Yüzleşme süreçlerinde kamu yayıncılığı

“Geçmişle yüzleşme özgürlüğüne sahip olmak tek başına yeterli değil. Aynı zamanda geçmişi kavrayabilmek de önemli.”

SEDAT YILMAZ

11.05.2015

Geçmişinde beli bir gruba, ırka, halka, inanca veya cinse karşı kötü muamele, işkence, asimilasyon, tehcir etme ve kırımdan geçirme gibi uygulamalara başvurmuş ulus devletlerin kendileriyle yüzleşmesi ve hesaplaşmasının görüldüğü kadar kolay olmadığı hepimizin malumu. Hele hele Türkiye gibi geçmişinde birçok halka karşı suç işlemiş, birlikte yaşadığı halkları tehcir etmiş, sürmüş, ve soykırıma tabi tutmuş, her on yılda bir darbe yaşamış ve son kırk yılını düşük yoğunluklu savaşla geçirmiş bir ülke için yüzleşme en zor şey olsa gerek. Tıpkı Almanya'da Hitler faşizminin Yahudi halkına karşı işlemiş olduğu insanlık suçuyla yüzleşmesi gibi Türkiye'nin de kaçınılmaz olarak bu sürece girmesi zorunlu bir realitedir. Bu tür ülkelerde hakikatle yüzleşme ve hesaplaşmanın en önemli ayaklarından biri hiç kuşkusuz medya olmuştur.
 
Tam da bu konuya ilişkin olarak, Friedrich Ebert Stiftung (FES) ile Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) ortaklaşa Auschwitz ölüm kampının yok edilmesinin 70'inci yılı dolayısıyla Türkiye'den bir grup gazeteciyi Almanya'da ağırladı. "Geçmişle yüzleşmek, ileriye bakmak" adıyla düzenlenen gezide Hitler sonrası medyanın rolü üzerine içeriği çok zengin ve verimli bir etkinliğe katıldım. Programı uzun uzadıya size anlatmayacağım; ancak bu tür süreçlerde meydanın ve özelikle de kamu medyasının üstlenmiş olduğu rolü, belki Türkiye'de siyasal iktidarın dalkavukluğunu üstlenen, rejimin kirli işlerini temize çıkarmakla uğraşan TRT'nin en azından Almanya'da yaşanmış ve yaşanan yüzleşmeyi kendisine örnek alması umuduyla özetlemek istiyorum. 

Siyaset müdahaleye yeltenemez 

Gezimizin beşinci durağı kamu yayıncılığı için kurulan Kuzey Almanya Radyo Televizyonu (NDR) idi. Konu Doğu Almanya Güvenlik Bakanlığı İstihbarat Merkezi (Stasi) tehdidi ve Auschwitz Nazi Toplama Kampı'nın kurtuluşunun 70'inci yıldönümü. Devlet televizyonundan tecrübeli iki meslektaşımızla birlikteyiz. Dr. Jürgen Meier-Beer ve politik program yapımcısı Kuno Haberbusch bize Alman basının oynadığı rolü ve kamu yayımcılığın olumlu katkılarını uzun uzun anlattı.
 
Özeleştirinin ne kadar zor bir iş olduğunu kendi deneyimlerinden paylaşmaya başlıyor Kuno Haberbusch; Holokost, yakın tarih ve Stasi sonrası dönemle uğraşıyor. Almanya'da kamu ve özel medya sektörünün yaklaşık yüzde 50 yüzde 50 gibi dengeli bir dağılımından bahsediyor. Şekilsel yönden bizdeki TRT gibi bir görünüm tarif edilse de uygulamada hiçbir benzerlik yok. Kamu yayıncılığın ilk dönemlerinde siyasi partilerin etkinliği, himayesi çok fazla olsa da günümüzde nüfuz etmeyi bırakın yeltenmeye cesaretleri dahi yok! Rekabette özel sektörle yarışılamasa da kamu yararı için yayıncılıkta, bağımsız çizgi ve özgürlük daha fazladır diyor Haberbusch. Alman medyasının temelleri ağırlıklı olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası işgalci güçlerden İngiltere tarafından atılmış. NDR de bir İngiliz subay tarafından kurulmuş.
 
"Elbette her dönem, çok yoğun şekilde parti programının propagandasını yapmamızı isteyen siyasetçiler olmuştur" diyen Haberbusch, ama her dönemde de bunu tersleyen gazetecilerin varlığını da hatırlatıyor bize. Bu "cesur" gazetecilere yaptırım uygulanıp uygulanmadığını veya iş güvencesinin ortadan kalkıp kalkmadığını Haberbusch'a soruyoruz: "Ben NDR'deki görevimden önce ev işgalcisi bir eylemciydim. Bu mazime rağmen kariyer yapabildim" diye cevaplıyor bizi. "Bu da madalyonun diğer yüzü. İçinde yaşadığımız toplumun entegre etme gücünün ne kadar başarılı olduğunu görüyorsunuz" diye espri karışımı ince bir uyarı geliyor bize Dr. Jürgen Meier-Beer'den. 

Yayın politikasını kim belirliyor?

Peki yayın politikasını kim belirliyor, onlara karışan bir Bülent Arınçları olup olmadığını merak ediyoruz haliyle. Haberbusch tereddütsüz kesiyor sözü: "Asla". 
 
