Ayasofya neyi hatırlar?

Ben çok ana muhalefetin “Alt tarafı bir kararnameye bakar. Ne diye şovunu yapıyorsunuz” şeklindeki itirazına güldüm.

KARİN KARAKAŞLI

23.06.2020

Hafızayı mekânla ilişkilendirmek hem bir kaçınılmazlık hem bir çaresizlik. Mekân değiştikçe ve hattâ yok oldukça sadece hatırlama değil yaşama edimi şekil değiştiriyor. Kendine ya da başka birine senin için önemli olan bir yeri hafızaya nakşettiğin hâliyle gösteremediğinde, hatırlamak dediğin şey hayal kurmaya dönüşüyor. Sanki bir düştü yaşadığın o zaman. Tanığın yok. Anını savunmak zorunda kalıyorsun. Bir olay yeri kuruyorsun adeta. “Bak işte tam buradaydı” diyorsun. Ya da sadece susuyorsun. Her halükârda mahallenin delisi oluyorsun.

Şehrin İstanbul’sa, bu mekânlı hatırlayış başlı başına bir meydan okuma hâlini alıyor. Sahip değil sadece misafir olunabilen şehirler vardır. Misafirliğin yüzlerce yıl da sürebilir ama ev sahibi de sözün sahibi de odur. Hancı odur. Seni yolcular ve devam eder varlığına.

İstanbul öyle şehirlerden biri benim için. Gün görmüş bir bilgeliği, evliya sabrı ve keskin bir mizahı var. Çileli bir varlık. Güzelliği başına bela olmuşlardan. Lanetlenmiş bir tanrıça, bir Lilith. Bir zamanlar savaşlar ve fetihlerle yakılıp yıkılırken şimdi de kentsel dönüşüm, soylulaştırma gibi afili başlıklar altında canına okunuyor. Dolayısıyla kendinize bir koordinat belirlemek istiyorsanız tercihen elleşilemeyecek denli tarihi yapılara yönelmenizde fayda var. Akıl sağlığınız için böylesi daha hayırlı.

Ayasofya nedir ne değildir?

Ama yeterince tarihi olmak da huzur bulmak adına yeterli değil. Buna en iyi örnek Ayasofya’nın kaderi ya da kadersizliğidir herhalde. Sen onca imparatorluklardan geç, halen varoluşsal krizin varmışçasına gıyabında kimlik tartışmaları yapılsın. Ne zaman yapay siyasi gündemde ismi akıllara gelse, Ayasofya’nın iç sesinin “Başladılar gene, bırak arkadaşım dağınık kalsın” dediğini duyar gibi olurum.

Malûm bu sene 29 Mayıs tarihinin İstanbul’un fethi bağlamında görkemle kutlanılmasına karar verildi. İstanbul'un fethinin 567. yıl dönümü kutlamaları, Fatih Sultan Mehmet'in şehri aldıktan sonra ilk cuma namazını kıldığı Ayasofya'da düzenlenen "Fetih Şöleni"nde, Fetih Sûresi okunmasına sahne oldu. Her ne kadar “O gün fethedilen bir toprak parçası değil, milyonlarca gönüldür” dense de, yakın tarih pek de bu kanaate uygun sahnelerle dolu değil. 

Haliyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın metaforlarla dolu konuşması da gerçekliğe değil bir hayale denk düşüyor. Hele de şu kısmı: “Biz bu şehri sadece fethetmekle kalmadık, biz 'İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar' diyerek onun güzelliğine güzellikler katmak için yüzyıllarımızı harcadık. Kubbelerimiz, minarelerimiz, çeşmelerimiz ve bahçelerimizle her semtini birbirinden farklı desenlere bezedik. Yedi tepesine yedi kandil yaktık, boğazına gerdanlıklar taktık. Her karışını sevgiyle suladık, imar ettik. İstanbul'u çıkarttığınızda dünya tarihinin yeniden yazılması gerektiğine yürekten inanarak bu şehre sahip çıktık” 

