Avrupa Birliği ile “sonun” anlamı
Türkiye’nin rolünün, ne köprü, ne kavşak; hattâ ne de “tampon bölge” olduğunu söylemek mümkün
12.01.2018
Türkiye ve Avrupa Birliği, tarihlerinde yeni bir döneme yelken açtı sessiz sedasız. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Ocak başında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'u ziyaretinde, Türkiye'nin imtiyazlı ortaklığı tescillenmiş oldu. Çok da ironik bir durum.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 2002 tarihli seçim beyannamesinde şöyle deniyordu:
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin resmî yayın organı "Türkiye Bülteni" internet sitesine bakıldığında, tarihler 1 Kasım 2015 seçimleri civarı bir yerde takılmış ve kalmış; bu yayının internet sitesi artık güncellenmiyor. Sitede gülücükler saçan Ahmet Davutoğlu resimleri dikkat çekiyor ve başta yer alan şu sözler:
"Tazelendik ve yeni bir yola çıkmaya karar verdik. Milletimiz bizi biliyor. Bizim sözümüz sözdür. Bizim sözümüz senettir. AK Parti yapmayacağını vadetmeyen tek partidir"
AKP’nin, Haziran 2003'te yayınlamaya başladığı "Türkiye Bülteni"nin ilk yıllarında, AB üyeliği hep "öncelikli hedef" olarak tanımlanıyordu oysa… Örneğin ilk sayıda, Başbakan Erdoğan'ın şu sözleri yer alıyordu:
“Bazı çevreler, 11 Eylül’ü 'medeniyetler ve dinler savaşı'nın habercisi olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Türkiye AB’yle bütünleşmesini tamamladığında, tüm dünya Doğu ile Batının, Hıristiyanlık ile Müslümanlığın birarada ahenk içinde varolabileceğini görecektir. Türkiye’nin üyeliği ayrıca, Türk ve İslam dünyasının Avrupa’ya ve genelde Batıya bakışını da olumlu yönde etkileyecektir. Dolayısıyla, Türkiye’nin kendi tarihine, kendi coğrafyasına olan katkı ve sorumluluğu, AB’ye girmeye giderek yaklaşan bir ülke olarak şimdi daha da büyümüştür.”
Gene Erdoğan, Kasım 2003'te de, gene "Türkiye Bülteni"nde şöyle diyordu:
"Türkiye için gördüğüm rüyaların dünyanın iyiliğine hizmet edeceğini de biliyorum. Gördüğüm rüya, medeniyetler çatışmasının dünyayı bir alacakaranlık kuşağına çevirmeye çalışması karşısında, AB'ye girmiş bir Türkiye'nin 'medeniyetler buluşması'nın en sağlam köprüsü olacağını gösteriyor."
Köprünün altından çok sular aktı; Türkiye, artık kendisine hep yakıştırılan o "köprü" metaforunun öznesi değil.
"Yapmayacağını vadeden" kimdi, ne nasıl oldu; çok tartışılır tabii – ama ayan beyan bir gerçeklik var önümüzde: artık Türkiye, AB üyeliği adayı değil. Macron'un ifadesiyle:
"Güncel gelişmeler ve tercihlerin, AB üyelik sürecinde ilerleme yaşanmasına izin vermediği açıktır. Yeni başlıkların açılması gibi bir durum söz konusu olmayacaktır, açılır dersem yalan söylemiş olurum. Bu konuda oldukça açık bir tartışma gerçekleştirdik. Her iki tarafın da (AB-Türkiye) süreç normal bir şekilde ilerliyormuş gibi sergilediği ikiyüzlülüğü ardında bırakması gerekiyor. Benim gözümde bizim ve bölgemiz açısından oldukça önemli bir ilişki kurmamıza imkan sağlayacak barışçıl bir diyalog gerçekleştirebilmeyi umuyorum. Türkiye, Avrupa Konseyi kapsamında kalmalıdır. Türkiye-AB diyaloğu daha sakin olarak devam etmeli. Demokrasilerde hukukun üstünlüğüne tam saygı çok önemlidir."
