Arta kalanlar

Ukrayna’ya bakarken gözümün önünden hiç gitmeyen resim metroya sığınmış insanların ve hayvanların hâli.

KARİN KARAKAŞLI

28.02.2022

Savaş ve bir anda hayatın yeni doğalıymış gibi tepene binen ölüm nasıl da kırılgan olduğunu gösteriyor aslında. Denetim dışında kalan ne çok dış etken olduğunu. Gıyabında değişenlere karşın kendi doğrularını korumakla geçiyor ömür. Kimi coğrafyalarda daha da fazla. 

Son yangın yeri Ukrayna’ya bakarken gözümün önünden hiç gitmeyen resim metroya sığınmış insanların ve hayvanların hâli. Herkesin yanında sırt çantaları var. Anoraklar ve battaniyeler döşek, bu çantalar da yastık olacak diken üstü uzanmışlara.  

Her şey nasıl da vazgeçilir oluyor ölüm karşısında. Dört duvarına çekildiğin ev güvenli olmadığında sokağı mesken ediniyorsun. Gidecek taşıt bulamayınca kilometrelerce yürümeye başlıyorsun sınıra doğru. Hayatta gitmediğin bir istikamet muhtemelen. Birkaç gün önce anlatsalar inanmayacağın bir şeyler yaşıyorsun. Dışardan baka baka kendine.

Günlük hayatının parçası olan pek çok eşyadan, nesneden vazgeçiyorsun can havliye. Yanına aldığın sırt çantan kadar kalıyorsun. İliştiğin köşe, üzerine örttüğün battaniye, içine girdiğin uyku tulumu kadar. 

Travmatik olaylardan sağ olarak kurtulanlar için canlı olmak dışında kullanılacak bir sıfat var; arta kalan. Bir kazadan, doğal felaketten, savaştan, ağır hastalıktan, ölümden, ayrılıktan arta kalırsın. Artık aynı olmayan dünyayla baş etmek zorundasın, o ki hayat devam ediyor. Kimsenin, hiçbir şeyin uzun vadede senin için duracağı yok. Parçalarını mecbur yol üzerinde toplayacaksın. 

Sadece insanlar değil eşya dediğin de arta kalıyor. Nesnelerin içinden hayatın ruhu çekiliyor bir anda. Oysa cansız deyip geçeriz bir çırpıda. Tuhaf belki ama yıkımın kendisinden daha zorlayan bir şey varsa, o da bu arta kalan eşya yığını. Onlarla ne yapacağını bilemezken aslında hayatı duraksatıyorsun bir süreliğine. Hani şu en yapılmaz olan şeyi yapıyorsun. Ya da işte hiç bitiremediğin bir aynı güne başlıyorsun. 

 

Kaybolan kayıtlar

Malûm, modern zaman hayatı dijital kayıtlarla dolu. Hâliyle ölümümüz de kısmen bu zamana has özellikler taşıyor. Ölenlerin ardından sosyal medya hesaplarına ne oluyor, diye bir soru var örneğin. Facebook, twitter, instagram… Bütün sosyal medya mecraları için artık paylaşım iradesi olmayan birinin arta kalanı olmak söz konusu. Kimi örnekte aileden biri ya da en yakın arkadaş ilgili hesabı devralıyor. Ama bu bir anma sayfası olmadığı için aslında en çok ölümü göstermiş oluyor sahipsizliğinde. Ya da işte dijitalin uzaysı boşluğunda yok olup gidiyor her şey.

Bu kaybolan dijital kayıtları atmosferde görüyor olabilsek, Matrix filmindekine benzer sahneler çıkardı karşımıza muhtemelen; saydam boşlukta, havanın içerisinde sonsuza akıp giden işaretler… Daha görünür olan kayıtlarla da sınav bir türlü bitmiyor. Hiç aranamayacak olsa da telefondan bir türlü silinemeyen o kayıtlı numaralar, isme gelmeye devam eden faturalar, bir türlü kapatılamayan hatlar, verilemeyen, atılamayan, kullanılamayan bir dolu eşya hep aynı gerçekle yüz yüze getiriyor insanı. Ölümle ve ölüme rağmen devam edenle. Yas tutmadan bürokratik işlemlerin öldürücülüğüne teslim olman gerekiyor. Ne demiştik, hayat devam ediyor.

 

Ölen mesken, aidiyetsiz eşya

Ölüm sadece canlı varlığa has değil. Kainattaki her şeyin enerji yaydığını düşünürsek, canlı-cansız ayrımını yapmanın güçleştiği bir ufka varıyoruz. Malûm ev ve eşya, sahibini arar, ona bağlananla anlamını kökleştirir.  Terk edilmiş mekânların hayaletimsiliği bundandır. “Canı gitmiş” diye düşünürsün, sanki nefes çekilmiş, bir şeyler çürümeye başlamış. 

Bazen terk edilmiş koca şehirler, kilometrelerce uzanan ve artık ekilmeyen, üzerinde yaşanmayan araziler ölür. Kimse kökünden isteyerek kopmaz ki. Bombalanan, yakılan, yıkılan yerlerdir burası. İşsizliğe ve bereketsizliğe mahkûm edilen, mezarsız yatanların ahıyla küsmüş topraklar. O yüzden savaşın, cinayetin, katliamın affı olmaz. Sadece orada olan kadarına değil, sonraya ait hayat ihtimaline, gelecek kuşakların hakkına kasteder can almak. En büyük hayat talanı olarak kayda geçer, inkâr edilmeye, unutturulmaya çalışıldıkça. O ki havadaki her zerreciğe kayıtlıdır artık kötülük. O ki soluduğumuz hayat ölümdür böyle zaman ve mekânlarda. 