Sahip çıkılmış ve sevilmiş hâli bu İstanbul’un ve dahi Ayasofya’nın. Katılan güzellikler içerisinde, eksilip cücük kadar kalan bir vakitlerin kadim İstanbulluları gayrimüslimler yok elbette. Cami olarak ibadete açılsın mı açılmasın mı tartışmaları bilmem kaçıncı kez yeniden gündeme gelmişken, ben en çok ana muhalefetin “Alt tarafı bir kararnameye bakar. Ne diye şovunu yapıyorsunuz” şeklindeki itirazına güldüm. İtiraz noktası diye seçilen şeye yani. Her zaman olduğu gibi. Siyasetinden sivil toplumuna ülkenin muhalefet etme biçimine dair söylenebilecekler o kadar çok ve bu muhalefet etme biçimi o kadar iktidar kurucu, kendi için başkasını ezici ki, bu konuda sözümü toparlamayı başka bir yazıya ve daha dingin bir günüme bırakayım.

E hazır Korona salgını ve dibi boylamış ekonomi ikili kriz hâlinde yaşanıyorken, Lefkoşa’da camilere yazılamalı, molotoflu saldırıyı ve Bizans bayrağı çekilmesini, Yunanistan’la Libya üzerinden ısınan suları da bahane edip o meşhur söylemi gündeme getirmenin tam sırasıydı. İstanbul gibi en görkemli tarihi örneklerinden çağdaş versiyonlarına metrekareye mebzul miktar cami düşen bir şehirde Ayasofya’yı ibadete açmanın sebebi besbelli ihtiyaçtan değil. Sorsalar Ayasofya’nın gönüllerde bambaşka bir yeri olduğundan bahsedilir. Ve belli ki o yer Ayasofya’nın hâlihazırdaki durumuna göre şekillenmiyor. Zira benim gönlüme denk gelen hâli tam da bu ‘arada’lığı. Dikkatinizi çekerim bir aradalığı demiyorum. Çünkü Hıristiyan ve İslam dinine dair izler orada bir arada değil bir vakit üst üste sonrasındaki restorasyon ve kazı çalışmalarıyla da yan yana durur. Geçirdiği bütün değişimler gıyabında olmuş, camiye dönüştürülürken freskleri ikonaları boyalarla kapanmış. Bugünkü görünümünü müze ilan edilişiyle başlayan özenli ve yıllar süren çalışmalara borçluyuz. Üzerine yapılacak romantik güzellemeleri boşa çıkaracak bir açıklık ama aynı zamanda eşine az rastlanır bir gizemle karşımızdadır hep Ayasofya. Şekilden şekle bürünüşün her katmanını eşzamanlı sergileyebilmek kaç varlığa nasip olmuş şu dünyada?

Hint kumaşından yamalı bohça

Aya Sofya’nın kaderi bazilikadan camiye oradan müzeye evrilmeden öncesinde de lotus gibi açılmak, hâlden hâle bürünmek üzerine kurulu. Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul'un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bu patriklik katedrali Eski Yunancadaki “kutsal bilgelik” ya da "ilahî bilgelik” anlamıyla aslında çok şey anımsatıyor görmek isteyene. Daha o ilk inşaatta bile bazı sütun, kapı ve taşlar eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş. Sonrasında da bu toplama faaliyeti katlanarak sürmüş. Elimizde o yüzden Hint kumaşından bir yamalı bohça var. Kelimenin gerçek anlamıyla eşsiz benzersiz…

Konstantinopolis Patriği'nin patrik kilisesi ve Ortodoks Kilisesi'nin bin yıl boyunca merkezi olan Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet döneminde sıvayla kaplanan mozaiklerini 1935’te müzeye dönüştürülme çalışmaları sırasında yeniden göstermiş dünyaya. Elbette ara dönem yüzyıllarının ona kattıklarıyla. 
Günümüzde görülen Ayasofya binası, aslında aynı yere üçüncü kez inşa edilen kilise. İlk Ayasofya inşaatı Hristiyanlığı imparatorluğun resmî dini ilan eden Roma imparatoru I. Constantinus döneminde başlamış, oğlu II. Constantinus tarafından 360’da tamamlanmış. Bu ilk Ayasofya da Artemis Tapınağı üzerine inşa edilmiş. Anlayacağınız onun hafızası Pagan dönemde başlıyor. İsyanlar neticesinde yıkılan bu kilisenin ardından imparator II. Theodosius zamanında İkinci Ayasofya 415’te açılmış. Bu kilise de Nika isyanından nasibini alıp 532’de yıkılınca İmparator I. Justinianus öncekinden tümüyle farklı ve çok daha görkemli bir kilise inşa ettirmeye karar vermiş. 

