Avrupa’nın çıkmazı: İtalya, KHK ve göç
İtalya, tam bir yabancı düşmanlığıyla hareket eden kuzeylileri tehdit etmek için, kendi ülkesinde AB hukukuna aykırı kararlar almaya başladı
19.10.2018
24 Eylül’de Lega Nord’un genel sekreteri ve İtalya İçişleri Bakanı Matteo Salvini’nin imzasıyla, ilticacı statüsündeki göçmenlerin ülkedeki durumları hakkında önemli değişiklikler öngören bir kanun hükmünde kararname yayınlandı. Bu KHK’da öne çıkan değişikliklerden biri, ülkelerindeki doğal felaket, hükümetin dayanılmaz baskısı, yoksulluk gibi ağır şartlar nedeniyle ülkesinden ayrılıp İtalya’ya varmış kişilere verilen insanî koruma statüsünün kaldırılması. İnsanî sığınma hakkından yararlananlar İtalya’daki tüm yasal göçmenlerin dörtte birini oluşturuyor, yani sayı az değil. Kararname, insanî sığınma statüsünü ortadan kaldırırken, tıbbî tedavi gibi nedenlerle verilecek bazı özel oturum izinleri hakkı sunuyor, ve bu özel oturum izinlerinde belirtilmiş durumlar haricinde İtalya’ya iltica edenlerin ülkeye girişini de yasaklıyor.
Kararnameyle yapılan bir diğer değişiklik de, suça karışmış mültecilerin, kaçtıkları ülkelere geri gönderilebilmesini öngören “sınır dışı” maddesinin getirilmiş olması. Kararnamenin ilk taslağında, sayılan bu suçların arasında kamu görevlilerine hakaret suçu da mevcuttu, fakat hükümetin diğer ortağı M5S’nin itirazlarıyla bu suç, sınır dışı edilme gerekçesi olmaktan çıkarıldı. Suça karıştığı belirlenen ve bu suçlardan ceza alan mülteciler hakkında verilen sınır dışı etme kararı, mültecinin, kendisine verilen temyiz hakkını kullansa bile, temyizden çıkacak kararı beklemeden infaz edilecek. Yani İtalya Yüksek Mahkemesi, kendisine kararın iptali için başvuran mülteci hakkında karar vermeden önce, İtalyan kolluk kuvvetleri ve ilgili diğer birimler, mülteciyi sınır dışı edebilecek.
Son olarak, toplamda 400 kadar yerleşim yerinde belediyelere verilen mülteci karşılama ve koruma merkezleri kapatılacak, mültecilerin ülkeye vardığında kayıt işlemlerinin yapıldığı hotspot adı verilen merkezlerden çıkış ancak 30 günün sonunda yapılacak. Aynı zamanda, sınır dışı edilecek kişilerin tutukluluk sürelerinin üst limiti 90 günden 180 güne çıkarıldı. KHK’nın içeriğiyle ilgili daha detaylı bilgi için Murat Çınar’ın yazısına bakabilirsiniz.
Peki İtalya’nın mülteci düşmanlığı tam olarak ne zaman başladı? Ya da bu, gerçekten mülteci düşmanlığı mı? En son çıkan KHK’nın ve Aquarius başta olmak üzere bir süredir geri çevrilen gemilerin gösterdiği, İtalya’da hükümetin mülteci karşıtı olduğu yönünde: Sanki İtalya birdenbire Salvini hükümetiyle birlikte tamamen mülteci karşıtı bir politika benimsemiş gibi duruyor.
Evet, günün sonunda uygulanan politika mülteci karşıtı; ve evet, bu KHK’yla birlikte mülteci alımlarına yardımcı olan valilerin tutuklanması, hem ülkenin içinde mevcut mültecilerin, hem de ileride ülkelerinin ağır şartlarından kaçıp gelme planı yapan kişilerin hayatlarını olumsuz yönde büyük oranda etkileyecek sonuçlara işaret ediyor. Salvini’yi de aşağı yukarı biliyoruz; Amerika’dan Türkiye’ye kadar uzanan coğrafyada her gün biraz daha yükselen baskıcı ve kontrolcü devletlerin, herkesin tepesinde kol gezen faşizm hayaletinin bir diğer temsilcisi, yabancı ve muhalif düşmanlığı trendinin bir başka kalesi.