Bu sözler, "anlaşarak ayrılalım" demekten başka bir şey değildi.
Türkiye, "arkanı dön ve çık; istenmiyorsun artık" pozisyonunda nihaî sona ilerler ve AB için, lafta "stratejik" ve "imtiyazlı", gerçekte ise, "faydası kadar" bir ortak olacak.
Bu ne demek?
Türkiye, açıkça artık "Avrupa değerler bütününün" bir parçası sayılmıyor. O "değerler bütünü" gerçekte nedir, var mıdır, ne derece gerçekliğe sahiptir tabii-tartışılır. Ama, Avrupa Birliği ve Türkiye arasında "siyasi elitlerin, kendi çıkarlarına göre yolları ayırma hikâyesinde" olan sıradan vatandaşlarımıza oluyor ve olacak.
Türkiye artık, Avrupa'nın kendisini, "değerler bütünü" söylemi üzerinden tanımlamasında, "zıt ölçek". Yani, Türkiye'nin insan hakları ve demokrasi alanındaki açıkları, Avrupa ülkeleri için, "Biz, bu değiliz; Türkiye'yi de onun için istemiyoruz" derken, kıstas olarak kullanılacak "negatif model". Bu durum, Macaristan ve Polonya gibi kendi demokrasi açıkları ve insan hakları sorunları olan AB ülkeleri için de böyle, Almanya ve Fransa gibi kronik ırkçılık-ayrımcılık sorunlarını tüm demokratik gelişmişliklerine rağmen aşamayan ülkeler için de…
Evet; Türkiye "model" oldu-ama "ne olunmaması gerektiğinin modeli" oldu.
Uluslararası İlişkiler penceresinden bakarsak da; şunu söyleyebiliriz: 2000'li yılların ortasında, akademisyen Lerna Yanık'ın Brooking-Sabancı Üniversitesi "En İyi Araştırma" ödülünü kazanan bir çalışması vardı: “Beyond ‘Bridges,’ ‘Crossroads’ and ‘Buffer Zones’: Defining a New International Role for Turkey.” ('Köprülerin', 'Kavşakların' ve 'Tampon Bölgelerin' Ötesinde: Türkiye için Yeni bir Uluslararası Rol Tanımlamak"). Bugün Kadir Has Üniversitesi üyesi olan (ödülü aldığı zaman Bilkent Üniversitesi'ndeydi) Yanık, öngörülerinin "2018 modelini" ne yönde günceller-bilemiyorum…
"Köprü" analojisinde hep gözden kaçan, evet, "köprülerde durulmadığı ve gelinip geçildiği" idi. Kavşakların da, dönülüp geçildiği. Tampon bölgelerin ise, âtıl alanlar olarak "kalakaldığı…"
Ancak, Türkiye'nin rolünün, ne köprü, ne kavşak; hattâ ne de "tampon bölge" olduğunu söylemek mümkün… Tampon bölgede bile, bir "içerme", "uzantı hâli olma" durumu var. Türkiye ise, "d seçeneği-hiçbiri" modeline doğru, "sırt dönülen", "bir kol boyu mesafede tutulup, dokunulmadan idare edilen" (at arm’s length) bir ülkeye dönüşüyor Avrupa için.
"Olan sıradan vatandaşlara oluyor ve olacak" dedik.
Avrupa'ya gidiş-geliş, ilişki kurmak, Avrupa kaynaklı her şeye ulaşmak daha zor olacak. Bu durum çok da basit bir "hâl" değil-Osmanlı İmparatorluğu'ndan beri devam eden yüzlerce yıllık bir sosyal ve kültürel iletişim sürecini bloke etmiş oluyorsunuz. Başka bir imparatorluk geleneğinin, Avrupa ile benzer sosyal-kültürel iletişimin mirasçısı olan Rusya da, Sovyetler Birliği döneminde "koptu" diyebilirsiniz. Öyle değil-SSCB döneminde, Rusya bilfiil Avrupa'nın büyük bir kısmında (Çekoslovakya, Macaristan ve Almanya'nın yarısına kadar) siyaseten gayet mevcuttu. Türkiye ise, Avrupa ile iletişiminde ve ilişkilerinde "hiçliğe" doğru ilerliyor.