Akıl almaz büyüklükteki kubbeyi dikdörtgen yapının üzerinde taşıyabilmek üzere, içbükey üçgen pandantiflere başvurulur. Dört büyük kemerse Osmanlı döneminde Mimar Sinan’ın talimatlarıyla istinat duvarlarıyla desteklenerek yapının bugüne ulaşması sağlanır.

Efsaneye göre bu zorlu iş için görevlendirilen mimarlardan Miletli fizikçi İsidoros, planı rüyasında görmüş ve mimariyi bunun üzerine kurmuştur. Elbette efsanelerin gerçekliği hep sorguya açıktır ama bir konuda efsane üretilmesi, sorgulanmaz başka bir gerçekliğe işaret eder. O da aklın sınırlarını aşan bir olağanüstülüğün varlığıdır. Kubbe adeta gökyüzüne asılıdır ve sizi de kanatlandırır.

Ayasofya, farklı inanç ve uygarlıkların Pazar yeri. Neler yok ki içinde: Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan Mısır’daki Güneş Tapınağı’ndan, Lübnan’daki Baalbek Tapınağı’ndan ve daha birçok tapınaktan getirtilen sütunlar, Mısır, Yunanistan, Marmara Adası ve Suriye’den gelme kırmızı, yeşil porfir, beyaz mermer, sarı ve kara taşlar, ‘bektaşî taşı’ndan yapılma iki küp, ana kubbedeki kırk pencere, 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman fethettiği Macaristan’daki bir kiliseden getirttiği iki dev kandil; Kazasker Mustafa İzzed Efendi'nin elinden çıkma hat sanatı harikası, Kur'an ayetlerini içeren çerçeveler ve içine Allah, Muhammed, Dört Halife ve Halife Ali’nin oğulları Hasan ve Hüseyin’in isimleri yazılı sekiz yeşil dairesel pano, duvarları boydan boya kaplayan ve türlü şekil  oyunları yaratan dalgalı mermer levhalar, hünkâr mahfili, türbeler, mermerden minber, müezzin mahfili, bambaşka bir perspektif sunan ve ‘imparatoriçe locası’, ‘cennet ve cehennem kapısı’ gibi  nice ilginç ayrıntıyla dolu üst kat; kütüphane, medrese, imarethane, şadırvan, sıbyan mektebi, sebil ve elbette her biri ayrı bir hikâye anlatan mozaikler… Tonlarca altının kullanıldığı bu mozaiklerde gümüş, renkli cam, pişmiş toprak ve renkli mermer gibi taş parçaları kullanılmış ama sizin gözünüz malzemeden düşlere kayacak kaçınılmaz olarak.

Mozaiklerde saklı hikâyeler

Uzayıp giden listede her seferinde ihtiyacınıza ve önceliğinize göre farklı bir ayrıntıya takılacak ve Ayasofya’ya hiç doyamayacaksınız. Sundukları sanki giderek çoğalıp çeşitlenecek, sil baştan büyüleyecek sizi. Mozaikler elbette birkaç Pagan istisna dışında Hıristiyanlık göndermeleri ile dolu. İsa Mesih, Cebrail, Meryem Ana, Vaftizci Yahya ve Serafimler kimi kez o dönemin imparator ve imparatoriçeleri ile kimi kez kendi görkemleri içerisinde selamlıyor bizi. 

Ayasofya’nın Osmanlı döneminde Fossati kardeşlere denk gelen ünlü restorasyonunda mozaikler temizlenip belgelendi ancak yeniden kapatıldı. Bugün halen içindeki ampullerle göz almaya devam eden yağ lambası avizeler yenilendi. Mozaiklerin tam anlamıyla gün yüzüne çıkması ise 1930 ile 1935 yılları arasındaki restorasyona denk geldi. Halı ve sıvalar kaldırılınca Ayasofya kendisini bir kez daha açtı. 