Fakat, en azından İtalya (ve daha geniş anlamda Güney Avrupa ülkeleri) açısından tüm bu mülteci krizinin farklılaştığı çok önemli bir nokta var. Bu ülkelere Güneyli Yedili (Southern Seven) adı veriliyor: Kıbrıs, Fransa, Yunanistan, İtalya, Malta, Portekiz ve İspanya. Göç yollarının 2008’den sonra, Avrupa Sınır Güvenliği ve Kontrolü (özel) şirketi Frontex’in Orta ve Doğu Akdeniz Yolları olarak belirlediği çizgiye, yani Libya-Malta, Libya-Afrika, Türkiye-Yunanistan hattına kayması, özellikle Malta’yı, Yunanistan’ı ve İtalya’yı mültecilerin ulaştığı ilk ülke hâline getiriyor. 2016’da AB’nin Türkiye’yle yaptığı mülteci anlaşmasından sonra, Türkiye-Yunanistan hattı kısmen kapanınca, ağırlık Libya-Malta ve Libya-İtalya’ya kaymış durumda. Yunanistan, Malta ve İtalya, mültecilerin ağırlıklı oranda artık ilk giriş ülkeleri.
İlk giriş ülkesi olmanın büyük bir anlamı, daha da büyük bir sorumluluğu var. Bu sorumluluk, Dublin Sözleşmesi’nden ileri geliyor. Dublin Protokolü ilk olarak 1990 yılında İrlanda’da on iki taraf devletçe imzalanmış; 2003’te yenilenerek Dublin II Regülasyonu adını almış. En sonunda 2008’de, anlaşmanın bugünkü metni olan Dublin III taslağı önerisi yapılıyor ve Dublin III, sonunda 2013 yılında yürürlüğe giriyor. Dublin III, Avrupa Birliği üyesi devletlerin, sığınma başvurularında üye ülkelerin nasıl bir uygulama takip edeceğini belirleyen sözleşme. Bu sözleşmenin, bugün İtalya, Yunanistan ve Malta başta olmak üzere ilk-giriş devletleri adı verilen Güney Yedilisi’ni çok zor duruma sokan bir maddesi var: Sığınma başvurusu yapan kişinin bu sığınma talebini değerlendirmekle yükümlü devlet, mültecinin ilk girişini yaptığı devlettir. Yani mültecinin sığınma talebini karşılamak, bu talebi kendi bünyesinde işleme almak, mültecinin ilk girdiği devletin görevidir; ki Frontex’in verilerine göre bu devletler, büyük çoğunlukla Malta, İtalya ve Yunanistan.
2013’te Lampedusa’da Libya’dan gelen bir geminin batması üzerine İtalya tarafından yürütülmeye başlanan çok sayıda operasyon süresince kurtarılarak İtalya’ya getirilmesini takiben, özellikle 2015’te yükselen iltica oranı sonucunda bu “İlk Giriş Ülkesi Kuralı”yla ilgili hem Güney Avrupa ülkelerinden hem de mültecilerden birçok tepki geldi. Aynı yıl Budapeşte’de toplanan binlerce mülteci, Macaristan’dan başka ülkelere geçişlerine izin vermesini istiyordu. Oysa Macaristan cevap olarak tren istasyonunu kapattı ve AB hukukunu uyguladığını söyledi. Avusturya-Almanya ve Macaristan ile yapılan gelgitli birçok anlaşmanın ve çekişmenin sonucunda Macaristan, Hırvatistan sınırına tel örgü çekerek mültecilerin ülkeye girişlerini engelledi.
