Ateşböcekleri
Ateşböceklerinin öğrettiği en müthiş şey: Birlikte bir anlığına hayatı güzelleştirebilirsin. Sırf birbirimizi bulduğumuz için.
04.08.2023
Zıddın gücü birbirini belirginleştirmesinde saklı. Işığın karanlıkta bir başka parlaması bundan. Geceleyin bir bahçede ateşböceklerine rastlarsanız, sıradan gününüz bir an için farklılaşır. O beklenmedik ışık noktaları, tıpkı bulutsuz gecenin armağanı yıldızlar misali bağ kurmanızı sağlar. Kalbinizle ve hayatla. Sıcak sarı ışık titreşimlerine teslim olursunuz.
Doğanın mucizelerinden ateşböceklerine bilimin merceğinden bakıldığında, kısa aralıklarla yaydıkları ışığın kimyasal bir tepkimenin sonucu olduğu görülüyor. Karın bölümlerinin alt ucunda bulunan özel hücrelerden lüsiferin adlı bir madde salgılayan ateşböcekleri, bu maddenin oksijenle etkileşime geçmesi sonucunda ışık saçmaya başlıyor. Asıl çarpıcı olansa bu ışıkların yanıp sönme ritmi ve ortaya koyduğu iletişim ağı.
Biyolog, bilgisayar mühendisi ve matematikçi gibi farklı disiplinden akademisyenleri buluşturan bir merak unsuru kendileri. Bilim insanları uzun süredir saha çalışmalarıyla ateşböceklerinin yaydığı ışığın bağlantısallık matematiğini çözmeye çalışıyor. Zira erkek ateşböcekleri, dişileri etkilemek için parıltı çıkarırken, kimi türlerin sürüleri âdeta ayarlı led ışıkları gibi koordineli hareket edebiliyor. Öyle ki toplu olarak yer aldıkları dallar âdeta Noel ağacı gibi parıldıyor. Dilin aciz kaldığı yerde kendi ışığıyla anlaşabilenlerin mucizesi bu.
Kendinden ışık saçan bu canlıların kültür ve inanç sistemlerinde sıklıkla yer almasına şaşırmamalı. Asya kültürünce ateşböceği uzun bir ömrün, refahın ve talihin simgesi. Onları gördüğü yerde dilek tutanlara sıkça rastlanır. Vietnam’da ateşböceği ölümü simgelerken, Japon geleneklerinde bu canlıların savaşta ölmüş askerlerin ruhu olduğuna inanılır ve tutkulu aşkla eşleştirilir. Peru civarındaki bazı yerel kabilelere göre ateşböcekleri ruhların gözüdür. Amerikan yerlileri onları umut ve ilhamla özdeşleştirir. Brezilya’da genç yaşta ölen sevgililerin süregelen aşklarıdır. Kelt kültüründe yolcuları ve eve dönen çocukları korurlar.
Sadece birkaç aylık ömrü olan ateşböcekleri faniliği ve bu gerçek karşısında eşsiz benzersiz olma hâlini hatırlatır. Rüyada ateşböceği görmek tatlı sürprizler, değişim, uyanış, umut, talih ve yaratıcılıkla ilişkilendirilir. Her neye ihtiyaç duyuyorsan, onun özünde bulacağın inancıyla.
Işığını hatırla
Sanatsa bu titrek ışık noktalarının dansıyla bambaşka ufuklara uçuyor. Sinematografik ve koreografik bir güzellik var karşımızda. Tıpkı kuş sürülerinin dansı gibi. Çabasız, içgüdüsel bir uyum. Bir hikâyenin büyüsünde buluşmak, hakikati sırtlanmak üzere devasa bir destek bulmak gibi bir şey. Ve elbette kendini hatırlamak günün sonunda. En çok ihmal ettiğini. Charles Bukowski’nin “Kıvılcım”ında görüldüğü üzere:
Öldüğümü biliyordum
İçimde bir şey şöyle dedi,
Hadisene öl, uyu, onlar gibi ol
kabullen.
Sonra içimde başka bir şey, hayır dedi,
küçücük bir parçayı sakın.
Fazla olmasına gerek yok, sadece bir kıvılcım.
Tek bir kıvılcım koca ormanı
ateşe verebilir.
Sadece bir kıvılcım.
Koru onu.
Kıvılcımını korumakla başlıyor her şey. Gözbebeğindeki yıldıza sahip çıkmakla. Çünkü düzenin çarkı, rutinin ahtapot kolu da ilk elden ışığını koyuyor hedefe. Sorgusuz biat için önce sönmen lazım. Sonrası o şarkının nakaratı: “Sen de artık herkes gibisin.”
Biricik olma bedeli
Ateşböceği olmak zor zanaat. Titreştiğin yerden yaydığın enerjiyle başkalarının da kendi iç parıltılarının farkına varmasını sağlıyorsan, vay gelmiş hâline. Doğru bildiğini eğmeden bükmeden, olanca çıplaklığı içinde riyasız gösterene mutlaka saldırırlar. O ışığın ne pahasına olursa olsun karartılması gerekir. Oysa ateşböceği gibi ışığı kendinden olanın, sönme şansı yoktur. Hayatı başka tür yaşamasını bilmez.