Mozaiklerden etkilenmek için Hıristiyan, Hat sanatından etkilenmek için Müslüman olmaya hacet yok. Ve beyaz mermerden yapılma kare biçimli “Terleyen sütun” olarak adlandırılan ve hakkında sayısız rivayet bulunan yerde dilek dilemek için inanç sahibi olmak da gerekmiyor. Ayasofya’nın tarifsiz esrarı, bütün beş benzemezleri yan yana sunmasında saklı. Elinizin başparmağını sütundaki deliğe sokup usulca bir daire çizer, dileğinizi fısıldarsınız. Ayasofya sizi her halükârda işitir.

Çıkışta gayri ihtiyari yakındaki bir banka tüner bir süre düşüncelere dalarsınız. Tarihi yarımadanın güzelliği zamansızlıkta bir bütün oluşturmasıdır. Öyle film ya da tiyatro oyunundan çıkmış da anında hayata karışmanın ürpertisi yaşanmaz. Dışarısı da içerisiyle bir bütündür, sizi sarmalar ve alışma şansı verir. Neye gerekiyorsa ona…

‘Hıristiyanlara da alan tahsis edilsin’

Gel gelelim bu benim Ayasofyam. Bir uyumsuzun sayıklamaları. Ben huşû içinde kendi âlemime dalmışken yine Ayasofya’nın etrafında kıyamet koptu ve Türkiye Ermenileri Patriği 2. Sahak da polemiğe Twitter hesabından yaptığı şu açıklama ile katıldı: “Ayasofya on bin işçinin emeğiyle, bir servet harcanarak kuruldu. 1500 yıllık sayısız onarım, Fatih Sultan Vakfının emekleri, hepsi bu Mabet ibadet yeri olarak korunsun diyeydi. Müze olsun diye değil. Meraklı turistlerin fotoğraf çekmek için oraya buraya koşuşturması yerine diz çökmüş imanlıların saygı ve huşuyla secde kılmasının, Mabedin fıtratına daha uygun olduğunu düşünüyorum. Ayasofya ibadete açılsın. Mabet yeterince büyük. Hristiyanlara da bir alan tahsis edilsin. Dünya dinsel barışımızı, olgunluğumuzu alkışlasın. Ayasofya çağın ve insanlığın barış sembolüne dönüşsün…Yeni bir haç ve hilal ihtilafı lüksümüz yok. Dünyanın kurtuluşu haç ve hilal ittifakıdır. Böyle bir barışı dünyaya armağan etme onuru Türkiye Cumhuriyeti Devletine yaraşır.”

Barış dediğin eşitler arasında yaşanır. İbadete açılacak mabette “Hristiyanlara da bir alan tahsis edilmesi” ise yine o tüylerimi diken diken eden hoşgörü kontenjanı olsa gerek. Tam da Ermeni kiliselerine ve Hrant Dink Vakfı’na alabildiğine ırkçı saikle saldırılıyorken, bu nasıl bir fantezi anlamak mümkün değil. 

Ayasofya artık ne kilise ne cami. Hatta ne de müze. Ayasofya Ayasofya sadece. Kendi ismiyle başlayıp biten, tanımı kendinden menkûl bir koca hediye. Ayasofya’nın biricikliği bu anlatmaya çalıştığım yekpâre aradalık hâliyken hangi Hıristiyan ya da Müslüman kendini bütünüyle bir katedral ya da camide sanabilir orasını hiç aklım almıyor. Bir din adamının devlete yaraşır bulduğu buram buram siyaset kokan mesajlarına de ne ilk ne son rastlayışım. Ama hani bu tarihî bazilika Ortodoksluğun merkezi ya, bir kere de söz Ekümenik Patrik’e bırakılsa daha akıllıca ve erdemlice olmaz mıydı diye de sormadan edemiyorum. 

Hem meraklı turistlerin Ayasofya’yı gezerken kendince ibadet etmediğini kim söyledi? İnanç ve ibadet, kurumsal dinlerden çok ayrı ve bireysel bir akit. Aksine dini makamların dünyeviliğine rağmen imanını koruyanlar çoğunlukta. 