Yine 2015’in eylül başında Merkel, Bodrum’da deniz kıyısında Alan Kurdi’nin ölü bedeninin bulunmasından üç gün sonra, Almanya’nın alacağı mülteci sayısına bir sınır koymadıklarını açıkladıysa da, bu açıklama, mülteci karşıtı partilerin direnişlerine, 2016’nın yeni yıl akşamında Köln’de gerçekleşen cinsel saldırılardan mültecilerin sorumlu tutulmasına ve sağ koalisyonun iyice güç kazanmasına kadar dayanabildi. 2015’ten bugüne geçen süre boyunca mülteci sayısında, Türkiye’nin tüm tehditle aldığı paralara rağmen anlaşmaya büyük oranda uyması, Balkan ülkelerindeki sınır boyunca çekilen duvarlar ve tel örgüler, ve İtalya ile Libya arasında yapılan anlaşma sonucunda önemli bir düşüş olsa da, yine en çok göçü alan ülkeler, Almanya’nın hemen ardından Yunanistan, İtalya ve İspanya. 28 AB ülkesi arasında 2016 yılında (Merkel’in açıklamasını yaptığı yılda) Almanya ve daha çok yasadışı olmak üzere farklı yollardan göç kabul eden Birleşik Krallık dışında, özellikle illegal yoldan girişler ile en çok göç alan ülkeler, Fransa, İspanya ve İtalya.
Bu tarih cetveli, tabii ki çok daha detaylı, çok daha çetrefilli ve aslen, denizlerde insan kaçakçılarının gemileri terk etmesinden tutun da, ülkelerin yakıt sağlamamasına, Libya’nın kendi insanlarını öldürmesinden, kıyı ülkenin zamanında yetişememesine (özellikle Malta ve İtalya arasında ülkeler arasında sürekli diğer tarafa gönderilen gemilerin en sonunda batmasına) kadar birçok nedenle patır patır ölen insanların sayısına bakılmaksızın sürdürülen çok ciddi bir Avrupa içi diplomatik çatışmayı da içinde barındırıyor. Sadece 2018 yılının haziran ayına kadar Avrupa’ya denizden giren vizesiz ve kayıtsız mülteci sayısı 38 bin, ve 2014’ten beri Avrupa’ya giriş yapmış mülteci sayısı 1.8 milyon.
Tüm bunlar olurken, günden güne ekonomisi çöken İtalya, uzunca bir zamandır Avrupa Birliği’nin diğer 27 ülkesinin, mülteci krizini çözmek açısından kendisine yardımcı olmasını istese de, AB ülkelerinin çoğunluğu böyle bir mülteci paylaşımına katılmaya gönüllü değil. Hükümetin sağ kanat ortağı Salvini başa geldiğinde, Avrupa’yla yapacağı en önemli çekişmenin euro’dan çıkmak olacağı düşünülürken, Salvini, Avrupa’yla mücadelesine mülteci kriziyle ilgili görüşmelerle başlamıştı. İtalya’nın istediği şey, öncelikle, “İlk Giriş Ülkesi Kuralının” değiştirilmesi, ve coğrafi olarak öncelikli varış bölgelerine sahip ülkelere varan büyük miktardaki mültecilerin kayıtlarının yapıldıktan sonra, diğer Avrupa Birliği üyesi ülkelerinde kurulmuş merkezlere dağıtılması. Tabii ki Macaristan ve Polonya gibi ülkeler, bunu bir yasa meselesi hâline getirip ülkelerine mülteci almaktan rahatlıkla kaçınabiliyorlar, çünkü coğrafi olarak varış ülkesi pozisyonunda bulunmaları, hele hele duvarları ve tel örgüleri çektikten sonra neredeyse imkânsız.
Bu nedenle İtalya, geçen senenin ekim ayından, yani Salvini göreve başladığından beri AB’ye bu kuralın değiştirilmesi konusunda baskı yapıyordu. Dublin III’ün tekrar görüşmeye açılmasını ve mülteci krizinin devletlerarası hukukta AB açısından tekrar bir konu hâline gelmesini tetikleyen en önemli olay ise, haziran ayının başında Salvini’nin, Libya’dan gelen 629 kişilik Aquarius gemisini sınırlarına kabul etmemesiydi. Salvini geminin Malta’ya gitmesini söyledi. Malta da gemiyi kabul etmeyince gemi, en sonunda İspanya’da boşaltılabildi.
