Avrupa Birliği ve illiberal demokrasiler

Türkiye, aynı Orbán’ın dediği gibi, liberal bir demokrasi değildir. 16 Nisan referandumundan sonra, artık bir demokrasi bile değildir

ZEYNEP KOÇAK

25.04.2017

Olivier Roy ile geçenlerde yaptığımız söyleşide Roy, bizimki gibi demokrasilere “illiberal demokrasi” adı verildiğini söyledi. Söyleşide çok kısa bir özet geçti: “Liderin seçilerek yönetime geldiği, hâlâ bir anayasanın mevcut olduğu fakat artık liberal olmayan bir demokrasiden bahsediyoruz. Basın özgürlüğü kontrol altında, yargı kontrol altında ve liberal bir devletin temeli olan kuvvetler ayrılığı artık yok. Oysa yasama, yürütme ve yargı arasında bir kuvvetler ayrılığı ve basın özgürlüğü mevcut olmalıydı.” Roy, Türkiye dışında, Avrupa Birliği çatısı altında iki diğer ülkeyi işaret etti: Macaristan ve Polonya.
 
Biraz illiberal demokrasi üzerine yazmak istedim, çünkü “illiberal demokrasi” lafını duyunca insanın aklına önce şu soru geliyor: Bir demokrasinin liberal olmaması mümkün mü?
 
İlliberal demokrasi
 
İlliberal demokrasinin diğer isimleri “kısmî” ya da “düşük yoğunluklu” demokrasi. Bazılarına göreyse, “boş demokrasi” ya da “hibrid bir rejim”. İlliberal demokrasi terimini ilk kez siyasetbilimci yazar Fareed Zakaria (www.fareedzakaria.com) 1997’de yazdığı “İlliberal Demokrasinin Yükselişi” makalesinde kullandı. Zakaria’nın makalesini kısaca özetleyeyim.
 
Demokrasi batıda, uzunca bir zamandır liberal demokrasi demekti. Liberal demokrasinin bu anlamda sadece serbest ve âdil seçim ilkesini değil, aynı zamanda Roy’nın da belirttiği gibi kuvvetler ayrılığını, ifade, örgütlenme, din, mülkiyet haklarının devlet tarafından korunmasını ve bütün bunlara yönelik, hukukun üstünlüğünü tanıyan bir anayasanın varlığını gerektirir.
 
Zakaria, bu noktada bir ayrım yapmak için siyaset bilimci Philippe Schmitter’dan alıntı yapar: “Liberalizm, ister politik özgürlüklerle ilgili bir kavram olsun isterse de ekonomik politikalarla ilgili bir doktrin, demokrasinin yükselişine denk gelmiş olabilir. Fakat liberalizm, hiçbir zaman ayrılamaz veya açıkça demokrasinin uygulanmasına sıkı sıkıya bağlı olmadı.”
 
Bu noktada Zakaria, dönüp iki ayrı demokrasi tanımı yapıyor. Batının kullanageldiği, temel haklar demetini merkezine ilkesel olarak almış demokrasi, liberal demokrasi—ya da anayasal liberalizm.
 
Yani demokrasi, liberal olmak zorunda değil. Demokrasi, haklara saygı duymak zorunda değil. Demokrasi, bir yönetim biçimi.
 
O zaman demokrasi nasıl bir yönetim biçimi?
 
Zakaria, Samuel Huntington’ın sadece serbest ve âdil seçimlerle ilgili söylediklerine atıf yapmış olsa da, Huntington seçimlerin, demokrasinin minimum gerekliliği olduğunu söyler.
 
Yine de Huntington’ın demokrasi tanımına tekrar bakalım: Bir hükümetin, en güçlü kolektif karar alıcı kişilerin, adayların oy almak için açıkça yarıştığı ve fiilen tüm yetişkin nüfusun oy verme hakkına sahip olduğu âdil, dürüst ve periyodik seçimler yoluyla seçilmesi.”
 
* * *
 
Yani şöyle de diyebiliriz: Liberal demokrasi için sadece seçimlerin özgür, hilesiz ve dürüstçe yapılması yetmez, aynı zamanda sadece seçim olması yetmez, aynı zamanda ifade, örgütlenme, din, mülkiyet haklarının devlet tarafından korunmasını ve bütün bunlara yönelik, hukukun üstünlüğünü tanıyan, kuvvetler ayrılığını benimsemiş bir anayasanın varlığı gerekir. Salt demokrasi için ise, seçimlerin var olması yetmeyecektir; seçimlerin özgür, hilesiz ve dürüstçe yapılması gerekir.
 
İlliberal demokrasilerde seçimler özgür, hilesiz ve dürüstçe yapılmaya devam eder. Fakat artık ifade ve dolayısıyla basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü kalmamıştır. Kuvvetler ayrılığı da bir prensip değildir artık.
 
