermiş. Alğan’ın, medyanın Kürtlerle ilgili haberlerini analiz eden yazısında, “medyanın Kürtlerle imtihanı” demiş ya, buradan yola çıkarak Türk medyasının Kürtlerle ilgili algısındaki dışlayıcı tavrını yakın markaja almakta yarar var. Ancak bu tavrın bazen açıkça, bazen de savaşan iki tarafın birbirine eş tutulması suretiyle ustalıkla gizlendiğini söylemek gerekiyor.
 
Haberlerin içerdiği bilgi

Bunun için hiç de uzağa gitmeye gerek yok. Sadece savaş değil, deprem gibi yaşanan doğal felaketlerde de tanıklık edildiği gibi, medyada yine Kürt düşmanı, ırkçı vurguların çevresinde geziliyor. Üstelik bu tutum, üstlerden, egemen tanımlamalardan yola çıkarak aşağılara doğru iniyor. Tam da burada medyanın tutumu elle tutulur hal alıyor, öne fırlıyor.

Burada sorgulanması gereken ise yapılan haberlerin içerdiği bilgi. Bilgi –zinhar- aranırken önü kesilen bir şey de olsa, -isteyen için- ara yollar, arka bahçeler, patikalar bulunuyor. Böylelikle, özgürlük için hayatların ortaya konduğu olağanüstü durumlarda, tutsak edilmiş medyanın özgürlüğü için de bir yol açılmış bulunuyor.

Suruç’da bulunan gazeteciler -kurumsal düzeyde olmasa da- tek tek bu özgürlüğün yolunu açabilirlermiş gibi gözüküyor. Üstelik bunu yapanlar hiç de azımsanacak boyutta değil. Tam da burada Hasan Cemal’in, “medyaya özgürlük düzeni eninde sonunda gelecek, gazeteciliği iktidara karşı, gerektiğinde patronlara karşı savunacak gazeteci milleti sayesinde gelecek ve yüzü güç odaklarına doğru yapılan kötü gazetecilik, bu ülkede de sona erecek” diyen notu aklımıza düşüyor.
 
Bayde Köyü tepesinde

Kobane ve Suruç’un Türkiye tarafında bulunan tepeleri, basın tarafından -alana hâkim olmak açısından- büyük ilgi görüyor. Ama en çok Bayde Köyü’nde bulunan tepe tercih ediliyor. Medyanın sınırda olanları takip etmek için bu tepede olmak istemesinin nedeni, tepenin Mürşitpınar’a çok yakın olması. Sadece medya değil, söz konusu tepe ve benzerlerinde, çevre ilçe ve köylerden gelmiş insanlar da bulunuyor. Ta ki, asker(ler) gelip, “güvenliğiniz için…” diyerek tehditvari uyarıda bulunana kadar.

Ancak basınla yan yana aynı tepelerde bulunan halkla medya mensuplarından bazıları, ya da bazı medya kuruluşları aynı yere baksalar da, aynı şeyleri görmüyorlar. Yani asıl sorun, medyanın söyledikleriyle, halkın söyledikleri çeliştiğinde başlıyor.

Ne yazık ki, Suruç ve Kobane sınırından yapılan doğru haberin ölçüsü, bu ikisinin söyledikleri ve gördüklerinin birbirini doğrulamasıyla oluşuyor. Aslında burada bulunan halk, basın mensuplarının teknik araçlarını kullanmıyor sadece, haberin gerçek özneleri olarak tüm gelişmelerin ana noktasını oluşturuyor. Çünkü Kobane ve Suruç halkı, iki yarı olarak bir bütünü tamamlıyor.

Bu yüzden olsa gerek Suruç’ta doğru haberi yakalayabilmek için yöre halkıyla -sıkı sıkıya olmasa da- içtenlikli bir ilişki kurmak gerekiyor. Zaten halk da her bir basın mensubunun tutumunu anında gözünün içine bakarak anlıyor. Hemen anlamadı diyelim aradan çok zaman geçmesi gerekmiyor; en az birkaç saat, en fazla da ertesi gün bütün takkeler düşüyor. Böylelikle, görülenlerle yansıtılanlar arasındaki çelişki habercinin tutumunu ele veriyor.
 
Tek tek gazeteciler…

Yaklaşık on gündür sınır boylarına bakan tepelerde olup haber yapmaya çalıştıklarını söyleyen Hayat TV muhabiri Meltem Akyol, her şeyden önce vicdanın önemli olduğu üzerinde ısrarla duruyor. Ama,“çalıştıkları kurum ne olursa olsun, burada görev yapan kişileri tek tek aynı kefeye koymasam da, basındaki arkadaşlar ilginç tutumlar sergiliyor” diyor.
Ve şöyle devam ediyor:

“Burada savaşan iki kutup var. Bu kutuplar IŞİD ile YPG, ama bunların nitelikleri farklı iki unsur olduklarını unutmak, daha başından her şeyi gösteriyor. Dikkat ederseniz zaten haberler de, sanki savaşan taraflar aynıymış gibi gerçekliklerinden soyutlanarak, iki tarafın nereleri ele geçirdiği, ne türden kayıplar verdiği şeklinde sunuluyor. Oysa ki, bir taraf (IŞİD) yaşamlarını barışçıl bir şekilde sürdüren halkları (Kürt, Ezidi, Türkmen, Alevi…) katlediyor. Her yaştan kadına tecavüz ediyor, satıyor. Çoluk çocuk demeden cinayet işliyor. Kafa kesiyor. Dolayısıyla savaşmıyor. İnsanı alçaltan ne varsa onu yapıyor.

YPG gerillaları vatanlarını savunuyor. Bence bu bir yargı, taraflı yaklaşım değil. Gerçeğin kendisi. Burada dünya basını da var. Onlar bunu görüyor, biliyor. Ancak Türk medyası haberciliğinde dolaylı yollar sergiliyor.

Bakın bir aydır Kobane düşmüyor. Sizce niye acaba? IŞİD’in elinde son derece gelişmiş ağır silahlar olmasına rağmen Kobane niye düşmüyor? Bunun nedeni aslında çok basit. Çünkü, savaşan iki taraf aynı değil. Aynı olmayan tarafları, aynı kefeye koyarak haber yapamazsın. Yaptığın zaman da bu haber doğru olmaz. Ama siz haberi öyle de verebilirsiniz böyle de. Bu da sizi, -bırakın gazeteciliği- sözün ve duruşun, evrensel etik ölçülerin ne olduğu, nasıl olması gerektiği noktasına getirir. Fakat ne yazık ki, etik ve vicdan en temel ölçü olmaktan çıkmış yerlerde sürünüyor.”

Suruç’da medya, “özgür basın” ve “anaakım medya” olarak ikiye ayrılıyor. Bölge halkı en çok özgür basını seviyor. Onları, gece konaklamaları için Urfa merkezde bulunan lüks otellere göndermiyor. Söz konusu basının ekonomik olanaklarının  buna elvermemesinden kaynaklanmıyor sadece durum.

“Otelde kalmayı biz tercih etmiyoruz” diyor Akyol. “Özgür basın” çalışanlarıyla “anaakım medya” çalışanları arasındaki fark, elbette ki konaklama, yeme-içme gibi basit nedenlere dayanmıyor. Yaşanan, dolayısıyla da hiçbir tarife sığmayan acı, mekanik haber refleksinin çok çok ötesinde bir gazeteci duruşu istiyor.  

(Aysel Sağır’ın P24 için Suriye sınırından yazdığı gazetecilik izlenimleri devam edecek…)