Ve Ayasofya sanki Lâle Müldür’ün şu mısralarında:

“Sen hangi dindensin Dara?”

“Ben İstanbulluyum”

Kendi olma hakkı

Mimar yazar Korhan Gümüş, söz konusu krizin Ayasofya’nın direnişine işaret ettiğini belirterek şöyle diyordu yazısında: “İster müze olsun, ister cami, ortada bir kriz var. Krizin nedeni Ayasofya’nın devlet aracılığıyla sürekli bir şeye dönüştürülmeye çalışılması.  Bunlar sınırsız bir çabayla keşfedilmeye açık bir özne olmasını engellemeye dönük… Ayasofya ister müze olsun, ister ibadet mekânı….  İster Bakanlık, ister Diyanet yönetsin, her durumda bir kriz var. Yapının devlet aracılığıyla yönetilmesi halkla arasında bir yarık açılmasına neden oluyor. Böylece sesi çıkmayanların Ayasofya’yı sahiplenme biçimi, gene aynı şiddet içinden, imtiyaz sahiplerinin soylulaştırıcı süreçlerinden geçerek kamuoyuna ulaşıyor: ‘Devlet onu müze olarak yönetsin.’ Ya da ‘Hayır ibadete açsın, cami yapsın.’ Oysa din de kültür de iktidardan başka bir yerde konumlanmak zorunda.  Bu elbette ki ticari bir işletme olması anlamına gelmiyor. Yönetsel yapının sekülerleşmesi, devletten bağımsız olması zorunlu… Bence sorun Ayasofya’nın müze veya cami olması değil, nasıl olduğu. Neoklasik bir devlette müze de olsa, cami de olsa kriz yaşanır. Onun taşıdığı evrensel mesajları bastırmaya, yok etmeye çalışan bir eylemlilik biçimleriyle nesneleştirilmeye çalışılır. Mesele Ayasofya’nın devlet aygıtının pençesinden kurtarılması.  O zaman ismine uygun bir işlev kazanır,  insanlar onu nasıl görürlerse görsünler, ister ibadet mekânı, ister müze her koşulda şehre hayat verir, binlerce kütüphane, binlerce üniversite gibi işlev görür. Bildiğimden emin olduğum tek şey bu.”

Ayasofya’dan sadece gezginler ya da inananlar değil imparatorlar eşliğinde koca bir tarih geçti. Yüzyıllarca Konstantinopolis Ortodoksluk patriğinin merkezi olan Ayasofya aynı zamanda Bizans’ın taç giyme törenleri gibi imparatorluk törenlerine ev sahipliği yaptı. Sayısız yangın, deprem ve isyan atlatan Ayasofya, kerelerce farklı kavimlerden mimarlarca onarıldı, binlerce insan oraya emeğini döktü.  Dördüncü Haçlı Seferi sırasında, Latin İstilası denilen dönemde Haçlılar İstanbul’u ele geçirince Ayasofya’yı yağmaladı ve paylaşılamayan sevgili bu kez de Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı bir katedrale dönüştürüldü. 

Ayasofya o zamana kadar en büyük yapı olarak kabul edilen Süleyman'ın Tapınağı’ndan daha büyük olduğundan İmparator I. Justinianus halka yaptığı açılış konuşmasında "Ey Süleyman! Seni yendim" demişti. 

Kim kimi yendi bilinmez ama kimsenin Ayasofya’yı yenemediği kesin çünkü Ayasofya’nın sizinle bir savaşı olmadı. O hancı herkes yolcuydu. Hâlâ da öyle. Zamanı içinde eriten, ânı büken bir mekândan öğrenilecek çok şey vardır. İlk ders ise onun özneliğine saygı duymakla başlar. Adına konuşmamakla. Kapsayıcılığına, varlığına halel getirmemekle. Ayasofya neyi imgelesin neyi hatırlatsın diye değil Ayasofya ne hatırlıyor diye sormakla.

O zaman belki Ayasofya’nın sadece size anlattığı tekil masalı işitir kendi gerçeğinize uyanırsınız. Her neyseniz, her kimseniz ona. Tıpkı onun gibi, kendinizin ta kendisi olmaya…