Varisi olmadan çürüyenlerin yanı sıra asıl sahiplerinin ardından ruhu çekilen evler vardır sonra. Keşke herkes, sahip olduklarıyla birlikte çekilse hayattan dedirten. Arkada kalanlar arta kalanlarla uğraşmasa. Hani Eski Mısır’da kapsamlı ve ayrıntılı bir öte dünya inancının parçası olarak ölüler mumyalanırken sargı işlemi sırasında, kişiyi öte dünyada koruyacak eşya ve değerli mücevherler de aralar yerleştirilirmiş ya, o hesap. Evler de masallardaki gibi bir anda yok olsa ölenin ardından. O boşluğa bakıp “Bitti” dese arkada kalan. Ölümü ve kaybı iliğinde algılasa.

Öyle olmuyor ama. Aksine, sahipsiz eşyanın yolculuğu başlıyor çoğu zaman. Sahafta son bulan günlük ve aile albümlerini görünce ne hissediyorsunuz? Ben donakalıyorum ilk anda. Hatıra dediğin aslında kişiye ve sevdiklerine özel bir miras ya, onun satılan ve alınan bir mala dönüşmesini yadırgıyorum. Yıllar önce sahaftan aldığım ciltli bir dua kitabının içinden yaşlı bir adamın hayatı çıkmıştı. İlaçları, alışveriş listesi, cenazesine katıldığı eşi dostu… Besbelli yatağının başucunda olan bir kitaptı bu. Yalnız günlerinin, gecelerinin yoldaşıydı. Kimselerin sahip çıkmaya değer görmediği bir şey olarak da sahafa katıldı. 

Eşya şanslıysa boşluğa düştüğü o maceranın sonunda hikâyesine sahip çıkmakla kalmayıp yeni bölümleri yazmaya koyulacak vefalı bir insana kavuşur. Eşyaya ruhunu geri getiren de o hikâyedir zaten. Eski sahibe ait olanı hayal eden ve kendisininkini eklemleyen bir emanetçi. Elden ele geçen eşyayla anlarız hayat bağını. Kırılgan ama güçlü, ürkek ama cesur, bazen aciz bazen her şeye kadir biricik hayatımızı. 
 

Yıldızda gördüğün

Ölüm ve sonrasına dair düşüncelere daldığımda, yanımdan eksik etmediğim şeylerden birine dönerim her seferinde. Sadece gençlerin değil her yaştan insanın okumaya devam ettiği Antoine de Saint-Exupéry’nin klasiği Küçük Prens’e… Terk ettiği küçük gezegeninde arkada bıraktığı gülüne ne olduğunu merak eden, bir arta kalan olarak sorumluluğunu sürdüren kahramanımız nice maceradan sonra sarı yılana kendini sokturarak “gezegenine” yollanır. Bu arada tek derdi uçağı çöle düşmüş bahtsız pilot arkadaşını korumaktır: “Sanki canım acıyormuş gibi görünecek… az biraz ölüyormuşum gibi. Bunu görmesen daha iyi, değmez” der ona ama elbette Küçük Prens’in hikâyesini bize anlatan pilot onu dinlemez. Son anına kadar yanından ayrılmaz. Pilot bir arta kalandır. Baş etmesi gereken bir sevgiyi hiç beklemediği bir anda kucağında bulandır. Bir ölüme değil, anlamı keşfedilmiş hayatadır aslında tanıklığı. Döndüğünde artık değişmiş bir insandır: “Ve şimdi, tabii, altı yıl oldu bile… Bu hikâyeyi kimseye anlatmamıştım. Beni gören dostlarım sağ salim dönebildiğim için mutlu olmuşlardır. Bense üzgündüm, ama onlara ‘yol yorgunluğu…’ diyordum.” 

Yetemediğin bir nokta var. Küçük Prens’inin ellerinin arasından kaydığı bir an. Evet, şimdi ay var dert ortağı. Ve umudun emaresi yıldızlar. Pilotun da sığındığı. Çünkü Küçük Prens’in emaneti o hikâyeye sahip çıkmaktı biraz da sevmek: “Her bir insanın yıldızı, diğerininkinden farklıdır. Seyahat eden kimileri için, yıldızlar birer pusuladır. Bilim insanı olan başkaları içinse, çözüm bekleyen sorunlardır. Benim işadamım için altın değerindeydiler. Ancak tüm bu yıldızlar suskundur. Sen kimselerde olmayan yıldızlara sahip olacaksın. Geceleyin, gökyüzüne baktığında, değil mi ki ben onlardan birinde gülmekte olacağım, o zaman sanki tüm yıldızlar senin için kahkaha atıyor olacak. Kahkaha atmasını bilen yıldızlara sahip olacaksın!” 

Bazen bir başınalığın ağır basacak. Kaşıyamadığın o sırtının ortasındaki yer kadar olacaksın. Bazen de içinden geçen hayat kadar, kainat kadar, sevgi ve özlem kadar bitimsiz. Arta kaldığın yerden yeni parçalarla ayağa kalkacaksın. Öldüğün yerden doğarak. Ekseninde dönerek ruhunun. Döngünü tamamlayarak. 

Ve bir an için sanki her şeyi anlıyor olacaksın.  


Tepedeki fotoğraf: Kiev metrosu, Emilio Moranetti (AP)