 
Macaristan
 
Macaristan Başbakanı Viktor Orbán’ın 26 Temmuz 2014’te  Bálványos Yaz Özgür Üniversitesi Öğrenci Kampı’nda yaptığı ünlü konuşmayı  hatırlayalım. Ne diyordu Orbán: “Uluslararası analistlerin yıldızı artık Singapur, Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye’dir. Bunların bir kısmı liberal değildir, bir kısmı demokrasi bile değildir!”
 
Ve aklımızda oluşan soru işaretini hemen cevaplamak için eklemişti: “Batı’nın benimsediği dogmaları ve ideolojileri kırıp kendimizi bu [zorunluluklardan] özgür bırakacağız. Yeni Macaristan devletinde kendi toplumsal örgütlenmemizi kuracağız ve önümüzdeki yıllarda toplumumuzu dünya yarışında çok daha ileriye taşıyacağız. Bir devlet liberal değil diye, demokrasi olmadığı anlamına gelmez.”
 
Liberal demokrasiden vazgeçen tüm diğer ülkeler gibi Macaristan’ın da yaptığı ilk şey, basın özgürlüğünü kontrol altına almak oldu. Yargı bağımsızlığını ortadan kaldırırken, hukukun üstünlüğünü garantileyen denetim mekanizmalarını, yani kuvvetler ayrılığı ilkesini de yavaş yavaş yok ediyor. Orbán’ın hayalini kurduğu illiberal demokrasi, bir takım sosyo-ekonomik ve politik amaçları gerçekleştirmekten geçiyor. Öncelikle, çalışmayan ya da çalışmak istemeyen ve bu doğrultuda ülke ekonomisine katkıda bulunmayanların bazı haklarının ceza olarak kaldırılacağını ima etti. Asya modeli olarak tanımladığı şeyi, yani yüksek seviyede sosyal disiplini ve düşük seviyede kamu muhalefetini hedefliyor. Macaristan liderinin hayalleri, Zakaria’nın 1997 tarihli makalesindeki tarifle neredeyse aynı. Macaristan, gitgide tüm gücü merkezde toplayan bir yapılanmaya doğru evrim geçiriyor.  
 
 
Polonya
 
Polonya’da da durum çok farklı değil. Resmî olmasa da milletvekili Jarosław Kaczyński (ki kendisine “şef” deniyor, tanıdık geldi mi?) başkanlığındaki ve başbakan Beata Szydło yönetimindeki iktidar partisi Hukuk ve Adalet (PiS), bir yandan muhalefeti baskılamak için gazetecilere ve dolayısıyla basın özgürlüğüne sınırlamalar getirirken, yargıyı gitgide kendisine daha bağımlı kılacak uygulamalar yerleştiriyor.
 
PiS 2015’in sonbaharında seçimle yönetime geldi ve gelir gelmez yaptığı ilk şey, Anayasa Mahkemesi’nin kontrolünü ele geçirmek oldu. Polonya’nın illiberalleşme süreci böyle başladı. Anayasa Mahkemesi’nin özerkliğini yitirmesi, PiS ile Avrupa Birliği arasında da sorun yarattı. Avrupa Birliği, hükümetin Anayasa Mahkemesi’nde kontrolü ele geçirmesinin, Polonya Anayasası’na aykırı olduğunu iddia ediyordu ve aynı Türkiye’deki süreç gibi Venedik Komisyonu, Polonya’da neler olduğunu anlamak için bir heyet topladı.
 
Polonya’daki illiberalleşme sürecine tek örnek Anayasa Mahkemesi’nin hükümet tarafından kontrol altına alınmış olması değil. Aynı zamanda diğer birçok otonom kuruluş, hükümet tarafından yönlendirilir hâle geldi. Eğitimde de büyük değişiklikler yapıldı. Birçok yorumcuya göre yeni Polonya’nın gittiği tek bir yön var: Muhafazakâr, milliyetçi ve dinine bağlı bir Hıristiyan ülke.
 
Stefan Batory Foundation’ın Başkanı Aleksander Smolar’a göre Avrupa Birliği, Polonya’nın birliğin herhangi bir kurumunda oy verme yetkisini kısıtlamak istese de, Macaristan ve Polonya arasındaki ittifak nedeniyle bunu yapamaz. Çünkü böyle bir kısıtlamayı gerçekleştirmek için, hakkında oylanan üye devlet dışındaki herkesin tam oy vermesi gerekiyor. Ve Orbán, Polonya’nın yanında olduğunu açıkça dile getirdi.
 
* * *
 
Tüm bunlar karşısında Avrupa Birliği’nin Polonya’ya ve Macaristan’a karşı doğrudan yapabileceği pek bir şey yok. Ancak birtakım ikincil kısıtlamalara gidebilir, bunlar da bütçeyle ilgili bu ülkelere verilmiş ayrıcalıkların kısıtlanması olabilir. Böyle bir kesinti, AB’den diğer bütün ülkelere nazaran çok daha fazla yardım alan Polonya için etkili olabilirse de, Macaristan için aynısını söyleyemeyiz.
 