Salvini, bu konu hakkında şöyle diyordu: “Bu konuyla ilgili Brüksel’le mücadele ediyoruz. Avrupa Komisyonuyla da görüşmelere başladık, böylece belki İtalya’ya karşı olan ve şimdiye kadar hiç yerine getirmedikleri yükümlülüklerini gerçekleştirmeyi kabul ederler.”
Yedilinin bir araya gelerek hazırladığı yeni bir Dublin III taslağı önce Lüksemburg’da buluşan AB ülkeleri içişleri bakanlarıyla görüşüldüyse de, Polonya, Hırvatistan ve Macaristan gibi ülkelerin önemli baskıları ve çoğunluğun aynı fikirde olmaması sonucunda, protokolde bir değişiklik yapılmadı. Özellikle Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’nın oluşturduğu Visegrad Grubu’nun ve Latviya, Litvanya ve Estonya’nın oluşturduğu Baltık Ülkeleri grubunun, Afrika’dan ve Orta Doğu’dan gelen mültecileri kabul etmeye hiç niyeti yok. Aynı şekilde, Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Romanya ve Slovenya da farklı nedenlerle protokolü değiştirmeye yanaşmıyor. 28-29 Haziran’da Brüksel’de yapılan AB Zirvesi’nde konuşulan en önemli konulardan biri Dublin III olmasına rağmen, çıkan tek ortak karar sadece “tüm bu konuya çok daha hızlı bir çözüm bulmak” lafından öteye gitmedi. Sonuç olarak Brüksel’de Dublin III’te öngörülen İlk Giriş Ülkesi Şartı, Schengen müktesebatı ve CEAS (Common European Asylum System/Ortak Avrupa İltica Sistemi) usûllerine bir kez daha uygun bulundu.
Bu arada, Aquarius gemisinin sınıra kabul edilmemesi ve Sanchéz’in Aquarius’u alması için ikna edilmesinden sonra, İtalya sınırlarına hiçbir gemi girmemiş değil. Hemen ertesi günden itibaren 937 mültecisi olan bir gemi Katanya kıyılarında İtalya’ya kabul edildi. Sınır, hâlâ açık. Açık, açık olmasına. Fakat İtalya, artık kendi ülkesinden ödün vermeksizin tam bir yabancı düşmanlığıyla hareket eden kuzeylileri tehdit etmek için, kendi ülkesinde AB hukukuna aykırı kararlar almaya başladı. 24 Eylül’de çıkan insanî sığınmayla ilgili KHK da, en azından şimdilik, İtalya’nın mülteci düşmanlığından çok, gelmeye devam eden mültecilere karşı insan haklarının öngördüğü sorumlulukları paylaşmaları için tehdit oluşturmak gibi duruyor. Bunu tamamen insanî bir yardım kaygısıyla yapıyor değil tabii ki, önünde sonunda İtalya da her bir diğer devlet kadar devlet; ne de olsa politik amaçlarını, insanların hayatlarıyla takas edebilen bir kurum. Fakat, gelen mültecileri kabul etmek ve kurtarma operasyonları düzenlemek konusunda diğer Avrupa devletlerine göre daha ılımlı ve daha korumacı bir düsturu bugüne kadar devam ettirmiş.
Çıkarları ve özellikle de insanî yardıma ters düşen çıkarları nedeniyle, yasanın katî surette uygulamada kalmasında ayak diretmeyi engelleyen, bunu bir kurala bağlayabilen bir uluslararası hukuk yok ne de olsa.
İtalya bunları gerçekten uygulayacak mı, yoksa iç hukukunu AB’nin diğer ülkelerinin artık ellerini taşın altına koymaları açısından bir tehdit olarak mı kullanıyor, sanırım bunu çok kısa bir zamanda anlayacağız.