"Ya Bayan Merkel'i eleştirmekten bir adım geri kalsak mı diye düşündüğünüz oluyor mu?" sorusunu yöneltiyor bir meslektaşım. Cevap yine net: "25 yıl öncesine siyasiler nüfuz etmeye yeltenmişlerdi. Yönetim kademesinde olan arkadaşlarımız bu girişimlere bağlı olarak bizim kurumsal denetleme, gözetleme kuruluşumuzda koltukları olan siyasileri bertaraf etmeye çalıştılar. Bu karşılıklı çatışmada ve gergin ortamda en önemli destek bize yüksek yargıdan geldi. Federal Almanya Anayasa Mahkemesi konuyla ilgili verdiği tüm kararlarda, mesafeli yayın yapmamızı desteklemiştir."
 
Haberbusch sözü yine omurgalı gazeteci olunması gerektiğine getiriyor. "Devlet memuru musunuz?" sorusunu yönelttiğimiz an ise Haberbusch'ın hiç de hoşlanmadığı bir an oldu: "Kamu kanalları Almanya'daki tüm yurttaşların ödedikleri bir harçla finanse ediliyor. ('Bizdeki TRT gibi') Dolayısıyla ben devletin memuru değilim ve paramı da devletten almıyorum. İş güvencesi gibi imtiyazlarımız olabilir ancak devlet memuru olmayı hakaret olarak kabul ederim.’’
 
Haberbusch, televizyon ve radyoların yayın içeriğinin ise çalışanlar tarafından belirlendiğini vurguluyor. 

Kim denetliyor? 

Burada en önemli soru bence bu kamu kanallarının kimin tarafından denetlediği ile ilgiliydi. İşte Haberbusch'un verdiği cevap: "Denetim ve gözetime tabiyiz.  Kurum ve kuruluşlar var. Bu kurullar içinde çok farklı çıkar grupları var. Örneğin; Tarımcılar Birliği, Taşra Gençliği, Kilise Temsilcisi, gey ve lezbiyen kuruluşları, İsrail Cemaati gibi sayısız STK'nin temsilcisi bizi denetliyor ve gözetliyor. Kamuya ait bazı yayın gruplarında 30'a yakın dilde yayın yapılıyor.”

Geçmişte olanlardan utanç duyuyoruz

Geçmişle yüzleşme konusunda kamu ve özel sektör arasındaki yayın politikası hakkında da bilgi veriyor bize Haberbusch: Bu sorunun temelinde doğru olmayan bir varsayım var. Özel yayın kuruluşları hiçbir şekilde geçmişle yüzleşmeyle ilgilenmiyorlar. Özel yayın kuruluşları eğlence yayıncılığı yapıyor. Haber bültenleri bile daha çok magazinsel. (Ruhsatlandırma sırasında beli şartlar da var. Bu koşullar gereğince eğlence konuları haricinde belli konularda yayıncılık yapmak zorundalar.) Kamu kanalları için ise eğitici yayın yapma zorunluluğu var; ama bunun nasıl olacağına biz karar veririz. Holokost ile ilgili bir haber yapılacaksa, bu editörlerimizin kişisel motivasyonlarıyla ilgilidir. Geçmişte olup bitenleri duyduğumuzda, öğrendiğimizde, kanıtladığımızda büyük bir öfke ve utanç hissediyoruz. Savaş bittikten sonra Nazi üyelerinin ne kadar az cezalarla sıyrıldıklarını görünce çok öfkeleniyoruz. Bu nedenle ben ve arkadaşlarım büyük haksızlığı sık sık insanlara gösteriyoruz. Bu bizim için ahlaki bir görevdir.’’  

Geçmiş tabulaştırılamaz

"Özel sektörün ticari kaygı olarak yapamayacağı ve kaldıramayacağı konuları kamu yayınları yapıyor. Meşrutiyetimiz buradan kaynaklı. Yani reklama muhtaç bir özel kanalın yapamayacağını biz yapıyoruz" diye ekliyor Dr.Meler-Beer.  Türkiye'de birçok gazeteci hâlâ geçmişinden övünerek bahsederken Dr. Meler- Beer, "Geçmiş tabulaştırılırsa geleceğe dönük sorumlu bir yaklaşım mümkün olmaz. Biz Almanya'nın geçmişinin tabulaştığı bir dönemde yetiştik. Ama ben okula gittiğim dönemde Nazilerle ilgili bir tarih dersi yoktu. Bu ancak 1960'larda Nazi kuşağının gücü azalınca değişmeye başladı. Güç dengelerinin değişmesine bağlı olarak geçmişle yüzleşme daha kolay hale gelir. Bu sadece bir başlangıçtı. Bunu yapma özgürlüğüne sahip olmak tek başına yeterli değil. Aynı zamanda geçmişi kavrayabilmek de önemli." diyor. 

Yukarıda anlatmış olduğum tüm pozitif örnekler tabii ki bir kanı oluşturmak açısından yetersiz ve eksiktir. Zira, Alman kamu yayıncılığının, bugün yükselmekte olan ırkçı hareketlere, AB'nin yayılmacı politikalarına, silah ticareti gibi konulara nasıl baktığı tartışmaya elbette açıktır. Fakat bunlara rağmen bize anlatılanlardan, Türkiye'nin de gereksinimi olan yüzleşme konusunda epey bir yol alındığını ve bizim için bir veri olduğunu kabul etmeliyiz.

Sonuç olarak Türkiye'ye dönersek, her ne kadar Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan seçim nutuklarında "süreç yok, masa yok, Kürt sorunu yok" dese de Türkiye'nin kaçınılmaz olarak bir gün oturacağı o ‘’masada" yüzleşme, başta kamu yayıncılığını "üstlenmiş" olan TRT olmak üzere Türk ve Kürt medyasının katkılarıyla gerçekleşecektir. Yeter ki Haberbusch'un dediği gibi omurgalı, barışsever gazeteciler olsun… 

*Sedat Yılmaz Özgür Gündem Gazetesi ekonomi haber editörü