Toplumun “norm”larına çarpa çarpa yaşayan, zorlu ruh sağlığı sınavlarından, sebat, tahammül ve tevekkül eşiklerinden geçerken dahi insanlığa sesiyle, duruşuyla ışık yaymaktan bir an bile geri durmayan Sinéad O'Connor geçtiğimiz hafta 56 yaşında öldü. Ölüm her seferinde eski kayıplarını da çağıran yoğunlukta bir deneyim. Benim gibi pek çok insan bu vesileyle İrlanda topraklarının bu dünyaya bir başka hediyesi olan ve 2018’de 46 yaşında ömrünü noktalayan Dolores O'Riordan’ı da yâd etti. Şarkılarıyla kaç kuşağın kişisel ve ortak hafızasına kaydolmuş iki ateşböceği onlar benim için. O'Riordan'ın ailesinin Sinéad’in sevenleri için yayımladığı başsağlığı mesajı, iki müzisyenin bir an için kesişen yolunu göstermesi açısından da kıymetliydi: “Dünyanın en büyük şarkıcı, besteci ve yorumcularından Sinéad O’Connor’u kaybetmenin derin üzüntüsü içerisindeyiz. Dolores genç kızlık döneminden başlayarak Sinéad’ın hayranıydı ve ondan çok ilham aldı. Öyle ki ilk kez Fergal [Lawler], Noel [Hogan] ve Mike’la [Hogan] tanışıp The Cranberries grubunu oluşturmak üzere seçmelere katıldığında onun bir parçasını söylemişti.”
Rolling Stone dergisinde 2018’de yer alan söyleşisinde Cranberries’in gitaristi Noel Hogan da Dolores O’Riordan’ın 19 yaşındayken katıldığı 1990’daki o seçmeyi şöyle anlatmıştı: “Sanki dünmüş gibi hatırlıyorum hâlâ o günü. Bir Pazar akşamüstüydü… Dolores’in çekingen ve çok yumuşak sesli olduğunu hatırlıyorum. Çok sessiz bir taşra kızı. Sonradan herkesin tanıdığı o Dolores değil. İçeri girdi, biz desen öylece yayılmış bir genç erkekler sürüsü. Onun açısından son derece ürkütücü, rahatsız edici görünmüş olmalıyız. Sonra ama kendi yazdığı birkaç şarkıyı söyledi. Ve Sinéad O’Connor’ın ‘Troy’una geçti. O şarkıyı söylediğinde sesi karşısında ağzımız bir karış açık kaldı.”
O'Connor bahsi geçen “Troy” şarkısını 1987 ‘de The Lion and the Cobra isimli ilk stüdyo şarkısının açılış şarkısı olarak çıkarmıştı. Şarkı William Butler Yeats’in “No Second Troy” şiirinden ilhamla yazılmıştı. Elden ele bir ilham mirası…
Şimdilerde ortalık Sinéad O’Connor’ın Katolik Kilisesi içindeki çocuk tacizine dikkat çekmek üzere dönemin dini lideri Papa II. Jean Paul’un fotoğrafını yırttığı ânın görüntüsünden geçilmiyor. Birkaç ay sonra Bob Dylan için verilen konserde nasıl yuhalandığına geçiyor sonra görüntüler. Giderek meczup kılınıp nasıl yalnızlaştırıldığına. Ama her şeyiyle sahiplenilmiş bir hayat onunki. Eyvallahsız denilen cinsten. Çelişkiler, pişmanlıklar, paylaşımlar, suskunluklar, doğum ve ölüm her şey dahil buna. Tek vazgeçilmez olan müzik. Tıpkı Dolores gibi. Ve o iki sesin dinleyenlerde ateşböcekleri gibi titreşmesi.
Dünya aynı dünya. Her yerinde cehennemler var. Öyle ilahi ceza sürgünü de değil, doğrudan insan elinden çıkma. Birbirine kan kusturanların, zulümden haz alanların orta yerinde kendi ışığıyla senin kalbini aynı dalga boyuna getirenlerin kıymeti daha da belirginlik kazanıyor. Kendi hikâyesini ilham ve güç adına çırılçıplak seninle paylaşanlar. Bu benim derken “Sahi sen kimsin?” diye bir çocuğun o içten merakıyla soranlar. Yanıtını zihnine kazıyanlar.
Ateşböceklerinin öğrettiği en müthiş şey belki de budur. Tek tek biriciksin, birlikte bir anlığına hayatı güzelleştirebilirsin. Ocean Vuong’un ömrümün sonuna kadar kalbimde taşıyacağım kitabının başlığındaki gibi; Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz. Sırf birbirimizi bulduğumuz için.
Sonra yine mesailer başlar elbet. Mecburiyetten pek çok şey yaparız. Ama artık esas dediğimiz bir şey vardır içimizde. Kendi küçük dünyamızı kurabileceğimiz bilinci. Bir hayalin senden öte birileri için de gerekli olduğu inancı. İnsan elinden çıkma cennetler kurma ihtimali. O zaman hayat, ruh solduran katlanılası bir rutinler silsilesi olmaktan çıkar. Birine iyi geldiğin oranda şifalanır, anlatırken anlar, dinledikçe öğrenirsin. Kalbin genişler, zihnin çağlar, ruhun patlar. Buymuş, dersin. Yaşamak böyle de bir şeymiş. Gülümsersin. Rüzgâr usulca okşar tenini, saçlarınla oynaşır.
Kimseye anlatamayacağın kadar küçük bir şey yaşarsın
Kimseye anlatamayacağın kadar büyük bir şey yaşarsın.