Biz, gene "sıradan insanların" nasıl etkilendiğine bakalım…
Almanya tarafında iklim değişti; vize ve oturma izni almak artık çok daha zor. Zaten de, hiç kolay değildi-zorlaşmış hâlini tahayyüle bırakıyorum.
Fransa'da da, "göçmen politikasının" çok daha sertleşeceğine dair işaretler var: 2018'de yasalaşması beklenen "göçmen tasarısının", mültecilerle ilgili olacağı söyleniyor-ama durum böyle olmuyor tabii…
Kademe kademe, bazı ülkelerin göçmenlerine ve hattâ ziyaretçilerine de kapılar kapanıyor.
Bu durumu Avrupa "sokaklarında" da gözlemlemek mümkün: son aylarda, Avrupa'nın çeşitli yerlerine ne zaman yolum düşse, hep izlenimim aynı- Türkiye'den çok daha az turist var. Buna karşılık, Rusya'dan gelen turistlerin sayısı arttıkça artıyor. Rusça ilanlar, talebalar, menüler her taraftan göz kırpmaya başlıyor.
UBS ve Raiffeisenbank gibi finansal kurumların raporları da, Rusya'dan Avrupa'yı ziyaret eden turistlerin sayısının her ay arttığına dikkat çekiyor. Bu konuyu, veriler üzerinden daha detaylı incelemek lazım. Hemen kesin kanaate varmak doğru olmaz; ancak üzerine çalışılması gereken bir hipotez olarak, Avrupa'ya turizm ve kültürler arası iletişim açılarından bir "Rus açılımı" yaşandığı…
Bunun Moskova veya Avrupa ülkeleri bakımından programlı olduğunu (hele Kremlin tarafından) hiç sanmıyorum: Türkiye'ye yönelik negatif algı ve İslamcı terör kaynaklı güvenlik endişeleri arttıkça, Rusların, Türkiye'den doğan "AB komşusu" boşluğunu doldurduğu ve artan biçimde dolduracağı… Hele ki, Rusya'da şu an var olan, Vladimir Putin'in siyaseten zayıflaması süreci devam eder ve Mart 2018'deki seçimlerde "oylamayı kazanırken iktidarı kaybetmesi" söz konusu olursa, Rusya vatandaşlarının kültürel programlar ve sosyal iletişimle, Avrupa'ya entegrasyonu bir proje olarak da karşımıza çıkabilir.
Henüz son aylarda Viyana-Münih-Budapeşte yollarında kişisel gözlemlerim, bu ziyaretlerde havaalanlarında ve Budapeşte'de sokaklarda her tarafımın Ruslarla çevrili olduğu için, Rusçamın hayli geliştiği… Ve karşıma da, Türkiye'den sadece tek tük turistin çıktığı…
Turizm, gezmek ve görmek, iletişim kurmak ve "hayata farklı bir kültürel boyut katmak" için bir yöntemdi. Ancak bunun ötesinde, bilimsel, teknolojik, sanatsal etkileşim, bilgi ve ilham alışverişi konusunda da, Avrupa ile en az 700 yıllık bir geçmiş çöpe atılıyor. Kaba ticarete indirgenen ilişkiler, Türkiye için de, Avrupa geneli için de, "kültürel can damarlarının kesilmesi" anlamına gelecektir. Bu "seçimin" sonuçları da, iki tarafın toplumları, insanları için ağır bedele getirir; ama, Türkiye'nin insanları, toplumu, gelecek nesilleri için daha da ağır bedele mal olur.