Merkel, geçen seneden beri her iki üye devleti de, hem kendi kaderini tayin etme hakkının kullandırılması için serbest ve âdil seçimler yapılması, hem de hakları destekleyen liberal bir demokrasiyi takip etmeleri yönünde uyarıyor.
 
Avrupa, 1989’da özgürleşmiş bu ülkelerin Avrupa Birliği ideolojisini reddettiğinin ve bu trendin sadece kıtada değil, dünyada giderek yükseldiğinin farkında. 1945’i ve duvarlarla, tellerle örgülü, kamplarla donatılmış faşizan geçmişini geride bırakmak isteyen Avrupa, özgürlüklerin böylesine kısıtlanabilmesiyle karşılaşınca, biraz sarsıldı demek doğru olur herhalde.
 
Türkiye
 
Türkiye, Avrupa Birliği üyesi değil, ve 15 Temmuz sürecinden beri Venedik Komisyonu’nun sunduğu çeşit çeşit görüş kararından da, referandum sonrası AGİT’in zehir zemberek raporuna kadar birçok yerden anlaşıldığı gibi Avrupa, artık Türkiye’yi, özellikle bu hâliyle istemiyor. Bu tabloya bugün de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin Türkiye’yi 13 yıl sonra yeniden ‘’denetim altına’’ alması eklendi.
 
Fakat Roy’nın da bahsettiğim söyleşide üzerinde durduğu bir konu var: Avrupa, Macaristan ve Polonya gibi iki illiberal ve hızla daha da illiberalleşen üye devleti varken, Türkiye’ye nasıl ve ne gerekçelerle hayır diyecek? Bunu da zamanla göreceğiz.
 
Tabii, siyaset biliminde demokratikleşme süreci, demokrasilerin sağlamlaşması ve süreçleri hakkında birçok kriter yazılıp çizildi. Andreas Schedler’ın dört çeşit yönetim tipini anlatırken, özgür ve hilesiz seçimlerin de yapılamadığı rejimleri “otoriter” kategorisine soktuğunu unutmayalım, ve devam edelim…
 
Neydi liberal demokrasilerin şartları? Temel haklar, hukukun üstünlüğü, anayasal güvence… Demokrasinin şartları? Eşit ve âdil, dürüst bir seçim, en azından.
 
Basın özgürlüğünün ve ifade özgürlüğünün durumunu, kaç gazetecinin terör örgütü üyeliği suçlamasıyla içeride olduğuna bakarak gayet rahat anlayabiliyoruz… Hukukun üstünlüğü derseniz, YSK açıkça kanunlara uymuyor. Anayasaya da. Eh, devletin en önemli kurumlarından birinin anayasaya uymadığı yerde, anayasadaki güvence laftan, sözden, kelimeler yığınından öteye gidecek değildir tabii ki.
 
Seçimlerin de ne olduğu ortada. YSK, istediği gibi anayasaya da  kendi tâbi olduğu kanuna da aykırı karar verebiliyor. Çeşitli kararları kendisi için geniş yorumlarken, YSK’nın kararı nihaidir, dolayısıyla küçücük bir seçim için uygulanmış AYM kararı buna uygulanamaz, diyebiliyor. Çünkü hukuk tekniktir, istediği gibi ve istediği yerde istediği tip yorum kullanabilir.
 
Bu açıdan Türkiye, aynı Orbán’ın dediği gibi, liberal bir demokrasi değildir. 16 Nisan referandumundan sonra, artık bir demokrasi bile değildir.
 
 
Sonuç
 
Aslında bir sonuç yazmayacaktım, her şey olduğu gibi kendini yeterince anlatıyor zaten. Fakat şunu belirtmek istedim: Liberal demokrasinin karşıtı sol kanatta bir eşitlik düzeni değil. Liberal demokrasinin karşıtı, Orbán’ın ya da Erdoğan’ın açıkça kullandığı, kurguladığı ve hayal ettiği biçimiyle, (aşırı) milliyetçiliği politika edinmiş bir devlet.
 
Tarihte birbirlerini yakın veya ilişkilerle yakınlaştırılmış coğrafyalarda etkileyen ülkelerin her şeyi aşağı yukarı aynı anda yapması bir tesadüf değil, tabii. Aşırı milliyetçiliği politika edinmiş üç AB devleti ve bir ABD karşısında silahlanma, tabii ki aşırı milliyetçileşmekten geçecektir. Ülke içi toplumlar ile uluslararası toplumların bu noktada bir ortak özelliği var: Barış ya hep beraber sağlanır, ya da hepimiz savaştayız demektir.